İnsan mümkün

Akademisi neredeyse bitirilen, arşivleri silinen, gazeteleri kapatılan, yazarları/ şairleri tutuklanan, dönüştürücü muhalefetten yoksun, birikimsiz, değersiz, maneviyatsız bırakılan bir ülke için gelecek kaygısı en kesin sınır...

13 Nisan 2017 13:56

“Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri.”
Albert Camus

Kanlı bir yaz, ağır bir kış geçirdik. İnsanî değerler üzerine kurulmamış bir hayatla bir katliam arasındaki mesafenin nasıl birdenbire kapanabildiğini gördük. Bombalar ardı ardına patladı, bedenler parçalandı, yılbaşı gecesi eğlenen insanların üstüne kurşun yağdı. Sonra uyuduk. Gözlerimiz yeni bir güne açıldı. Yiyip içtik, dalgınlığımıza geldi gülümsedik. İnsan acıya ait değil nihayetinde, iyi ki değil! Hayatta kalanın önünde tek yol var: Suçluların yargılanacağı yasalar ve katliamları mümkünsüz kılan bir düzen için mücadele etmek. Ama kiminle ve nasıl? 

Bütün iyi metinler bir yerde aynı şeyi fısıldar: İnsanın şerrinden insana sığınmayı. Kant, 1784’te “Aydınlanma Nedir?” sorusuna yanıt verirken, insanın kendi hatasıyla düştüğü bir yetişkin olmayış durumundan kurtulmayı ifade ediyordu. İnsanların çoğu kendi hataları ve rızaları sonucu, ölene dek erginleşmemiş olarak kalırlar. Belki de sadece kendi hataları sonucu değildir. Evet, vicdanlarının yerini tutan bir kutsal kitap, onlar adına düşünen bir din adamı, her durumda ne yapılması gerektiğini söyleyen anne-babaları, öğretmenleri, patronları, komutanları, liderleri vardır. İnsana, “Düşünme, aklını kullanma, itaat et!” diyen bu yapıya boyun eğmenin ödülü de büyüktür doğrusu. Kişi kendisini hiçbir şeyden sorumlu tutmayacak, irili ufaklı felaketler karşısında hep başkalarını suçlayacaktır. Oysa aydınlanmanın parolası Sapare Aude! “Aklını kullanma cesareti göster!” diye haykırır. Hiyerarşik yapılar içinde, emir- komuta zincirini şakırdatıp duran otoriteler karşısında akıl bütün imkânlarıyla kullanılmalıdır. Ama nasıl? Kant, meslek ve görev bilincini önemser ancak en düşük rütbeli erin bile üstleri karşısında fikrini belirtme hakkına sahip olduğunu söyler. Peki, sahip midir? “Batı medeniyeti”nin kökeninde duran “aydınlanma” fikri de gerek malûm faşist sonuçları, gerekse eril olması, “akıl, mantık, kararlılık, rasyonalite” gibi kavramları erkeklere atfetmesiyle kıyasıya eleştiriliyor uzun zamandır. Aklını kullanabilen, kendisi ve başkaları için, özellikle mağdur edilmiş, hakları ellerinden alınmış olanlar için özgürlük talep edebilen muhalif ve müdahil kitlelerin hayali ise daima canlı. Edward Said’in sözleriyle söylersem, “Yetiştiğimiz ortamın, sahip olduğumuz dilin ve milliyetin sağladığı, çoğunlukla da başkalarının gerçekliğini görmemizi engelleyen birer perde işlevi gören, ucuz kesinliklerin ötesine geçebilme riskini” göze aldığımızda yaklaşabileceğimiz bir hayal.     

