Türkiye'de sosyal bilim yayıncılığı ve çevirmenliği

Işık Ergüden'in Paris BULAC'ta yaptığı konuşmanın metnini K24 olarak yayınlıyoruz. Ergüden: İnadına kitap, inadına düşünce, inadına felsefe ve sosyal bilim demekten başka çare yok sanırım...

22 Şubat 2018 13:54

Öncelikle beni böyle bir toplantıya çağıran Éditions de l’École des hautes études en sciences sociales (EHESS) ile le Centre d’études turques, ottomanes, balkaniques et centrasiatiques’e (CETOBaC), katkıda bulunan ve bu toplantıda hazır bulunan herkese, keza konuşma metnimi Fransızcaya çeviren Sylvain Cavaillès’e teşekkürlerimi sunmak isterim. 

Konuyla ilgimin anlaşılması açısından kendimi kısaca tanıtarak söze başlamak istiyorum. 1960 yılında İstanbul’da doğdum. Fransızcayı öğrendiğim Galatasaray Lisesi’nde okuduğum 1970’li yıllarda siyasî nedenlerle hapse girip 12 yılın ardından hapisten çıktığımda, gerek çocukluğumdan beri kitaplara ve yazıya olan sevgimden dolayı, gerekse de düzenli bir ofis işinde çalışmak istemediğimden çeviriyle hayatımı sürdürmeye karar verdim. Üniversiteye gittiysem de mezun olmadım, dolayısıyla ne çeviri alanında ne de başka herhangi bir disiplinde bir uzmanlığım, akademik sıfatım yoktur; çeviriyle ilişkim tamamen alaylılık çerçevesinde başlayıp gelişmiştir. İlk çeviri kitabımın yayımlandığı tarih olan 1992’den bugüne dek 230 çeviri kitabım yayımlandı, bunların 13’ü hariç geri kalan 217’si Fransızcadan Türkçeye aktarılmış kitaplardır. Ayrıca birçok yayınevine sayısını hatırlamadığım kadar kitabın yayıma hazırlanmasında redaktör ve editör olarak çalıştım. Son iki yıldır da Sel Yayıncılık’ta editör olarak düzenli çalışmaktayım. Biri kurmaca, diğerleri düşünce alanında olmak üzere kendi yazdığım dört kitabım var. Dolayısıyla, Türkiye’deki yayın dünyasının son 25 yılında yazar, çevirmen, redaktör ve editör olarak yer aldığımı ve alanda bu dolayımla bilgi sahibi olduğumu söyleyebilirim.

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de baskı ve sansür hiç eksik olmamıştır, dönemlere göre değişen biçimlerde de olsa, yazılarından, kitaplarından dolayı hapse atılan yazar, düşünür, gazeteci ve yayıncıların yanısıra, kitap yasaklamaları da hep sürmüş, bütün bu ortam bir tür otosansüre, kimi konuların tabu olmasına önayak olmuştur.

