İnanç Buhranı: Fikret, Gökalp ve Beyatlı

"Fikret, Beyatlı ve Gökalp'in buluştukları çok temel bir nokta vardır: İnanç konusunda yaşadıkları yitim duygusu. Her üç şairin de, ideolojik ve kültürel bakımdan dinsel bağlılıklarını koruyan örnekleri vardır. Ama her üç şair de, yaşadıkları inanç yitiminin duygu durumunu, geri durmamış, şiir ile terennüm etmişlerdir."

30 Nisan 2020 15:36

1.

Modern ya da seküler Türk şiirinin başlangıç evresinde bir inanç buhranı vardır. Pek dile getirilmemiştir, göz ardı edilmiş itibarsızlaştırılmıştır. Ama bu evreden sonra inanç mefhumu, Türk şiirinin zeminindeki bu inanç buhranı gözeneklerinden süzülerek, Cumhuriyet döneminden akıp gitmiştir. Öyle ki inancı dile getirmek, bir –izm’e dâhil olmayı gerektirmiştir. İnanç bu evreden sonra ancak İslamcılık tasarımı içinde vücut bulur hale gelir. ‘Kızıl’ inançtan bahsedemez, inançtan bahseden ‘yeşil’e bulanmış olarak görülür. Neredeyse yüzyılın son çeyreğine kadar… Ama burada da, ideoloji gömleği içinde, ontik/varlıksal bir durum olmaktan çok, epistemik bir kurgusallık, olan bir şey olarak değil de, tasarlanan bir şey olarak personaya dönüşür. Varlıkta varolan bir persona değil, tasarım olarak bir persona.

Tevfik Fikret, Ziya Gökalp ve Yahya Kemal’den söz ediyorum.

2.

Tevfik Fikret 1867 doğumludur; Ziya Gökalp, Fikret’ten dokuz yıl sonra 1876 yılında doğmuş; Yahya Kemal ise, Fikret’ten on yedi yıl sonra, Gökalp’ten ise sekiz yıl sonra 1884 yılında doğmuş. Fikret’le Gökalp, kırk dokuz yaşını görmezler; Yahya Kemal ise yetmiş dört yaşına kadar varacaktır.

Fikret de, Gökalp de, Kırım Savaşı ile I. Dünya Savaşı arasında, parçalanmaya ve yıkıma doğru giden İmparatorlar döneminin çocuklarıdır. İngiliz tarihçi Orlando Figes, “son Haçlı Seferi” olarak nitelendirdiği Kırım Savaşını, I. Dünya Savaşı’nın bir provası olduğunu söyler. Başka bir deyişle, Figes, eğer iki dünya savaşından bahsedeceksek, bu iki dünya savaşı, I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı değil, Kırım Savaşı ile I. Dünya Savaşı’dır, demeye getirir. Figes’in bu teorisi, dönemin olgularına farklı bir bakış tarzı verebilir bize.

Friedrich Nietzsche (1844-1900), Arthur Rimbaud (1854-1891), Edmund Husserl (1859-1938), Rainer Maria Rilke (1875-1926), Georg Simmel (1858-1918), Otto Weininger (1880-1903),Tevfik Fikret ile Ziya Gökalp’in çağdaşlarıdırlar ve hepsi de, Kırım savaşı ile I. Dünya Savaşı arasındaki dönemin sorunsalında bir şahsiyet olarak ortaya çıkarlar. (Buraya Martin Heidegger’i (1889-1976) de ekleyebilirim. Varlık ve Zaman 1926 yılında yayınlanır ama bu eser, Kırım Savaşı ile I. Dünya Savaşı arasındaki dönemde değişen dünyanın bir sonucudur.)

Burada sadece bir çağdaşlıktan söz etmiyorum, zamanı birlikte duymaklıktan söz ediyorum. Ernst Bloch’un terimleriyle söylersek, aynı çağda farklı zamanları yaşayan hem-zamansızlıktan değil, birbirinden haberi olmayan ama aynı zamanı duyup yaşayan hem-zamanlılıktan..

3.

