James Joyce İstanbul’da: “Edebiyat yeri geldiğinde fevkalade çapulcudur.”

Canan Aydın, yazar ve çevirmen Fuat Sevimay ile son romanı Benden'iz James Joyce'u konuştu: Joyce nasıl olup da İstanbul'a geldi? Gelmek için neden 16 Haziran 2013 tarihini seçti? Joyce okumak sanıldığı kadar zor hatta imkânsız mıdır? Benden’iz James Joyce, yoksa bir İstanbul masalı mıdır?

06 Ağustos 2020 09:00

Edebiyatın usta kalemi James Joyce… Derin ve zor bir külliyat… Onun eserleri pek çok tartışmaya, davaya, duruşmaya neden oldu. Onu okumak bazen prestij, bazen elitistlik yolunda kilometre taşı sayıldı. Elbette ki derin ve zor bir külliyat ancak yazar Fuat Sevimay’ın dediği gibi, zorluğu “bize bizi hatırlattığı”ndan. Gelin bu kez tozlu raflardan çıkarıp yeniden okuyalım Joyce’u. Çünkü İrlandalı yazar kendini bize anlatmak için İstanbul’a geliyor. Daha doğrusu yazar ve çevirmen Fuat Sevimay, yazar Joyce’u mezarından kaldırıp 16 Haziran 2013 günü Gezi Direnişi’nde İstanbul sokaklarına getiriyor. Joyce’u İstanbul’un kalbine koyuyor ve onunla İstanbul sokaklarını arşınlıyor. Bu sırada tadına doyulmaz bir ‘Gezi’ başlıyor. İki yazar arasında sanattan, edebiyattan, yalan dolandan, insana dair her şeyden ve herkesten, tadına doyulmaz, çakır keyif bir muhabbet başlıyor. Bu muhabbete ortak olmanın tek yolu “Benden’iz James Joyce”u okumaktan geçiyor. Kim demiş yazar James Joyce’u  okumak yürek ister? Yazar Sevimay’ın dediği gibi, “edebiyat, tumturaklı laflar silsilesinden ziyade, Gezi’de duvarlara yazılanlar ve o yazıların arkasındaki ruhtur. Yani edebiyat yeri geldiğinde fevkalade çapulcudur.”

Çok klasik olacak ancak öncelikle kitabın adından başlamak isterim; Benden’iz James Joyce. Yazarla bu kadar bütünleşmiş bir çevirmen ve yazar olarak Joyce’un edebiyatını nasıl tanımlarsınız?

Klasikle başlamak iyidir. ? Sanırım, tıpkı romanda olduğu gibi, Joyce ile birbirimize bolca karışmış durumdayız ve bu hemhal oluşun izini romanda sürmeye çalıştım. Joyce edebiyatıyla her şeyden önce ezber bozar. Biz o güne kadar hep kahraman okumaya alıştırılmışken, ortaya hiç de öyle kahramanlık taslamayan, alelade insanlar sürer. Ondan önce (ve sonra da) olayların pıtır pıtır aktığı, sebebi sonucu gördüğümüz eserler okurken, Joyce metinlerinde bir günde bir şeyler olur ama neden olup bittiğine de sanki pek vakıf olamayız. Joyce bize bizi hatırlattığı için zordur. Çünkü kendimizle, hayatlarımızla yüzleşmek zor gelir. Okuru tavlamaya çalışan edebiyatın kahraman kültüne sırtını dayaması biraz da bu nedenledir. Oysa Joyce bize der ki, “Ne kahramanı! Sen kendine bak ve bir günde aklından geçenleri bir düşün. Muhteşem bir şey arıyorsan gerçek orada.”

16 Haziran James Joyce’un yaşamı ve sonrası için önemli bir tarih elbette. Ancak romanda da yazdığınız gibi, James Joyce’u mezarından kaldırıp, 16 Haziran’ın yanı sıra 2013’e, yani Gezi Direnişi’nin yaşandığı zaman diliminde İstanbul’un göbeğine getiren şey nedir?