Bu girişten sonra, Türkiye’deki sosyal bilim yayıncılığının tarihçesine kısaca bir göz atarsak, Osmanlı döneminde, özellikle Tanzimat’la birlikte Batı düşünce ve edebiyatından yoğun bir çeviri dalgasının başladığı, Osmanlı aydınlarının başta Fransız Devrimi’nin temel fikir babaları olmak üzere, Durkheim, Bergson gibi düşünürlerden, keza Marksist, sosyalist fikirlerden etkilendikleri, tercümeler yaptıkları görülür. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte bu tercüme dalgasının devlet eliyle de desteklenerek sürdüğü, keza üniversitelerin kürsülerinde sosyoloji, tarih, felsefe alanlarında önemli düşünürlerin ortaya çıktığı gözlemlenir. Asıl önemli gelişmenin, Türkiye’de sosyalist mücadelenin yaygınlaştığı ve kitleselleştiği 1960’lı ve 1970’li yıllarda görüldüğü, hemen hemen bütün Marksist klasikler başta olmak üzere, ana akım sol eserlerin bu yıllarda Türkçeye aktarıldığı, Türkiye’nin sosyo-ekonomik, kültürel yapısı üzerine önemli çalışmaların yayımlandığı, bu türden eserlerin on binlerce sattığı, geniş kitlelerin ellerinde birer eylem aracı hâline geldiği bir gerçektir. 1980 yılındaki askeri darbe uzun süren etkileriyle birlikte bu sürece kanlı bir şekilde son verirken yayıncılığın farklı bir yönelime girmesine de farkında olmadan katkıda bulunmuş oldu. Muhalif siyasal mücadelenin, sokak pratiklerinin kapanmasıyla birlikte, hapishaneye girmemiş ya da hapisten çıkan sol kesimden birçok kişi yayıncılık yapmaya başladı. Bu süreçte kurulan yeni yayınevleri, o tarihten bugüne Türkiye’nin önde gelen yayıncıları arasında yer alırken, aynı zamanda da klasik metinlerden Frankfurt Okulu’na, Amerikan cultural studies’e, Fransız düşüncesinin önde gelen filozoflarına dek uzanan geniş bir yelpazeden düşünür ve yazarlar da çevrilmeye, eserleri okunup tartışılmaya başlandı. Diğer yandan bu yayıncılık zaman içerisinde dünya standartlarına erişerek, telif haklarıyla, mümkün olduğunca düzgün çeviri, redaksiyon ve editörlük çalışmalarıyla sürer bir hâl aldı. Ancak 1970’li yıllarda on binlerle ölçülen satış rakamlarının 1980’lerden günümüze iki binleri aşamadığını, hatta giderek düştüğünü de eklemek gerekir. Bugün de bu düşüş sürecinin devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz.  

Bu kısa tarihçeye şunu da eklemek gerekir ki, Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de baskı ve sansür hiç eksik olmamıştır, dönemlere göre değişen biçimlerde de olsa, yazılarından, kitaplarından dolayı hapse atılan yazar, düşünür, gazeteci ve yayıncıların yanısıra, kitap yasaklamaları da hep sürmüş, bütün bu ortam bir tür otosansüre, kimi konuların tabu olmasına önayak olmuştur.

Çeviri eserler üzerinden yürütülen bir sosyal bilim yayıncılığının giderek daralmasıyla, okur kitlesinin iyice azalmasıyla, düşünce üretiminde karşılık bulmamasıyla karşı karşıya kaldığımız bir gerçektir.

Türkiye toplumu neredeyse iki yüzyıldır çözülmemiş ve üst üste yığılarak iyice karmaşıklaşmış hep aynı sorunlarla boğuşmaktadır: Batılılaşma, İslam’ın toplumsal hayattaki yeri, başta Ermeni Soykırımı olmak üzere Anadolu topraklarında yaşamış Müslüman olmayan topluluklar üzerindeki baskı, şiddet, sürgün ve yok etme politikaları, Kürt ve Alevi kesimler üzerindeki terör politikaları, resmî devlet ideolojisi dışında kalan her türden etnik, cinsel, toplumsal kimlik üzerinde baskı, kadınlar ve çocuklar üzerindeki şiddet ve taciz, emekçi kesimlerin, yoksulların hak taleplerinin şiddetle ezilmesi, sosyalist, komünist hareketlerin bastırılması, giderek büyüyen emek sömürüsü, eşitsizlik, özgürlüksüz ortam... Dolayısıyla bu siyasal, toplumsal ortamın etkisiyle bu yöndeki sosyal bilim yayınları belli bir ilgi görmekte ve bu yönde Türkçe bir üretim iyi kötü sürmektedir. Fakat bu alandaki çok önemli yayınların yanında, geniş kitleler için büyük bir milliyetçi, hatta ırkçı yayıncılık da mevcuttur. Keza, örneğin düşünce alanında, diyelim felsefede neredeyse hiç özgün eser üretilememesi, siyasal sorunlarla bu denli bunalmış, bu sorunlarla boğuşmaktan yorulmuş bir toplumsal yapının özelliği olarak görülebilir.

