İkinci bir hayat

“Yurt ve dönüş – iyi ama bizim yurdumuz, evimiz neresi? Evimiz olan yer mi yoksa kendimizi evimizde hissettiğimiz yer(ler) mi? Peki insanın kendine ikinci bir hayat, “ilk evren”den uzak bir “ilk evren” kurma imkânı? Mümkün mü böyle bir şey? Adımızı değiştirdiğimizde kendimize ikinci bir hayat armağan etmiş olur muyuz?”

05 Kasım 2020 10:55

“Burada ne işin var?” Sesi ters değildi, ama nazik de sayılmazdı, Sylvie kızmıştı.
“Ya nerede olacaktım?” diye sordu Irena.
“Evinde!”
“Yani, burası artık benim evim değil, onu mu demek istiyorsun?”[1] 

I.

Evden ayrılışımızı anlatan sıradan bir romanın giriş cümleleri olmaktan çıkıp geri dönüşümüzün (evet, bizlerin), eve dönüşümüzün anlatısına evriliyor bu cümleler. Milan Kundera’nın Bilmemek’i 2000’de yayımlanmış, geri dönüş hikâyesinden yola çıkan bir yurtsuzluk romanı. Yurduna, doğup büyüdüğü ülkeye dönen Irena’nın kendi geçmişiyle yüzleşmesi bizler için bir şey ifade ediyor olabilir mi? Unutmamak lazım ki “yurt” ve “dönüş” (ne ilginçtir ki biri yer ifade eden isimken, diğerinin kökü yuvarlak, hareketli bir fiildir) kelimeleri bu örnekte birbirine pek ters düşüyor. Her ne kadar yurda, eve dönüyor olsak da, döndüğümüz yer yurdumuz, evimiz değil. “Büyük Dönüş”, Kundera’nın ifadesiyle. Peki eve değil de neye?

“Dönüş”ün kendisinden başlamak verimli olabilir (abç):

“Yaşlı annesine kavuşan kayıp oğul; bir zamanlar zalim bir kaderin kendisinden koparıp aldığı sevdiği kadına geri dönen adam; herkesin içinde taşıdığı baba evi; çocukluğun kaybolan adımlarının izlerinin kaldığı yeniden keşfedilen patika; yıllarca dolaştıktan sonra adasını gören Odysseus; geri dönüş, geri dönüş, geri dönüşün o büyük sihri.”[2]

Dönen kim, dönülen neresi/kim/ne? Kundera’nın romanı bizi “geri dönüşün o büyük sihri”yle karşı karşıya bırakıyor. Dönüş düpedüz bir yer yön değiştirme mi yoksa “yeniden keşif” mi? Olduğuna/özüne dönmek mi yoksa ol(a)madığınla yüzleşmek mi? Yurtsuzluğun, geri dönüşün olgu yükünden biraz olsun sıyrılmak için kelimelerin kökenine gidiyor Kundera: “Dönüş Yunancada nostos demek. Algos, keder anlamına geliyor. Yani nostalji, doyurulmamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder.” (s. 10) Odysseia’nın “nostaljinin kurucu destanı” olduğunu hatırlatan (s. 11) Kundera, Irena ile Odysseus’un kıyaslanabilirliğini sorgular:

“Odysseus, Kalypso’nun yanında gerçek bir dolce vita, rahat bir hayat, bir zevk hayatı yaşadı. Buna rağmen, yabancı bir diyarda dolce vita ile tehlikelerle dolu bir eve dönüş arasında, dönüşü seçti. Bilinmeyenin tutkularla dolu keşfine, bilineni yüceltmeyi tercih edecektir (dönüş). Sonsuzluğa (çünkü macera asla bitmeme iddiasını taşır), sonu tercih edecektir (çünkü dönüş hayatın sınırlılığıyla barışmaktır).” (s. 12)

Biz dolce vita’mızı nerede yaşıyoruz?

Kundera tarihle bireyi kesiştirmek, tarihsel olaylarla bireysel yaşamların kavşağını bulmak adına kelimelerin kökenine adeta “güncellik” ilave ediyor. Bir yanda eski adres defterindeki unutulan isimler, (bir daha yaşanmayacak) o eski arkadaş ortamları; öbür yanda bütün o yerleşme, yer edinme deneyleri; yirmi yıl içinde olup biten, onu büyüten şeyler… “Ya şimdiki haliyle onların arasına girmeyi başaracak ya da burada kalmayacak.” Geri dönüşün verdiği o keskinlik: “ya hep ya hiç”. (s. 31) Değişimin dayatmasını Irena’da yoğun şekilde hissederiz: Geldim ama o eski ben değilim artık; görünüşte size benzesem de, sizinle aynı masaya otursam da, aynı şarabı yudumlasam da… Ya beni kabul edeceksiniz ya sıla hasretine devam edeceğim. Geri dönüşün “başarıya ulaşması” söz konusudur artık. Zira “geri dönmek kolay değil”, hele o “geri dönüş umudu”, o nafile “kök salma” çabaları… (s. 31) Nerede o ikinci bir hayat ihtimali, geri dönüşü olmayan?