Çünkü mezarda yatıp durmaktan canı sıkılıyor. Yani sanırım öyledir. Bir de hazır gelmişken vermek istediği bir kavga var. Onu hep “çok büyük yazar ama okunamaz” diye sunan isimlerle tartışmak derdinde. Çünkü neden okunmasın arkadaş! Yeter ki ne yapmaya çalıştığını kavrayalım… Ve bu kavrayış bize nefis bir algı sağlayabilir. Böyle bir kavganın toplumsal algımızla oynanan günlere, Gezi Direnişi’ne denk gelmesinin de gayet uygun olacağını düşündüm.

"Joyce’u kovan berduşu seviyorum"

James Joyce’u İstanbul’un kalbine sokuyor, onu şehrin bir parçası yapıyorsunuz. Bu bütünlük içinde farklı bir yol bularak yazarı, eserlerini bizimle öylesine nezaketli tanıştırıyorsunuz ki… Tıpkı bir nehir söyleşisi gibi. Romanı kurgularken böyle bir üslup tercih etmenizin nedenini bizle paylaşır mısınız?

Joyce hayatı boyunca her türden iktidar fikrine karşı çıkmış biri. Karşı çıktığı şeylerin başında da parmak sallayan, tepeden bakan, didaktik edebiyat geliyor. Böyle bir yazarın başkarakter olduğu romanda, “Joyce metinlerini şöyle okumalısınız, böyle anlamalısınız” gibi bir üslup çok yanlış olurdu. O nedenle kendisini bolca kendi sözleriyle, konuşa tartışa, halka karışarak anlatmanın, daha doğrusu kendi kendini anlatmasının sağlıklı olacağını düşündüm. Nasıl ki şiir sokağa çıktığında güzel, Joyce da İstanbul sokaklarına karıştığında güzel bence. Ve ben Mahmutpaşa’da Joyce ile muhabbet eden teyzeyi, Kuzguncuk’ta Joyce’a takılan taksiciyi, Joyce’u yanından kovalayan berduşu seviyorum.

Kitapta edebiyata ve sanata dair pek çok eleştiri var. Ancak bunları çevirmene değil de, daha çok yazara söyletiyorsunuz. Neden?

Joyce’un, romanın bir yerlerine de sıkıştırdığım ve çok sevdiğim bir sözü var; “İnsanları kızdırmadan yazamam” diyor. Etliye sütlüye bulaşmadan bir şeyler yazmak, çok konforlu olsa da pek bana göre değil. Herhangi bir meseleyi eğrisiyle doğrusuyla ele almadığımız sürece, olumlu ve olumsuz yönlerini dile getirmediğimiz sürece doğruya ulaşamaz, yanlışa alan açarız. Romanda da edebiyata dair görüşlerimi dengeli bir şekilde dile getirdiğimi düşünüyorum. Pek çok takdir, edebiyata dair övgü ve bir miktar da eleştiri var. Eleştirileri, “beni kaale almazlar, Joyce dile getirirse daha dikkat çeker” diye ona söyletmiş, sırtımı sağlam yere dayamış olabilirim. ? Ama işin şakası bir yana, bu eleştirileri dile getirmediğimiz sürece popülerin bataklığında debelenip dururuz. Varsın tartışalım… Roman şu şu nedenlerle iyi, şuralarda da kötü diyelim. Ben bunu yapmayı sürdüreceğim. Olmadı yine Joyce’u çağırır, ona söyletirim.

‘James Joyce gerçeği’

İrlandalı yazarın eserlerini anlamak başlı başına bir iş; hatta onu okumak ve anlamak prestij sayılıyor! Siz ise yazarı bizimle pek de edebi sayılmayacak bir dille, hatta tıpkı bir “çapulcu” gibi konuşturuyorsunuz. Öyle ki Joyce, “Şiir sokakta, Gezi zekâlı” bile diyor. Bu Joyce’un gerçekleriyle ne kadar örtüşüyor?