İnsanın aklını kullanma cesareti gösterebilmesi hiç kolay değil. Bir aklı olduğunu fark ettiğinde bir ailesi olduğunu da fark ediyor çünkü. Ne yiyip ne giyeceğini, üniversite okuyacaksa hangi bölümde okuyacağını (bu eğitim sürecinde “çocuk” dünya görüşü, inanç, siyasi tercih gibi konularda değişmeden kalmalıdır), hangi kızla/ oğlanla ne zaman evlenilmesi gerektiğini dikte eden ebeveynler... Kendilerinin seçme hakkı oldu mu ki çocuklarının olsun! Kimse, sırası geldiğinde birilerinin karşısında otorite olma fırsatını kaçırmaz. Okul denen o büyük kapatılma deneyimlenir sonra. Denetim toplumundaki her mahkûmun, yani her “özgür vatandaş”ın sürekli gözetlendiği büyük panoptikonun yavruladığı okul… Çocuk ya da genç bir insan bedeninin her gün altı-sekiz saat kapalı kaldığı bir bina, bir oda. Hareket süresi ve imkânı sınırlıdır, hareket zihne zindelik verebileceği için hoş görülmez. En uzun sürede en az şey nasıl öğretilir? Aklı kullanmaya cesaretlendiren, ezberden taşan bir öğretmenle karşılaşılmışsa ne mutlu. Üniversitede bile az kişiye kısmet olur. Okulu daha büyük kapatılmalar izler. Bütün kasveti, sömürüsü, hiyerarşisi ile iş yaşamı mesela. “Aklımı her durumda kullanma hakkına sahibim” diyen çalışan, bunu söyledikten ya da davranışlarıyla gösterdikten sonra bir işi olmayabilir artık. Neyse ki dışarısı biraz daha geniştir. “Bizi esir ettiler,/ bizi hapse attılar:/ beni duvarların içinde,/ seni duvarların dışında” diyen Nâzım’ın sesini yankılamak gerek çünkü bu dizelerin hemen peşinden şöyle de demiştir şair: “Ufak iş bizimkisi./ Asıl en kötüsü:/ bilerek bilmeyerek/ hapishaneyi insanın kendi içinde taşıması...” Denetim toplumunun amacı budur: Hapishaneyi insanın içinde kurmak. Panoptikon içinde yaşadığı/ yaşatıldığı yapıya boyun eğen zihinlerin, böyle zihinler de panoptikonun sürdürülebilirliğini garantileyecektir. 

Öyleyse iki şeyden yoksun olduğumuz belirginleşiyor. İlki akıl ve irade sahibi olmayı, sorumluluk almayı seçen, yaşamın iktidar seçkinlerinin çıkarlarına göre biçimlendirilmesine izin vermeyen insanlardan oluşmuş toplum. İkincisi insanın aklını kullanma yetisinin kıymetini bilen, kişisel servet edinmeye değil, ülkeye ve halka hizmet etmeye odaklanmış bir siyaset. Bunlar birbirini var etme gücüne sahip. 

İnsan sosyal ve ekonomik koşulların bir sonucu malûm. Ulus Baker’in, Marx’tan aktardığı ifadelerden biri de “bir sarayda ve bir kulübede farklı düşünülür” idi.  Sözcükler, düşünceler, kitaplar sosyal ve ekonomik koşullarla gelir. Serbest düşünebilmek ne kadar kıymetli, ne kadar zor ele geçiyor. Ciddi bir okuryazarlık, dünyayı, kültürleri, ânın tarihselliğini kavrayacak deneyimler gerektiriyor. “Okumayı ve gezmeyi aşk hâline getirin” diyen Montaigne’i hatırlayalım. Toplumda karşılaştığı genelgeçer düşüncelerdense kendi düşüncelerinin önemli olduğunu söylemiştir. “Aklını kullanma cesareti” tam da bu cümlede ışıldamıyor mu? Böyle bir cümle kurmak kimlerin harcıdır? Toplum ortalamasının üstüne çıkacak kadar okumuş ve deneyimlemiş herkesin. Modern dünyanın evrensel değerlerini, can taşıyan her şeyin yaşam hakkını savunan on tane iyi kitap okumak Türkiye’de ortalamanın üstünde düşünce üretimi için neredeyse yeterlidir. Durumumuz bu kadar vahim, evet. Edebiyattan, sosyolojiden, psikolojiden toplam elli kitap okuyan kişi toplum tarafından reddedilecek hâle gelir. Deneyim denen o büyü ise kadınların ve hatta erkeklerin çoğu için söz konusu olmamıştır. Para, özgürlük ve özgüven gerektirir çünkü. 