II.

“Görünen o ki eve dönüyorum, ama döndüğüm yer evim değil. Belki evim olmadığından. Belki en çok da evimde olmadığımda kendimi evimde, evim gibi hissettiren bir yerde hissettiğimden. Evimizde olmuş muyuzdur hiç?”[3]

Fransız dilbilimci ve filozof Barbara Cassin’in memleketi Korsika’ya dönüşü üzerine yazdıkları burada formülleştirdiğimiz soruların izini sürmek için uygun zemini sağlayabilir, hatta sorularımızı zenginleştirir; zira burada sıla hasretine eklenen bir “dönüş” sevdasından ziyade “kaçış” söz konusu artık.

Yurt ve dönüş – iyi ama bizim yurdumuz, evimiz neresi? Evimiz olan yer mi yoksa kendimizi evimizde hissettiğimiz yer(ler) mi? Cassin ikinci ihtimal üzerinde duruyor. Böylece dönülen ev bizim evimiz olmaktan çıkıyor. Ben aynı ben miyim döndüğümde? Dönüş adımızı da değiştirmiş olmaz mı? Odysseus’un dediği gibi: “Kimsedir (outis) benim adım.”[4] Ben kimseyim, yani hem hiç kimse hem herkes. Sizdenim ama yabancıyım da. “Ben bir başkasıdır”, bazen. Fakat buradaki başkalık insanların “ben” diye tanıdıkları ben’in dahilindedir, dolayısıyla ben’in sadece bir ben’e gönderme yapması, ben’in ancak “kendine-özdeş” olması mantığı yıkılıverir.[5]

Adların tek bir ben’e gönderme yapabileceğini kabul eden ad gerçekçilerinin izinden gitsek ne değişir? Benim iki adım vardır gene de: birini bilen diğerini bilmez. Peki, benlikteki değişim, dalgalanma addaki dalgalanmanın işareti mi? Beni belirleyenin bana verilen ad olduğunu söyleyip bitirecek miyim yani bütün meseleyi? Adın dolayımsızlığına mı sığınacağız yani? Sığınacaksak da şöyle sormak gerekecek: Nerede o ikinci bir ad ihtimali?

Ev, yurt, yuva – bu kelimelerin bazen birbiri yerine kullanılması ne kadar da yanıltıcıdır! Özellikle de kelimelerin dünyasını deneyimlenmelerindeki zenginlikle keşfetmeye çalışan biri için. Yurt “bizlik” duygusunun (her anlamda) “yeri” değil midir, “yuva” dendiğinde hemen önüne bir “sıcak” sıfatı gelmez mi sanki, peki ya ev demek “ilk evren”[6] demek değil midir? Ben kimim? Adımla hitap edilen mi? Adım bensem, bir türlü tanımlanamayan bir boşluk kendisini gösteriyor gibi: Ben hâlâ hem beni hem adımı benden bağımsız düşünebiliyorum. Ben ile bana konan ad arasındaki örtüşmezlik kendisini dayatıyor; bununla da kalmayıp benden bize geçişin soğukluğu bizi (toplumsal) kimliğe götürüyor. Kimlikse (identity) özdeşliğin (identity) ötesine taşınmayı talep ediyor. Özdeşliğin “rahat sularından uzakta”.

Eve dönüyorum, evim olmayan bir eve. Dışarıda ne çok “ben” yarattım, döndüm ki biri bile bir “ben” etmezmiş. Yoksa özdeşlik kuramadığım köklere muhtaç mıyım? Kaçtığım yere kovulmak üzere dönecek miyim?

III.