İşte bu zurnanın zırt dediği yer. Bize on yıllardır “Joyce gerçeği” diye öyle saçma bir şey anlatılıyor ki adamın romanları raflarda tozlanıyor. Ve bu durum iyi edebiyata dair başka yazarlar için de geçerli. DönüpUlysses’teki böbrekten bahsetmeyi marifet sayıyor, cümle arasında bir filozofu yakalarsak kendimizi kültürlü hissediyoruz; ahkâm keseceğimiz bir alan bulduk mu aframızdan taframızdan geçilmiyor ama o roman aslında neyi anlatıyor, Dublinliler’deki felç hali nedir, bunlara zerre kafa yormuyoruz. Birileri bizden neredeyse Ulysses’i okuyabilmemiz için doktora isteyecek! Oysa en büyük derdi sanatı halkla buluşturmak olan bir yazar söz konusu. Ulysses’te Dedalus toy sanatçıdır, Bloom ise halktır ve gece geç saatlerde birbirlerini bulduklarında olaylar anlam kazanır ancak. Evet, Joyce metinleri derindir ama ne kadarını istersek bize o kadarını verir. Dolayısıyla artık elitist tayfanın burnu büyük laflarını bir tarafa bırakmalı, sokakta dolaşan, sen ben gibi biri olan Bloom’un peşine takılmalıyız. Edebiyat tumturaklı laflar silsilesinden ziyade, Gezi’de duvarlara yazılanlar ve o yazıların arkasındaki ruhtur. Yani edebiyat yeri geldiğinde fevkalade çapulcudur.

Yazarın yolu Gezi’nin bir durağı olan Yoğurtçu Parkı’na düşüyor. Burada gerçekleştirilen sohbet yazarla okur arasındaki köprünün pek de sağlam olmadığını hissettiriyor.

Yoğurtçu Parkı’nda Joyce’un bahtına düşen bir berduş ama anladığımız kadarıyla zamanında iyi kötü bir şeyler okumuş. Oradaki sohbette bazı söylenenlerin havada kalması, birbirlerini pek anlamasalar da sohbetin bir şekilde sürüp gitmesi ironik. Ve ben böylesi ironiyi kullanmayı çok seviyorum. Benzer haller daha sonra Joyce ile tellak, Joyce ile polisler, Joyce ile taksici arasında da devam ediyor. Çünkü edebiyat her perdeden sese açık olmalı. O anlaşamama durumları içinde dahi kenarından kıyısından bir mutabakat var ve en önemli şey konuşmak, “karşımdaki ne diyor” diye düşünmeye başlamak. Joyce herkesle konuşuyor, ama üç kelime ama beş kelime, bir yerlerden birbirlerini yakalıyorlar. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Ya kendimizi çok seçkin görüp sanatın sırça köşklerinde birbirimizi cilalayabiliriz veya herkesle, her boyutta konuşmaya teşne oluruz. Benim seçimim ikincisinden yana.

Dostoyevski’den bir alıntıyla, sanat eserlerinin gizemli bir bilgi kaynağı olmaması gerektiğini ve toplumun üzerinde konuşup tartışabileceği eserler olması gerektiğini söylüyorsunuz. Peki James Joyce bunu başarabildi mi?

James Joyce yaşadığı dönemde bunu kesinlikle başardı. O nedenle halen üstüne konuşuyoruz. Ama sonra, kapitalizmin kök salmasıyla birlikte, edebiyatın birincil muhatabı sayabileceğimiz kentsoylu insanlar, sanat eserlerini konuşup tartışmak yerine, başka şeylerde olduğu gibi sanatta da tüketici konumuna geçtiler. İyi edebiyatla toplumun arasına bu nedenle mesafe girdi. Ben bugün okuma kulüplerinin, sosyal medyanın edebiyatı konuşma kültürünü tekrar canlandırması nedeniyle çok umutluyum. Bu sayede biz Joyce gibi yazarları tekrar konuşma, tartışma şansına sahip oluyoruz, olacağız.