Barry Sanders’ın, Öküz’ün A’sı adlı kitabının altbaşlığı “Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi.” Keşke sorunun kaynağı sadece elektronik çağ olsa. Bu, 1980’lerin sonunda ve 1990’larda ayyuka çıkan bir konuya, gençlerin anadilini uygun biçimde kullanmamalarını İngilizce eğitime ya da bilgisayara bağlamaya benziyor. Eğitim hizmetinin niteliksizliği bağlamında insan yaşamının tüm koşullarını belirleyen, insan merkezli olmayıp insana yatırım yapmayan siyaset başarısızdır olsa olsa. Yoksa Türkçeyi de İngilizceyi de yazılı kültürün gerektirdiği gibi konuşup yazan gençler yetiştirmek imkânsız değil. Okuryazarlıkla artacak muhalefetten korkan hükümetler, seçkinler ve diğerleri... Peki, sözlü kültürde, kitapsız bilmekte, ahlâkî değerlerin geleneksel aktarımında ne kaldı? Yazık ki gözlemlenebilen şey çöküş ve çürüme.

Barry Sanders, bir toplumda okuryazarlığın tesis edilmesini insanların benliklerini oluşturması için gerekli görür. İnsanlığın temeli sayılan, eleştirel ve kendi kendine yön veren insan düşüncesinin ancak okuma yazma potasında gelişmiş olduğunu savunduğu kitabında, “tarihe okuryazarlığın sonucu olarak giren benlik, tarihten silinmenin eşiğine gelmiş durumda” der. İnsan zayıf ve güçlü taraflarını, arzu ve hırslarını, okuyup yazdıkça çözecek, benliğinin derinliklerine doğru ilerlerken kendisini travmatize eden yaşantıların izlerini ve insan oluşa dair arızaları rehabilite edecektir. Bu okuryazarlık tesis edilmediğinde şiddet giderek daha çok insan için çözüme giden en kestirme yol gibi görünür. “Benlik,” “kendilik,” “irade” gibi kavramlar yüzyıllardır insanlığın gündeminde ancak bu kavramların önemini idrak etmiş toplumlar son derece az. Sosyal planlamacı Frances Wright (1795- 1852) köleleri özgürleştirmeye adanmış deneysel cemiyeti Nashoba’yı 1824’te kurdu. Amacı özgürleşmeye hazırlamak üzere kölelere eğitim sağlamaktı. Köleler kendi özgürlük deneyimlerini kendileri de üretebilirlerdi elbet, ancak özgür insanlara bir çeşit kölelik rolü biçen, sermaye ile kaynaşmış modern devlet yapılarıyla kıyaslayınca heyecan verici. Emile Zola, 1885’te tamamladığı Germinal'i madencilerin ve tüm işçi sınıfının kalbine ekilmiş bir tohum olarak müjdeliyor, bir gün o tohumun çatlayıp büyüyeceği umudunu taşıyordu. Kalplerindeki tohumun çatlamasına hiç fırsat verilmeyen madencilerin toplu ölümleriyle tekrar tekrar sarsılıyoruz. Gündelik yaşamın akışı, iş, ekonomi ve tüm ilişkiler kendiliğinden bir şiddet makinesi gibi işliyor. Her insan; insanlık tarihi boyunca üretilmiş düşüncelerin, bilginin taşıyıcısı olmak zorunda. İnsan hem anadili bağlamında yerel kültürünü, hem de okuryazarlık sayesinde insanlık kültürünü taşımak, davranışlarında içselleştirmek ve yeni kuşaklara bu birikimle güncellenmiş bir yaşamı aktarmak sorumluluğunu almalı. Tabii sorumluluk alacak bir yetişkin olarak insandan söz ediyorum. Böyle insanlardan oluşacak topluma adanmış bir siyaset hayal ederek...