Dolayısıyla çeviri eserler üzerinden yürütülen bir sosyal bilim yayıncılığının giderek daralmasıyla, okur kitlesinin iyice azalmasıyla, düşünce üretiminde karşılık bulmamasıyla karşı karşıya kaldığımız bir gerçektir.

Bu durumun genel olarak bütün dünyayı kapsayan küresel kapitalizm koşullarıyla bağlantılı yanları elbette vardır. Sanırım sosyal bilim yayıncılığı Fransa gibi ülkelerde de giderek daralmakta, okur bulmakta zorlanmaktadır. Kapitalizmin üretim, tüketim, gösteri ve görüntü döngüsü içine girmiş geniş yığınların hayatlarında kitaba kalan yerin dünya genelinde giderek daraldığı açıktır. Üstelik dünya nüfusunun büyük bir kesiminin savaşlarla ve göçlerle, hayatta kalma ve temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama sorunlarıyla boğuştuğu gerçeğini dikkate alırsak, kitaba, hele bir sosyal bilim kitabına bu ortamda ne kadar yer olduğu sorusu korkarım giderek cevapsız bir soru hâlini alacaktır.                   

Bu genel ilgi düşüklüğünün, değişen hayat tarzlarının getirdiği sorunlar bir yana, Türkiye’nin kendine has sorunları da sosyal bilim yayıncılığının önünde engel oluşturmaktadır. Bu tür metinlerin asıl okur kitlesi ya toplumsal hareketlilik içinde olan, dolayısıyla somut cevaplar peşinde koşan kitleler ya da akademik çevreler ve bu çevrelerin dolaylı halkaları olabilmektedir. Dolayısıyla 1960’lar -1970’ler Türkiye’sini ve Türkiye Kürdistanı’ndaki mücadelenin kitlesel etkisinin görüldüğü dönemleri bir yana bırakırsak, esasen akademik çevreye, eğitmen ve öğrencilere hitap edildiği açıktır. Türkiye’de eğitim sistemi her zaman devletin temel ideolojik aygıtlarından biri olarak işlemiş, gençlerin beyinlerinin resmî ideolojiyle yıkanması eğitim sisteminin temel görevlerinden biri kabul edilmiştir. Buna rağmen ya da belki de bununla birlikte, Türkiye’de eğitimli kesim uzun yıllar muhalif özelliklerini koruyabilmiştir. Türkiye’nin entelektüel birikimi, sanatsal, düşünsel yaratıları esasen bu muhalif kesimin ürünü olagelmiştir. Bu nedenle de dinci, milliyetçi, muhafazakâr ideolojiler gözünü hep eğitime dikmiş, bu muhalif öğelerin yetişmesini engellemeye çabalamıştır. Özellikle son dönemde AKP iktidarının bu yöndeki tutumu gayet açıktır: Liselerde zaten sınırlı olan felsefe dersleri kaldırılmış, neredeyse kreşlerden itibaren din eğitimi, cihat öğretisi yaygınlaştırılmış, normal liseler imam hatip okullarına çevrilmiş, kısacası yaygın kitleye dinî eğitim dışında neredeyse hiç seçenek bırakılmamıştır. Gerek ilkokul ve lise öğretmenleri arasında, gerekse de üniversitelerde tam bir kıyım uygulanarak ilerici, demokrat, sosyalist kişiler bu kurumlardan dışlanmıştır. Her türden faşist rejimin belli başlı taşıyıcılarından biri olan anti-entelektüalizmin başat olduğu bu koşullarda sosyal bilim metinlerini okutacak, okuyacak, tartışacak ortam bulmak giderek imkânsız bir hâl almaktadır.