Peki insanın kendine ikinci bir hayat, “ilk evren”den uzak bir “ilk evren” kurma imkânı? Mümkün mü böyle bir şey? Adımızı değiştirdiğimizde kendimize ikinci bir hayat armağan etmiş olur muyuz? Bazı yazar ve çevirmenler müstear ad veya takma ad dediğimiz yönteme başvurmuştur. Bunlardan biri olan Bataille kendi kaderinden kaçmak için (biraz da ifşa olmamak için) Lord Auch, Louis Trente, Pierre Angélique müstear adlarını kullanmıştır. Kader elbette eve dair bir şeyler taşır burada. Bataille için bizzat var olmak “ad konması”yla ilişkili olduğu için ikinci bir hayat ihtimali de ancak ad dolayımından geçmek durumunda kalmış gibi.[7] Bataille’ın kendi varlığı “ad konarak başkalarından ayrılmıştır”. Bataille’ın yaşamöyküsünü telif eden Michel Surya’nın bir dipnotta verdiği Nietzsche alıntısı Bataille’ın “kaçış”ını daha da anlamlandırabilir: “En tercih edilesi şey, senin için imkânsızdır: doğmamış olmak, var olmamak, hiç olmak.”[8] Bataille’ın peşine düştüğü “imkânsız” burada bulunabilir mi?

Bataille için başka bir ad almak “doğmamış olma”ya giden yolun yapıtaşıydı belki de. “Adımı silmek için yazıyorum” diyen de kendisiydi. Adını silip kendine başka ad(lar) edinmek, “yanlarında geçirdiği günlerde sadece üzüntü ve umutsuzluk” (s. 16) bulan Bataille’ın anne babasından kaçıp “kendi adını ve bu adla birlikte, babasının anısını silmek için yazmak” (s. 124) artık Bataille için hem zorunlu hem imkânsızdır. İkinci bir hayata, hayatlara açılan kapı olarak müstear ad –Bataille’ın ve yaşamöyküsünün yazarının yaptığı gibi– “maske”yle özdeşleştirilemeyecek kadar zengin bir olanak barındırır: Maskede daima silinemeyen bir şeyler vardır ve maske kalktığında her şey ifşa olur. Oysa müstear ad bambaşka bir hayat ihtimaline çağırır bizi: hakiki bir kaçışa davettir. Bataille’ın babasının anısını silme hikâyesi bir kaçış olarak da düşünülebilir demek ki.[9] Fakat bu kaçış ilk kaçış değildir Bataille için: Gençliğinde annesiyle birlikte yatalak babasını savaşın dehşetinden kaçmak için terk etmiştir. Kaçış mı terk mi bu? Bataille’ın bize düşündürdüğü bu gibi sorular Gürbilek’in İkinci Hayat’ıyla epey anlam kazanacaktır okuyanlar için. “Dönmek”e “kaçmak” ekleniverecektir öncelikle.

IV.

Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat’ı da “Kaçmak, Kovulmak, Dönmek” kelimelerinin yer aldığı bir alt başlıkla göze çarpıyor. Örneğin, dönmek artık “geri” değil, sadece “dönmek”. Dönmekteki çift anlamlılık hissettiriyor kendini: etrafında ve geriye – dairesel ve çizgisel. Gene de sözcük bazen vurgu talep eder. Dolayısıyla “geri” artık yön değil, sıfat haline gelir, dönüşümüzü öyle güzel niteler ki artık bir süreliğine de olsa nereye döndüğümüz değil, hangi yoldan döndüğümüz, yolun nereye gittiği değil, yolculuk bizim için esas sorundur.

Büyük filozoflar poetik hayallere kapıldığında basit olanın, yaygın olanın verdikleriyle yetinir bazen. Dolayısıyla da “kaçmak, kovulmak, dönmek” gibi gündelik kullanımda yaygınlaşmış kelimeleri hor görmemek gerekir (abç):

“Büyük bir yazar bir sözcüğü pejoratif anlamda kullandığında küçük bir şok yaşar, dilim yanmış gibi olurum. Şöyle düşünürüm: Her şeyden önce sözcükler, gündelik yaşamda kullanılan dil içindeki tüm sözcükler, işlerini dürüstçe yerine getirir. Sonra da şöyle düşünürüm: Çok kullanılan sözcükler, en sıradan gerçekliklere ilişkin sözcükler sırf bu nedenden ötürü poetik olma imkânlarını yitirmezler.”[10]

Kelimelerin gündelik anlamları onların anlam veya çağrışım zenginliğine halel getirmez, hatta bazen zenginliği besler. Kelimenin hakkını verecek yazarla tanışmayı beklemeye geçeriz.