“Benlik,” “kendilik,” “irade” kavramları aklını kullanma cesareti göstermenin zemini. Hannah Arendt’in Adolf Eichmann davası üzerine yazdığı sansasyonel kitabı Kötülüğün Sıradanlığı, konuya yeni bir boyut katmak için birebir. Kant’ın “Aydınlanma Nedir?”de görev bilinci hakkında söylediği “bir makinenin parçası olmak” ifadesi bu kitapta Kant’a referanslarla tartışılır. Eichmann, Nazi Almanya’sının Yahudilerle ilgili politikasını uygularken görev yapan bir subaydır. Tehciri ve katliamı desteklemiştir ancak İsrail’deki mahkemede yargılanırken suçlamaları reddeder çünkü kendisi Yahudileri bizzat öldürmemiştir. Bebeklerin ağzına ölümcül gazı üfleyen maskeleri o kapatmamış, insanları kurşuna dizmemiştir. Bir subay olarak ona emredilen görevi yapmıştır sadece. Kötülük bu kadar sıradan ve yaygındır. İnsan aklını kullanmayı, irade göstermeyi, icabında istifa etmeyi değil de bir kendiliği yokmuş gibi davranmayı seçtiği sürece kötülük sıradanlaşır ve paylaşılır. Bir görev tanımı bağlamında gerekenleri yapmak bir yana, hiçbir şey yapmamak bile makinenin bir parçası kılar insanı. Albert Camus, Başkaldıran İnsan’da “Hiçbir şey yapmamaya karar verilebilir o zaman, bu da […] en azından başkalarının öldürülmesini kabul etmektir” der.  

İnsan, benliğini okuryazarlıkla buluyor, aklını kullanma cesaretini birikim ve deneyimle, kendisi ve başkası için “değer” nosyonunu inşa ederek kazanıyorsa ki, bu geçerliliği küçümsenmeyecek bir savdır, onay vermediği bir şiddetin çarkları dışında kalmayı da, bu seçimi demokratik hak olarak gören bir hakikat rejiminin içinde seçebilir. Öyleyse insanın mümkün olması için şartlar belli. Bu şartların ne kadarına sahibiz?

Yazının girişinde “İnsan acıya ait değil nihayetinde, iyi ki değil!” demiştim. İnsan mutluluğa ait ve elbette ölüme değil, yaşama eğilimli. Böyle diyorum çünkü Spinoza’nın düşünceleriyle, mutluluğu ve yaşamı yüceltmeyi öğrenen zihnim bunu dedirtiyor. İktidarın kitlelerin üzüntüsüne ihtiyaç duyduğunu, kitlelerin eyleme kudretini yok etmek, böylece onları bir çeşit felç etmek için sürekli kitlesel üzüntüler yarattığını söylüyor o. Deleuze’ün, Spinoza Üzerine On Bir Ders’teki şu satırları ne kadar güçlü:

Öyle kudretsiz insanlar vardır ki; işte en tehlikeli olanlar onlardır. İşte onlardır gücü, iktidarı ele geçirenler. Ve kudret ve iktidar mefhumları birbirinden o kadar uzaktır ki, iktidar insanları, iktidarlarını sadece başkalarının üzüntüsü üzerinde kurabilen gayrı muktedirlerdir. İktidarlarını başka türlü inşa edemezler. Üzüntüye ihtiyaç duyarlar. Kölelerden başka kimse üzerinde hakimiyet kuramazlar ve kölelik tam anlamıyla kudretin azalması rejimidir. Sadece üzüntü sayesinde hükmeden, gücü bu şekilde elde edebilen; sadece “nedamet getirin”, “birinden nefret edin”, “nefret edeceğiniz kimse yoksa kendinizden nefret edin” diyerek düzen kuran insanlar vardır. Spinoza’nın teşhis ettiği muazzam bir üzüntü kültürü, üzüntüyü değer haline getiren muazzam bir kültürdür. 