Sosyal bilim kitaplarının okunurluğu sorunu elbet çok katmanlıdır. Öncelikle bu metinlerin kaynak dilde ne kadar basılıp okunduğundan başlamak üzere, hedef dile ne ölçüde doğru ve düzgün aktarılabildiğine, ya da hedef dilde bu alanlarda özgün düşünce üretiminin ne ölçüde yaygın olduğuna, bu tür metinleri alımlayan bir kitlenin varlığına ya da yokluğuna dek uzanan geniş bir panoramaya bakmak gerekir.

Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin 2016 verilerine göre, 78 milyon nüfusa sahip olan Türkiye’de kitap okumaya ayrılan zaman günde ortalama bir dakika olarak açıklandı. Türkiyeliler günde sadece bir dakikasını kitap okumaya ayırırken, televizyon izlemeye altı saatini, internete ise üç saatini ayırıyor. Durum böyleyken, günde bir dakikalık bu süreye bir sosyal bilim metninin girme ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu tahmin etmek zor olmayacaktır. Giderek dünya kültüründen koparılmaya, milliyetçi-dinci, tektipçi, totaliter bir biat kültürünün egemenliğinde lumpenleştirilmeye çalışılan bir ortamda sosyal bilim yayıncılığı, 80 milyona varan bir nüfus içinde bugün en fazla 1500 adet, kimi zaman 1000, hatta 500 adet basılan kitaplarına okur bulabilme, kendi varlığını ve çizgisini sürdürebilme sorunuyla karşı karşıyadır.

Gelelim sosyal bilim çevirmenliğine. Bu durumu kendi şahsi deneyimimle örnekleyerek açıklamak istiyorum.

Yayımlanmış ilk çeviri kitabımın tarihi 1992'dir. 2017 sonu itibarıyla, yani 25 yıl içerisinde yayımlanmış toplam çeviri kitaplarımın sayısı 230'a yaklaşmaktadır. Bu sayıyı veri alırsak, toplam çeviri kitaplarımın 132'si sosyal bilimler diye adlandırılabilecek, felsefe, sosyoloji, siyaset bilim, iktisat, psikoloji gibi geniş bir alana dahildir. Kitap adlarını belirtmeden, çevirdiğim bazı yazarları sıralarsam: Louis Althusser, Gaston Bachelard, Alain Badiou, Georges Bataille, Jean Baudrillard, Henri Bergson, Maurice Blanchot, Pierre Bourdieu, Hamit Bozarslan, Robert Castel, Cornelius Castoriadis, Gilles Deleuze, Michel Foucault, René Girard, André Gorz, Pierre Grimal, Felix Guattari, Michel Henry, Pierre Kropotkine, Paul Lafargue, Henri Lefebvre, Emmanuel Levinas,  Michael Löwy, Pierre Macherey, Odile Moreau, Pierre-Joseph Proudhon, Enzo Traverso, Raoul Vaneigem, Paul Veyne, Annette Wieviorka... gibi isimleri anabilirim.

Bu 25 yıllık süre içerisinde 132 kitabın sadece 16'sı yeni baskı yapabilmiş; bunların da olsa olsa beşi iki baskının üzerine çıkabilmiştir. Dolayısıyla, geriye kalan yaklaşık 130 kitap bu sürede ilk baskılarını bile tüketememişlerdir. Kimilerini piyasada, kitapçı raflarında bulmak artık imkânsızdır. Yani, söz konusu tarihler arasında 70-80 milyon nüfuslu bir ülkede 2000 adet bile satmamış ya da ikinci baskı yapmışsa bile 2000 adedi biraz geçmiş kitaplardan söz etmekteyiz.

Sosyal bilim kitaplarının okunurluğu sorunu elbet çok katmanlıdır. Öncelikle bu metinlerin kaynak dilde ne kadar basılıp okunduğundan başlamak üzere, hedef dile ne ölçüde doğru ve düzgün aktarılabildiğine, ya da hedef dilde bu alanlarda özgün düşünce üretiminin ne ölçüde yaygın olduğuna, bu tür metinleri alımlayan bir kitlenin varlığına ya da yokluğuna dek uzanan geniş bir panoramaya bakmak gerekir.