Her üçünün de birbirinden farklı şairlik kariyerleri, deneyimleri, badireleri söz konusu. (“Deneyim” ifadesi, burada kültürel olarak belki erken ama onların kendiliğinden bir keşfi olarak ortaya çıktığını ileri süreceğim.) Tevfik Fikret, 1940 yıllardaki özel ilgiden sonra, Cumhuriyet döneminde her ne kadar on yılda bir “hümanizm” ve “aydınlanma” düşüncesi çerçevesinde anılagelmiş olsa da, Cumhuriyet şiirinin Yahya Kemal ile Ahmed Haşim’le başlatılmasına ilişkin konsensüsüyle, Cumhuriyet öncesi döneme terk edilir ve üstü bir şekilde örtülmüş olur. Ziya Gökalp’in ise şairliği itibarsızlaştırılarak, şiir dışı alana itilir. Aslında Yahya Kemal de, temellendirilmemiş bir başlangıca sıkıştırılmıştır. Çağdaş ya da Modern Türk şiiri antolojisinde, Yahya Kemal, “çağdaş Türk şiiri, Nâzım Hikmet’le başlar” tezinin, ‘orta terim’i işlevi gören bir konuma yerleştirilmiş gibidir.

4.

Bu üç şairin buluştukları çok temel bir nokta vardır. İnanç konusunda yaşadıkları yitim duygusudur sözünü ettiğim bu nokta. Her üç şairin de, ideolojik ve kültürel bakımdan dinsel bağlılıklarını koruyan örnekleri vardır. Ama her üç şair de, yaşadıkları inanç yitiminin duygu durumunu, geri durmamış, şiir ile terennüm etmişlerdir. İnanç yitiminin duygu ve varlık durumunu dile getiren bu şiirler, şimdiye kadar pek üzerinde durulmamış ise de, çok önemli şiirlerdir. Dolayısıyla daha başlangıçta beliren bir farktan söz etmek mümkündür. Dinsel alana kültürel ve ideolojik bir bağlılık söz konusu iken, her üç şair de ontik/varlıksal bakımdan, belki de modern hayatın getirdiği kaide bakımından inançsızlık deneyimine sürüklenirler. Tevfik Fikret, Ziya Gökalp ve Yahya Kemal, “İnanmak İhtiyâcı”, “İlahiler”, “Atik-Valde’den İnen Sokakta” şiirlerinin üzerine kurulduğu problematik çerçevesinde, aynı poetik ve teolojik topos üzerinde bir araya gelirler. Bu üç şiirin benzer bir etkileyiciliği vardır. Her üç şiir de benzer bir deneyimi dile getirir.

5.

“İnanmak İhtiyâcı” şiirinin adı, öncelikle mevcut olmayan bir şeye gereksinimi dile getiriyor gibidir. Ama bu şiirin açılış dizelerini hesaba kattığımızda ki bu şiirin açılış dizeleri şöyledir: “Bütün boşluk: Zemin boş, âsümân boş, kalb ü vicdân boş;/ Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i hasârımda.” Burada mevcut olmayan, eksik olan bir şeyden değil, eksikliği yitirilmekten dolayı hissedilen bir durumdan söz edilmektedir. Hem dış dünyanın hem de iç dünyanın varlık yitiminin bir betimlemesi yapılmaktadır. Buradaki “boş” ifadesi, var olan bir şeyin yitirilmesiyle, yerinin, kapladığı uzamın boşalması anlamını dile getirir. Dolayısıyla buradaki yitimin, bir varlık yitimi olduğunu söyleyebiliriz. Varlık yitimini, varlığın, yürekten ve vicdandan çekilmesi olarak dile getirmektedir Fikret. Fikret’in burada varlık yitimini hem dışsal hem de içsel olarak dile getirmesi gözden yitirilmemelidir. Bu şiirde “tanrı” ifadesini kullanmamaktadır Fikret ama “inanmak” ifadesi doğrudan tanrının varlığıyla ilgili bir bağlanma durumuna ilişkin bir ifadedir. Dolayısıyla tanrısal inan söz konusudur burada, diyebiliriz. Bu bağlamda tanrıya inanmak, onun var olduğuna inanmak, onun söz ve buyruklarında vücuda gelen varlığına bağlanmak ve dâhil olmak demek ise, Fikret çok yeni bir şey söylemektedir. Tevfik Fikret, tanrının veya varlığın, insanın hem içinde bulunduğu dünyanın uzamanı hem de kendi iç dünyasının tinselliğini (yürek ve vicdan) doldurduğunu söylemekte; dolayısıyla varlığa veya tanrıya inancın yitimiyle, genel olarak dünyanın veya başka insanların değil, inancını yitiren insanın dünyadaki uzamının ve kendi iç dünyasının boşaldığından söz etmektedir. Biraz ileride “Döner bir hîç-i mûhiş civârımda” diyecektir. “Hiçlik” ifadesi modern Türk şiirini böylece Tevfik Fikret’le girecektir. (Hiçlik kelimesi, 90’lı yıllarda Türk şiirine tekrar döner ama Fikret’in kendinden menkul keşfinin bir sonucu biçiminde değil, Heidegger’in etkisi sonucunda ve mantık çerçevesinde kalır.)