Kitapta yer alan dipnotlar iki kişinin mesajlaşması gibi bir algı yaratıyor, hâlâ yazılmakta olan bir kitap gibi...

Bu tanımınız için çok teşekkür ederim, çünkü Benden’iz ile gerçekten en çok arzuladığım şeylerden biri, bu “halen yazılma” meselesiydi. Bildiğimiz şeydir, iyi edebiyat her okurun kafasında yazılmayı sürdürür. Ben de hem okurun, hem editörün hem akademisyenin ve hatta yazarın bile zihninde yazılmayı sürdüren bir roman olsun isterim. Ve bir de o dipnotların romanın olay örgüsünü sıkıcı bilgi bombardımanından kurtardığını düşünüyorum. Umarım becerebilmişimdir.

‘Umut sonsuz bir pınardır’

Kitap, bohemleri, seçkincileri, elitistleri, daha birçok düşünceyi hayli eleştiriyor. Bazı yerlerde “kimileri hiç değişmiyor ama olsun, umudunu yitirmemeli” diyor. Tüm bu eleştiriler karşısında umudumuzu ayakta tutan şey ne olacak?

Hayatta her türlü görüşe saygı duyarım. Dolayısıyla edebiyata elitist yaklaşmak isteyenin, hayatı bohem yaşamayı arzu edenin de kendi bileceği iştir. Ama bu elitist yaklaşımın bana parmak sallamasına, “seçkin sanat ancak benden sorulur” demesine, okura dönüp, “sen kimsin ki Ulysses okuyacaksın?” demesine katlanamam. Orada bir dursun bakalım! Eleştirim bu yönde ve Joyce da böyle düşünürdü. Umut meselesine gelince… Eleştiren, karşı çıkan, sözünü sakınmayan birileri olduğu sürece neden umutsuz olalım? Tamam, bazı şeylerin hiç değişmediğini görmek canımızı sıkıyor, sıkacak ama düşüncelerimizi özgürce ifade ettiğimizde bir şeylerin değiştiğini görmek de umudumuzu hep canlı tutacak. Umut sonsuz bir pınardır. İçmesini bilmek gerek.

‘Z kuşağı civa gibi geliyor!’

“Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir” alıntısı hayli dikkat çekici. Kastettiğiniz ‘Z’ kuşağı değil sanırım... Bunun için ne söylemek istersiniz?

Asla Z kuşağını kastetmem bu sözlerle! Öncelikle şu “Z, Y, X” kuşakları tanımlamasının çok lop bir yaklaşım olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Hani şarkıda “Beni kategorize etme” diyor ya, bu tanımlamaya en çok da gençliğin karşı çıkması gerekir belki. Yine de yanıt yerine otursun diye aynı tanımdan gidecek olursak, Z kuşağının cıva gibi geldiğini düşünüyorum! Bağlasan durmazlar ve bu çok iyi bir şey. Okul söyleşilerimde tanıştığım gençlerin pırıl pırıl gözlerini dönüp dönüp hayranlıkla anlatan birisiyim ve bir önceki soruya da dönecek olursak, işte umut zaten gençlikte. Alıntıdaki “yeteneksiz olmasına rağmen hazıra konmak isteyenler” ise çokça cehaletle özdeşleşenler. “Zırcahilim; herhangi bir şey okumaya, düşünmeye ve anlamaya da niyetim yok ama her şey ben olayım” diyen insanlar var etrafımızda. Her yaştan, her çevreden… İtirazım buna. Velhasıl liyakat meselesi…

Romanda, Nâzım, Orhan Veli, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Dostoyevski ve daha pek çok yazarla karşılaşmak mümkün. Tıpkı İstanbul gibi zengin ve bir o kadar karmaşık… Hemen hemen her satırda bir gönderme, bir yâd etme var. Bu sanki İstanbul’a, edebiyata bir vefa, ne dersiniz?