Bu konuda beni asıl ilgilendiren, merakımı uyandıran, bu türden kitapların özellikle akademik ilgi alanına sıkışma hâlinin nasıl aşılabileceğidir. “Okur” denen kişiyi, aslında hepimizi merak ediyorum. Örneğin, sekiz saat bir iş yerinde çalışıp en az bir saat de yolda geçirdikten sonra, eve döndüğünde, yemek yemek ve ailesiyle ya da arkadaşlarıyla birlikte olmak dışında, televizyon, internet, cep telefonu gibi oyalayıcı aletleri de bir yana bırakıp kitap okumak isteyen kişinin, kitap okuma aşkıyla yanıp tutuşsa da, nispeten kolay okunur bir edebiyat metnini değil de, mesela Bergson’un bir eserini, Karl Marx’ın Kapital’ini ya da Michel Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler’ini alıp, kâğıt kalemiyle masa başına oturacağını hayal etmekte zorlanırız; olsa olsa rahat okunur bir bestseller alıp bir köşeye çekilir ve sonunda da kitabı elinden düşürerek uykuya dalar. Yaşadığımız hayatlar, tam da bu hayatları ele alıp sorunsallaştıran sosyal bilim metinlerini alımlamaya ne ölçüde imkân tanıyor? Bu sorulara olumlu bir cevap verebileceğimiz kanısında değilim. Bu imkânsızlık önümüzde durdukça, sanırım bu tür kitapların göreceği ilgi de üç aşağı beş yukarı pek değişmeyecektir. Ama Jacques Rancière'in La nuit des prolétaires [Proleterlerin Gecesi] adlı eserinde sözünü ettiği, tavan aralarında gece vakti metafizik ya da toplumsal sorunları tartışıp okuyan işçiler, 1970'li yıllar Türkiye'sinde on binlerce nüsha basılıp satılan Marksist klasikler, toplumsal-tarihsel metinler hatırlarımızdadır. Metnin hayatla temasa geçebilmesi, bir eylem aracı hâlini alabilmesi ya da tersine hayattan kopması, bir tür üst-dile, akademiye, dar bir çevrenin iletişim diline kapanıp kalması, sanırım sosyal bilimin bizzat kendi üretimine dair üzerinde durması ve çözmeye uğraşması gereken temel sorunlardan biridir.

Toplumsal yapı ve süreçleri ilgilendiren bu soruları unutmadan bir kenara bırakıp yine yayın ve çeviri alanına geri dönersek, üzerinde durmak istediğim konuyu daha net belirtebilmek adına, ben yine kendi verilerime bakmak istiyorum.

230 çeviri kitaptan söz etmiştim. Bunların 132'sini sosyal bilim kategorisi altında sınıflandırdım. Geriye kalan 98 kitap ise edebiyat alanına girmektedir. Çevirdiğim edebiyat kitaplarının yazarları arasında kimler olduğunu da kısaca belirtmeye çalışayım. Örneğin, Muriel Barbery, Balzac, Simone de Beauvoir, Léon Bloy, Marguerite Duras, Alfred Jarry, Tahar Ben Jelloun, Fernando Pessoa, Antoine de Saint-Exupery, José Saramago, George Semprun, Stendhal, Jules Verne...

Türkiye'deki yayıncılık ve çeviri süreci açısından önem taşıdığını düşündüğüm bir diğer nokta da burada ortaya çıkmaktadır. Batı'daki yayın dünyasında görebildiğim, izleyebildiğim kadarıyla, örneğin Nietzsche'yi Fransızcaya aktaran bir çevirmenin bir de Hegel çevirdiğine pek rastlanmaz; hele ki kalkıp bir de Goethe çevirdiği sanırım hiç görülmez. Türkiye'de, en azından kendi deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, çevirmen “ne iş olsa yapan” konumdadır. Uzmanlaşmanın, uzmanlığın elbette kendine has sorunları vardır, ancak bir kafa emekçisi olan çevirmenin emeğini satma tarzı hem sektörün niteliğini göstermesi açısından hem de çevirmenin içinde bulunduğu durumu örneklemesi açısından bence önemli. Bu koşullarda, sosyal bilimlerdeki çeviri eser sayısı artsa da, nitelikli ürünlerin ortaya çıkması oldukça zor.