Hiçlik, Fikret’te, mantıksal bir ifade değildir, varlık durumunu dile getirir: “Döner beynim berâber; ihtiyârım, sanki bir serhoş,” Boşluk, dışsal ve içsel uzamda varlık yokluğunu dile getirirken, burada hiçlik, “ihtiyar” ve “sarhoş” kelimeleri dolayımında, insanın tinsel varlığının yaşam atılımından yoksunluğunu dile getirmektedir. Türk şiirinde devamlılık oluşturması bakımından, iki yedilik parçadan oluşan bu şiirin ilk bölümünün şu son iki dizesi üzerinde özellikle durulması gerekir:

Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre;
İnanmak… işte bir âğûş-ı rûhânî o gurbetde.[1]

Boşluk, hiçlik, karanlık, yalnızlık, gurbet, mezar, vehim, sonsuz hüzün, Fikret’in, inanç yitimiyle insanın varlıksal olarak geldiği duygu durumunu betimlemek için tercih ettiği kelimelerdir. Bu anlamda “gurbet”, Yahya Kemal’de bir devamlılık biçiminde tekrar ortaya çıkacaktır ama diğer kelimelerin ete kemiğe bürünmesi için 60’lı yılların ve 90’lı yılların şiirine gelinmesi gerekecektir. İkinci parçanın ilk dört dizesi de, epistemolojik bir sekülerizmi haber vermektedir:

Karanlık: Her taraf, her şey karanlık, bir hazîn yeldâ!
Karanlık: Fehm ü danîş, akl ü istihrâc hep muzlim;
Bütün rûhuma müz’iç bir cemâdiyyet olur nâim,
Kesâfetten ibâret bir tecelli arz eder eşyâ,

Buradaki dördüncü dize çok enteresandır: “Kesâfetten ibâret bir tecelli arz eder eşyâ,”[2] Neyi kastetmekte, neyi dile getirmektedir Fikret? Tanrı varlığının yitimiyle, varlıktan yoksun bir uzam gibi kalan insanın, boşluk olarak insanın dış dünyadaki nesneye, varolana yönelmesi sonucu nesnenin varlığının belirmesi, seçikleşmesi, diyebiliriz buna. Edmund Husserl’den Heidegger’e uzanan fenomenolojik epistemolojinin bir özeti gibidir bu dize.

Şiir, “İnanmak… İşte ışıklı bir cadde o karanlıkta.” dizesiyle biter. Ama bu dize, bir şimdiki ânı, bir bu zamanı değil, geçmişte kalanı, artık yitirilmiş olanı dile getirir; “ışık” kelimesi o kadar yetersizdir ki, “inanmak” denileni dile getirmek için; inanmak yitimini anlatmak için telaffuz edilen boşluk, hiçlik, karanlık, yalnızlık, gurbet, mezar, vehim, sonsuz hüzün kelimelerinin gücünü karşılayamaz. Sokak lambasından söz etmektedir Fikret bu son dizede, varlıksal, ruhani bir aydınlıktan değil. İnanç mezara benzetildikten sonra, artık geri gelen bir şey değil, yitmiş olandır. Yıllar sonra, çok sonra, bir Latin Amerikalı, Gabriel Garcia Marquez dile getirecektir, Aşk ve Öbür Cinler’de: “inançsızlık, inançtan daha dayanıklıydı, çünkü duygularla besleniyordu.”