Gürbilek’i kültürümüzün üzerimize boca ettiği imgeleri ve üzerine pek düşünmediğimiz gündelik fenomenleri incelerken, bazen de bunlarına peşlerine takılıp giderken görürüz.[11] Bu imgeleri incelerken ilhamını da genellikle Walter Benjamin’den alır. Bu defa konu “evden kaçış”tır:

“Her çocuk er ya da geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen talih çarkını kendisi için çevirir. Çünkü yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır. On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak.”[12]

Kaçış çocukluğun en ciddi tavrıdır belki de. “Ben kendi başıma da yaparım” mesajı ilk o zaman verilir. Gürbilek’in açtığı Said bahsinde söz konusu olan “kendi kültürel yuvasından uzaklaşabilme yeteneğidir” aslında buradaki. İlla babayı öldürmeye gerek yok.[13]

Dönmek ve kaçmakla birlikte işlenen “kovulmak” diğerlerinden daha fazla siyasi imgeleri anımsatabilir bize. (“Kaçmak başka, kovulmak başka.”) Fakat kovulmanın da çocuklukta karşılık bulduğu bir an vardır: Her çocuğun istenmediği bir yer olmuştur mutlaka. Üstü kapalı (bazen yaralayacak kadar açık) sözlerle kovulurduk belli yerlerden, biz gelince sessizlik çöker, uykular gelir, oyuncaklar kaldırılır. Kovulmada gündelik olanın basitliğini yakalamaya çalıştığımızda “ötekileştirme” kadar gizemlileştirme/mistifikasyon da çıkar karşımıza. Dolayısıyla kov(ul)mak daima bir şeyleri gizler: “‘Eve dönen adam’ın içinde bir ‘Eve dön!’ çağrısı, çağrının içinde bazen gizli bazen apaçık bir ‘Ya sev ya terk et!’ buyruğu vardır.” (s. 32) Kovulan çocuktan saklanan nedir?

V.

Kundera, Cassin, Bataille, Gürbilek veya bir başkası… Söz konusu “ikinci bir hayat” olunca sorulacak çok soru, gidilecek çok uğrak vardır muhakkak. Sadece özetlemeye değil, dediklerinin peşinden gitmeye, bir yandan eleştirip öte yandan alıp başka diyarlara götürmeye hakkı var okurun. Bizlerin kendimize “ikinci bir hayat” imal etmeye hakkı olduğu gibi. Belki şimdi değil ama elbet bir gün…

 

NOTLAR


[1] Milan Kundera, Bilmemek, çev. Aysel Bora, Can, 2013, s. 9.

[2] A.g.y, s. 10.

[3] Barbara Cassin, Nostalgia, When are we ever at home?, çev. Pascale-Anne Brault, Fordham University Press, 2016, s. 1. Daha önce kitabın Türkçe çevirisini okumuştuk fakat kitap yanımızda olmadığından İngilizce çevirisinden faydalanabiliyoruz. Türkçe basımı için bkz. Nostalji: İnsan Ne Zaman Evindedir? Odysseus, Aeneas, Arendt, çev.: Seçil Kıvrak, Kolektif, 2018.

[4] A.g.y, s. 15.

[5] Savaş Kılıç, “‘Ben Yazarken Konuşan Kim?’: Üslup ve Söylemin Öznesi”, Cogito, sayı: 91, Güz 2018, s. 19.

[6] Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda kullanıma soktuğu bu ifadeyi Nurdan Gürbilek’in bize bu yazıyı yazdıran İkinci Hayat’ından (s. 11) alıyorum.

[7] Bkz. Michel Surya, Georges Bataille – Ölüm Uğraşı, çev.: Işık Ergüden, Alfa, 2017, s. 13.

[8] A.g.y, s. 38, n. 1.

[9] Kaçış burada bir “süreklilik” arayışı olarak karşımıza çıkacaktır. Surya’nın çok iyi gördüğü gibi Bataille’da “süreksizliği” varlığın sonsuzluğu ve var olmayanın hiçliği olarak anlamak gerekir. Bkz. Agy, s. 338, n. 4.

[10] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, çev.: Alp Tümertekin, İthaki, 2017, s. 105, çeviride aslına sadık birkaç değişiklikle. Metnin orijinali için bkz. La Poetique de l’espace, Presses Universitaires de France, 2005, s. 79.

[11] Oysa bazıları Gürbilek’in anlattıklarından, bazıları da anlatmadıklarından dem vurur ısrarla. O var da niye bu yok, neden kadın yazar yok, neden TV dizisi var, neden başka yayınevlerin kitapları yok… Uzayıp gider bu liste.

[12] Aktaran Gürbilek, İkinci Hayat, Metis, 2020, s. 9.

[13] “Oysa evden kaçmak, babayı öldürme talimidir” diyor Mesut Varlık, K24’teki yazısında: “İkinci Hayat: henüz imkânsız”

 

GİRİŞ RESMİ:

Odysseus'un yıllar sonra evine dönüşünün iki temsili: Solda, yokluğunu fırsat bilerek Penelope'ye talip olanları öldürürken, sağda onun gerçekten Odysseus olduğuna kanaat getiren Penelope'yle nihayet kavuşmuşken...