Kendi deneyimimden çıkarttığım bu sonuçlar ışığında, sosyal bilimin de sanırım asıl odaklanması gereken sorun, Türkiye'de çevirmenin toplumsal statüsünün prekarya konumunda olmasıdır. Bu sorun çözülmedikçe, çeviri kalitesi, dil, içerik, üslup gibi kitaba dair sorunları konuşmak lüks kaçacaktır.

Türkiye'de tam zamanlı olarak çeviriyle uğraşan, başka hiçbir gelir kaynağı olmayan, yani “profesyonel kitap çevirmeni” denebilecek insan sayısı son derece azdır. Çevirmenlerin büyük bölümü yan iş olarak çeviri yapmakta, dolayısıyla meslekte kalıcılık, meslekî eğitim, uzmanlaşma gibi süreçler bu alanda pek bir işlerlik taşımamaktadır. Aslında burada bir paradoks vardır: Türkiye'de yayıncılık esasen çeviri kitaplara dayandığından yayınevleri profesyonel çevirmene ihtiyaç duyar, dolayısıyla hayatını sadece çeviriyle sürdürebilme koşullarını çevirmene sağlamak yayıncılığın nitelikli biçimde sürmesi açısından önemlidir. Ancak bunun maliyetini üstlenmek istemeyen yayınevleri sürekli yeni başlayan çevirmen bulup bunlara ucuza kitap çevirtmeyi, böylece piyasaya bol miktarda ve niteliksiz kitap akışı sağlayarak kendi kârını arttırmayı tercih etmektedirler. Bu durum bir meta olarak kitabı yaygınlaştırsa da, bir noktadan sonra birbirinin aynı kalitesizlikte malların raflarda yer aldığı süpermarket mantığı yayıncılığı da ele geçirmektedir. 

Dolayısıyla, çevirmenlik, (kitapla ilişkide olma isteğiyle) yan iş olarak ya da (maddî imkân sağlama amacıyla) geçici bir süre boyunca çeviri yapan, çoğunluğu üniversite öğrencisi gençlerin uğrak alanı olur. Veyahut, özellikle sosyal bilim alanında CV'ye katkısı olsun diye bir iki kitap çevirip sonra da çeviriye bulaşmayan akademisyenlerin gelip geçtiği bir meslek olur. Profesyonel kitap çevirmenlerinin son derece sınırlı sayıda insanı kapsamasının temel nedeni Türkiye'de çevirmenin meslekî statüsünün yokluğudur. Kitap çevirmeni, devletin ya da herhangi bir kurumun sağladığı yasal güvencelerden yoksundur; sosyal sigorta, sosyal güvence, emeklilik, ücretli izin, tatil gibi hiçbir yasal hakkı yoktur. Kamusal hak ve statülerden yoksun olan çevirmen, çevireceği her kitapla ilgili olarak yayınevleriyle geçici bir sözleşme yapar, kitabı teslim ettiğinde de parasını alabilmek için genellikle yayınevinin peşine düşmek zorunda kalır. Çevirmenin hakkını alamadığı durumlara dair çok sayıda anekdot hep anlatılır. Ama her şeyin yolunda gittiğini, karşılıklı olarak sözleşme ilkelerine uyulduğunu varsayarsak, bu durumda ücretlendirme nasıl olur? Kabaca bir örnek verirsem: Bugün Türkçeye 300 sayfalık bir sosyal bilim kitabı çevirdiğiniz zaman, bu kitabın mesela 1000 adet basılacağını ve yaklaşık 7-8 Euro’dan satılacağını varsayarsak, ve on yıldan bu yana çevirmen haklarını savunmak üzere kurulmuş bulunan Çevirmenler Birliği'nin koyduğu asgari sınır olan brüt yüzde yedi üzerinden yayıneviyle sözleşme yaptığını da düşünürsek, devletin yasal vergi ve kesintileri düşüldüğünde elinize geçecek miktar net 300-350 Euro olur.[1] Tam zamanlı çalışan bir çevirmenin, 300 sayfalık bir kitabı gecesini gündüzüne katarak ve hakkını vererek yaklaşık olarak en az üç ayda çevirebileceğini ve bu 300 Euro’nun da çeviriyi teslim ettikten sonra eline geçeceğini düşünürsek, aslında tek başına yaşayan bir kişinin bile geçinmesine imkânsız bir durumla karşılaşırız. Keza Türkiye koşullarında bu 300 sayfalık sosyal bilim kitabını çevirecek vasıflı çevirmenin eline geçen bu paranın vasıfsız bir kol emekçisinin kazanacağı aylık asgari ücretin çok altında olduğunu da belirtebiliriz.