6.

“İlahiler” adlı şiiri, şükran duygusunu dile getirmekle birlikte temelde bir iç acısını, yitirilmiş olanın ıstırabını içinde taşır. Dolayısıyla ilahinin genel özelliği olan toplulukla birlikte söyleme ve bu söyleyişteki şükran, yerini tek olanın içsel konuşmasına bırakır. Gökalp’te dile gelen, şimdiye ve geleceğe ilişkin bir şey değil, geçmişte ortaya çıkmış olandır. Gökalp’te inanç yitimi unutulamayan bir anı olarak vücuda gelir. Fikret’te ıstırap tazedir, Gökalp’te ise biraz dinmiş gibidir. Fikret’te bilinç durumunda yaşanan bir şeydir inanç yitimi, Gökalp’te ise bellekte yaşanan bir şey. Fikret’te, şiirde konuşan anlatıcı-ben deneyim halindedir, Gökalp’te ise, tecrübe durumuna gelinen bir durum söz konusudur. Ancak geçmişte yaşanmış olan, geçmişte kalmış değil, bugün de devam etmekte olan ve geleceğe doğru da devam edecek olan bir şeydir. Bu şiirin ilk bölümünün ilk kıtası şöyle:

Benim gönlüm, kış günü aç
Kalan bülbül gibi muhtaç
Ruhum hasta, sensin ilaç,
Beni dertten kurtar Tanrı’m!

Ama Tanrı onu kurtarmamaktadır. Kış günü aç kalan bülbül gibi muhtaçtır ama Tanrı ‘ilaç’ olmamaktadır. Ama burada tanrının ilaç olamaması, teolojik bir sorun değil, inanç yitiminin bir sonucu olarak ortaya çıkar. İkinci dörtlük şöyledir:

Ne uzağım, ne yakınım,
Yüz verilmez bir şaşkınım;
Ayrılamam, alışkınım,
Dost olalım tekrar Tanrı’m!

Buradaki “Dost olalım tekrar Tanrı’m!” dizesi, bütün şiirin kalbini oluşturur ve inanç buhranının en güzel ifadesini dile getirir. Gökalp, bir şükranı, bir duayı değil bir deneyimi dile getirmektedir. İnanç yitimi, bugün olan bir şey olarak değil, geçmişte yaşanılan ve aşılamamış bir şey olarak ortaya çıkar Gökalp’te. Unutulamayan, dahası unutulmak da istenmeyen, belki de sonsuza kadar içeride taşınacak olan bir hatıradır. Geleceğe ilişkin bir beklenti değil, geçmişten gelen ve aşılamaz olan bir iç acısıdır. Tanrının varlığı, bireyin iç varlığını terk etmiş ama iç varlığı kapladığı dönemin hatırası hâlâ mevcuttur. Şiirin final dörtlüğü şöyledir:

“Kaç gel!” dedin karakolu
Geçemedim, gözcü dolu
Aramızdan kaldır yolu
Necat sensin yüce Tanrı!

Gökalp, tekrar inanma durumuna dönmenin olanaksızlığını dile getirir burada. Fikret’ten bir adım ileridedir; onda dile gelemeyen Gökalp’te dile gelir. Marquez’in de dile getirdiği gibi, Gökalp inançsızlığın inançtan daha dayanıklı olduğunu görmüş görünmektedir.

7.

“Atik-Valde’den İnen Sokakta” üzerinde pek durulmamış, anılmamış, irdelenmemiş, göz ardı edilebilir bir şiir olarak görülmüştür. Yahya Kemal’in bu şiiri, 1956 yılında Hürriyet Gazetesinde yayınlanır. 1956 yılı, Türk şiirinde başka tartışmaların yaşandığı bir dönemdir. Yeni kent yaşamının, bireyselliğin, cinselliğin keşfedildiği bu dönemde, inanç meselesi çoktan aşılmış bir problem olarak görülüyor olsa gerekti ve İslamcılığın temalarına indirgenmiş bir meseleydi artık.