Kitlesel üzüntülere ihtiyaç duyan iktidarları, totaliter yönetme biçimlerini, bir devlet aygıtı hâline gelmiş modern terörü, en çok ölümün ve öte dünyanın yüceltilişini düşünüyorum. İnsan bunlarla mümkün olamaz. Akıl ve irade sahibi, okuryazarlıkla olgunlaşmış insanlar toplumun dönüşmesinde, iyileşmesinde temel çarelerden biri. Üzüntü ve ölüm pompalanan bir atmosferde kitlesel bir uyanış çok zor.

Her türlü ölümden, hayır ve şerden sorumlu bir yaratıcı fikri ile pompalanıyor üzüntü. İktidar, öte dünya fikri aracılığıyla milletin bir kesimiyle ve yaratıcı ile özdeşleşiyor. Robert Legros’un, “Modern Bireyin Doğuşu” başlıklı yazısında dediği gibi, “meşru yetkeye itaatsizlik, dinin kendisine bir saygısızlık; iktidarı eleştirmek bir günah; kurulu düzene karşı saygısızlık dine saygısızlık; yetke gerekçesine kuşkuyla yaklaşmaksa bir başkaldırı eylemi olarak” gösteriliyor. Oysa yine Legros’un dikkat çektiği üzere, sorumluluklarını yerine getirmeyen yetki sahiplerinin ihmalleriyle meydana gelmiş facialar “Tanrısal bir kaynaktan yayılıyormuş gibi” yansıtılıyor. İş kazalarını, 1999 depremini, çarpık kentleşmeyi mümkün kılan siyasî yetersizlikleri, SOMA’yı hatırlayalım. Çözümlenemeyen “Kürt sorunu”nu, sağlanamayan barışı, ülkenin okuluna, ordusuna, sermayesine sızan cemaatsi/ tarikatsi yapıları düşünelim. Nerden baksak insansızız.

Şimdi neyin arifesinde olduğumuzu bilelim. Aklını kullanma cesaretine sahip olmayan, sahip olsun diye de hiçbir yatırım yapılmayan insanlarla bu ülkenin bir geleceği yok. Orta ya da uzun vadede iktidar sahipleri, üst sınıflar, büyük şirketler için de buradan çıkacak bir ekmek yok. Çünkü insan kalitesi her şeyin temel belirleyeni. Teknolojik gelişmelerden kadının toplumdaki konumuna, rant ilişkilerinin düzenlenmesinden televizyon programlarına, basın ve düşünce özgürlüğünden aşk ilişkilerine kadar her şeye siyasetin izi siner. Yerel ve evrensel kültürün, birikimin taşıyıcısı olamamış insanlar için tahammül edilemeyecek sınır, başkaldıracak ölçü nihayet belirmiştir. “Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri” sözleriyle yürek hoplatan Camus, “Bu ‘hayır’ın içeriği nedir” diye sorar. “Örneğin ‘fazla uzadı bu iş’, ‘buraya kadar evet, buradan ilerisine hayır’, ‘çok ileri gidiyorsunuz’ ya da ‘geçemeyeceğiniz bir sınır vardır’ anlamlarına gelir. Kısacası, bir sınırın varlığını kesinler bu hayır” der. Uzun süredir can, para ve itibar kaybı içinde çırpınan bir ülke görüyoruz... Evimiz, yuvamız olan, huzur bulsun istediğimiz… İşte sınır herkes için burada beliriyor. Akademisi neredeyse bitirilen, arşivleri silinen, gazeteleri kapatılan, yazarları/ şairleri tutuklanan, dönüştürücü muhalefetten yoksun, birikimsiz, değersiz, maneviyatsız bırakılan bir ülke için gelecek kaygısı en kesin sınır. Camus bizi o sınıra doğru şöyle koşturuyor:

Benliğimizde korunması gereken, sürekli olan hiçbir şey yoksa ne diye başkaldırmalı? Köle, şu ya da bu buyrukla benliğinde yalnız kendisinin olmayan, içinde bütün insanların hatta kendisini alçaltıp ezenin bile ortaklık hakkı bulunan bir ortak alan olan şeyin yoksandığı yargısına vardığı zaman, aynı zamanda tüm varlıklar için ayaklanır.