Türkiye'de tam zamanlı olarak çeviriyle uğraşan, başka hiçbir gelir kaynağı olmayan, yani “profesyonel kitap çevirmeni” denebilecek insan sayısı son derece azdır. Çevirmenlerin büyük bölümü yan iş olarak çeviri yapmakta, dolayısıyla meslekte kalıcılık, meslekî eğitim, uzmanlaşma gibi süreçler bu alanda pek bir işlerlik taşımamaktadır.

Çevirinin uzmanlık gerektirmesine ya da zorluğuna göre bir ücret artışı bildiğim kadarıyla Fransa'da mevcutken Türkiye'de böyle bir uygulamanın olmaması, salt sayfa sayısına bakılması çevirmeni elbette daha rahat çevrilir, daha kolay metinlere yöneltir. Çevirmen, örneğin 300 sayfalık çok-satar tarzda bir roman çevirerek alacağı paranın aynısını yine 300 sayfalık, emek yoğun ve entelektüel birikim gerektiren sosyal bilim metnini çevirerek alacaksa, eğer geçinmek için çeviri yapıyorsa, çok-satar romanı çevirmeyi tercih edecektir. Hem çok daha kısa sürede, muhtemelen hiçbir ilave okuma, çalışma yapma gereği duymadan o romanı çevirebilecek, hem de hedef dilde de çok satarsa emeğinin karşılığını daha fazla alabilecektir. 

Piyasa denen meta dolaşım sürecine yetişmeye çalışan yayınevleri çevirmenden bir an önce kitabı teslim alma ve hemen piyasaya sürme derdi içindeyken, çevirmen de bir an önce kitabı teslim edip parasını alma ve yeni bir kitap sözleşmesi yapma derdindedir. Durum böyle olunca, kimsenin herhangi bir konuda uzmanlaşmaya ne zamanı ne de imkânı olabilmektedir. Uzman ya da nitelikli kişilerin, akademi alanında yer alan insanların ise preker koşullardaki bu sektöre girip çalışmayı tercih etmeleri pek mümkün değildir. Keza yayınevlerinde de sosyal bilim alanında uzmanlaşmış pek az yayıncı bulunmaktadır; genel çoğunluk her konuda yayın yapmayı tercih etmektedir. Dolayısıyla sosyal bilim kitaplarının editörlüğünde, redaktörlüğünde uzmanlaşmış insan bulmak da oldukça zordur. Tıpkı çevirmenler gibi yayıncıların ve editör-redaktör kesiminin de büyük çoğunluğu her türlü yayıncılık yapar konumdadır.  