“Atik-Valde’den İnen Sokakta” içerik bakımdan iki bölümden oluşur. İlk on üç dize ile son yedi dize, birbirinden içerik bakımından ayrılır. İlk bölüm betimlemeden oluşur, ikinci bölüm ise içsel bir hesaplaşmadan. İlk bölüm de, içerik ve biçim bakımından kendi içinde ikiye ayrılır. İlk bölüm, Atik-Valde’den inen sokak sakinlerinin Ramazan ayında, iftara yakın bir vakitte evlerine dönüş ve iftara hazırlık hallerinin betimlenmesinden oluşur. İkinci parçada betimlenen ise, top atılmasıyla başlayan iftar vaktiyle birlikte sokağın sakinliğidir. Sokağın toplumsal ve dinsel bakımdan betimlenişidir burada söz konusu olan. Şiirin son bölümünde söz konusu olan ise, sokağı izlemekte olan şiirin anlatıcı-beninin, dinsel bakımdan iç hesaplaşmasıdır. Aslında şiir boyunca betimlenen sokağın kendisidir. Ama semt sakinlerinin iftar vaktinde eve dönüş halinde olduğu sokak, iftar topunun atılmasıyla kimselerin kalmadığı sokak ve sokakta tek başına kalan anlatıcı-benin içsel hesaplaşmasını yaşadığı sokak. Bu şiir seküler bir betimleme değildir, seküler ile dinsel olanın çatışmasını, karşıtlığını betimler.

“Atik-Valde’den İnan Sokakta”, her şeyden önce, Tevfik Fikret’in, “İnanmak İhtiyâcı” adlı şiirinin bir tür dünyevileşmesi, ete kemiğe bürünmesi ve sosyalleşmesidir. İlk şiirdeki içsel deneyim burada bir sosyallik kazanmaktadır. “İnanmak İhtiyâcı”da betimlenen durum, zaman ve mekân bakımından belirsizlik üzerine kuruludur. Ama Fikret’in şiiri, inanç yitimi meselesini, tinsel olarak yaşamış olanı, dolayısıyla teolojik düzeyde dile getirirken, Yahya Kemal’de söz konusu olan, meselenin sosyal, kültürel ve dinsel bir mesele olarak dile gelişidir. Yahya Kemal’in Tevfik Fikret’in yörüngesinden çıkamadığı ne denli açık ve seçiktir. “Atik-Valde’den İnen Sokakta”nın finalini oluşturan şu dizeler

Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.

Fikret’in yukarıda andığım “Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre;/ İnanmak… işte bir âğûş-ı rûhânî o gurbetde.” dizelerini, Rus Matruşka oyuncağı biçiminde içinde taşır.

8.

İnanç yitimi sorunsalı bir ateizm biçimi değildir. Ateizm, ruhani bir yaşam biçimi değil, sosyal bir yaşam biçimidir. Tanrının varolmadığına ilişkin bir deneyimi, varlıksal bir durumu dile getirmez. Dile getirilen, bir zamanlar bağlı bulunulan bir varlığın, insanın varlığını terk edişi deneyimidir. Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’te dile gelen aslında tanrının bir zamanlar kendi tinselliklerinde, içsel varlıklarındaki mevcudiyetine ilişkin anıdır. Anımsadıkça, anımsayana ıstırap veren bir hatıra. Yahya Kemal’deki durum, ateizme daha yakın bir durumdur; ondaki inanç yitimi, içsel ve tinsel niteliğini yitirmiş, artık sosyal bir ıstırap boyutuna dönüşmüştür.

İnanç yitimi meselesi, modernizmin, sekülerizmin ne olduğuna ilişkin bir sorun olarak ele alınmalı.

 

GİRİŞ RESMİ:

Ziya Gökalp, Tevfik Fikret (Âşiyan'ın İstanbul boğazına bakan penceresinin önünde), Yahya Kemal Beyatlı (İspanya'dayken).

 


[1] [Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer mezar yalnızlığına;  
     İnanmak… işte bir manevi kucak o gurbette.] (Kemal Bek)

[2] [Yoğunluktan oluşan bir görünümdür nesneler] (Kemal Bek)