Vefa çok güzel bir tanımlama. Hayatta bizi biz yapan değerler var ve bunlara karşı vefalı olmalıyız. Söz konusu edebiyat ve İstanbul’da geçen bir roman olunca da, beni ben, bizi biz yapan isimleri anmadan, tıpkı onlardan devşirdiğimiz duyguların zihnimizin bir köşesinde yer etmesi gibi, cümlelerin arasına onların ruhunu yerleştirmeden olmazdı. Aynısını bilebildiğim kadarıyla Joyce için de yapmaya çalıştım. Romanın Dublin, Trieste ve Paris sokaklarında geçen bölümlerinde, Joyce’un hayatına bizzat temas etmiş veya düşüncesini şekillendirmiş birçok isme rastlıyoruz. Romanda Vefa Lisesi de geçiyordu galiba, değil mi?

Çevirmenin James Joyce’un çocukluk ve gençliğine gidip yazara notlar aldırması, önerilerde bulunması vs., çevirmenin çeviri sırasında katkı sağlama ya da bütünleşme çabası mıdır? Çeviride bu tür durumlar yaşanır mı?

Ben çeviri yaparken daima, “Joyce Türkçe bilse nasıl yazardı?” diye düşündüm. Bu da bir nevi bütünleşme ve katkıdır sanırım. Öte yandan, iyi edebiyatın çatışma üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Yani aynı olaya farklı açılardan bakan kişilerin yarattığı tartışma ortamı. İllaki zıt görüşler olmasına hiç gerek yok; benzer düşüncelerin farklı dile gelişi de olabilir. Bu bakımdan böyle bir roman, yazar ile çevirmen arasındaki çatışmayı işlemek için de büyük bir fırsattı. Hatta ayrı ayrı noktalarda” yazar çevirmenin, çevirmen de yazarın hayatına ne derece müdahil olabilir?” diye sorguluyorlar. Bunu en çok çevirmen dostlarım anlayacaktır, ki bu roman biraz da onları romanı zaten.

‘Bugün bir dostla hayata dair iki satır konuştuk mu?’

 Sıradan olanın hayatının yazılmasının ya da herkesin yaşamının kaleme alınmasının edebi bir karşılığı var mı? Sıradanlık, önemli olmak neye ve kime göre değişir?

Burada sıradanın tanımını doğru yapmak gerekiyor. Kastedilen “vasat” değil. Şöyle ki… Bizi sömürmek isteyen kapitalist düzen bize sürekli büyük başarılar veya felaketler, kahramanlar, yenilgiler ya da zaferler, şaşaalı olaylar anlatıyor. Oysa asıl gizem ve bize gereken algı, günlük rutinin içindeki fevkalade sıradan görünen ayrıntının içinde saklı. Diğeri göz boyamadan ibaret, hepsi yalan! Telefona veya televizyona elimiz gidiyor ve Trump’ın bugün ne dediğini okuyoruz. Allah belasını versin Trump’ın ve ne dediğinin! Bugün bir dostla hayata dair iki satır konuştuk mu? Kaldırımdaki ağacın yapraklarının ufak ufak sarardığını görüp hayatın döngüsü üzerine düşündük mü? Aklımıza birdenbire düşen bir şeyin izinin ta nerelere dayandığını fark ettik mi? Daha böyle bir dolu sıradan şey… Neyin sıradan, neyin önemli olduğu bize göre değişmeli ve bazen, gayet sıradan gördüğümüz şeylerin aslında ne kadar önemli, veya hayati önemde sandığımız şeylerin tamamen zırva olduğunu fark edebilmeliyiz. İyi edebiyatı pop kültürün tüketiminden ayıran da biraz bu bahsettiğim farkındalığı yaratıp yaratmadığında yatıyor.

 Son olarak sizin sorunuzu size sormak istedim. “Sahi, eserini basılı haliyle eline alınca ne hisseder yazar?”

Ben saf bir mutluluk ve samimi heyecan hissediyorum. Joyce’a da sormak gerek. O ne hissederdi acaba?

 

Yazar: Fuat Sevimay

Yayınevi: İthaki Yayınları

Sayfa Sayısı: 512

İlk baskı yılı: 2020