Prekaryalığın neoliberal ekonomilerle birlikte yaygınlaştığı günümüzde, Türkiye'deki ilk preker iktisadî alanlardan birinin kitap çevirmenliği olduğu söylenebilir. Elbette, her türlü iş cinayetinin yaygın olduğu bu ülkede çevirmenlerin konumunu nispeten daha rahat görebiliriz, maden ocaklarında ya da inşaatlarda ölme riski çevirmen açısından yoktur. Fakat hem gayet nitelikli bir emek gerektiren, bütün bir dünya kültürünün günümüzdeki önemli taşıyıcıları, aktarıcıları arasında yer alan, hem de hiçbir güvencenin olmadığı, yarını belirsiz, prekarya koşullarında çalışan bu insanların, özellikle sosyal bilimler gibi yoğun düşünsel emek ve çaba gerektiren bir alanda varlık sürdürmeye daha ne kadar devam edebileceği sorusu üzerinde ciddi olarak düşünmek gerekir. Yayın sektörünün özellikle çeviri metinlere dayandığı Türkiye'de bu üretim sürecinin temel ayağını oluşturan çevirmenin koşulları düzeltilmedikçe, zaten fazlasıyla çorak olan, devletin her türden baskısı altında varlık sürdürmeye çalışan entelektüel alanın, yaratıcı, eleştirel ve dönüştürücü olabilmesi mümkün gözükmemektedir. 

Tablo bu kadar karanlık olsa da, şunu söylemek gerekir ki, Türkiye’de sosyal bilim yayıncılığının ve çevirmenliğinin sürüyor olması bu faaliyetin hiçbir zaman sadece bir yayıncılık, sadece ticarî bir faaliyet olmamasına doğrudan bağlıdır: Türkiye’de bu yayıncılığı sürdürmek, bu topraklarda yaşayanlara, özellikle gençlere insanlık değerlerini, demokrasiyi, eleştirel ve özgür düşüncenin önemini hatırlatmanın, bütün canlıların tüm farklılıkları ve aynılıklarıyla haysiyetli yaşama hakkını savunmanın, başka bir dünya mümkün demenin bir yoludur. Bu yolda devam etmekten, dünya kültürünün, düşüncesinin insanlığa sunduğu anlamlı metinleri Türkçede yayımlamaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Nitekim, belki Fransa’da bile okunmayan birçok düşünürün kitaplarının Türkçede yayımlandığını, gençler arasında ilgiyle okunduğunu, dar çevrelerle sınırlı kalsa da yoğun bir entelektüel ortamın oluştuğunu vurgulamak gerekir. Şunu da unutmamalı ki, kitap okumamakla, apolitik olmakla suçlanan bir kuşak bundan birkaç yıl önce Türkiye tarihinin gördüğü en kapsamlı, en kitlesel ve en şiddetsiz isyan hareketini, Gezi Direnişini ve Gezi Komününü yaratabildiyse, umutsuz olmamız için hiçbir neden yok demektir.

Şahsen, koşullar ne olursa olsun, dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu hâli dikkate alarak, bu tür metinleri çevirmenin, aktarmanın, tek bir kişiye bile olsa ulaşmasını sağlamanın önemine inanıyorum. İnsanları düşündürtecek, eleştirel düşünceyi geliştirecek, sorgulama ve dönüştürme yoluna sokacak metinleri her dile ulaştırmanın yolunu muhakkak bulabilmeliyiz. Bunu, başka bir dünyayı, başka bir hayat tarzını mümkün kılmanın olası yollarından biri olarak görüyorum. Bu yüzden, inadına kitap, inadına düşünce, inadına felsefe ve sosyal bilim demekten başka çare yok sanırım...

 

Bu konuşma, 8 Şubat 2018’de Paris BULAC’ta düzenlenen “Traduction et édition — 1. Face aux contraintes politiques” seminerinde yapılmıştır. 
[1] Bu konuşma Fransa’da yapıldığı için rakamlar Euro olarak belirtilmiştir; dileyen Türk lirası olarak hesaplayabilir.