İki öyküyle neo-liberalizmin kısa öyküsü

"Aralarında neredeyse otuz yıllık bir zaman dilimi olan bu iki öykü, neo-liberalizmle birlikte değişen politik, sosyal ve ekonomik koşullar neticesinde özne deyince ne anladığımızı ve özne anlayışımızın nasıl bir değişime uğradığını gözler önüne seriyor."

02 Haziran 2022 20:00

 

Çalışan yoksulların hayatına mercek tutan gerçekçi öykü ve şiir yazarı Raymond Carver “Onlar Senin Kocan Değil” isimli öyküsünü 1971’de tamamladı. Bunun Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen? öykü kitabında, orijinal dilinde yayımlanması ise beş yılı buldu. Bu öykü ‘80’li yıllarda iyice kendini gösteren neo-liberalizm dalgası öncesinde yazılmıştı. Dolayısıyla öyküdeki karakterlerin dönemin şartlarını ve düşünce sistemini yansıttığı söylenebilir. Deborah Levy’nin Siyah Votka adını taşıyan öykü kitabı ise İngilizce olarak ilk 2013’te yayımlandı. Buradaki öyküler arasında yer alan “Mağara Kızı”nın tahminen 2000’lerde kaleme alındığı ve artık neo-liberalizmle hepten kaynaşmış milenyum ruhunu yansıttığı iddia edilebilir.

Aralarında neredeyse otuz yıllık bir zaman dilimi olan bu iki öykü, neo-liberalizmle birlikte değişen politik, sosyal ve ekonomik koşullar neticesinde özne deyince ne anladığımızı ve özne anlayışımızın nasıl bir değişime uğradığını gözler önüne seriyor.

Öykülerin dünyasına girmeden önce neo-liberalizmin birey üzerindeki etkilerine dair söylenenlere kısaca göz atalım. David Chandler ve Julian Reid birlikte kaleme aldıkları The Neoliberal Subject: Resilience, Adaptation and Vulnerability’de (Neo-liberal Özne: Esneklik, Uyum ve Kırılganlık) neo-liberalizm eleştirisiyle ilgili tartışmaları bir adım ileri götürerek “insan öznelliğini nasıl sorun haline getirdiğini irdelemeden neo-liberalizmi anlayamayız”[1] diyorlar:

“İnsanların dünyanın yapısı, kendileriyle, birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları ilişkiler üzerine kafa yorarken kullandıkları yorumlama gücü neo-liberal yönetim pratiklerini meşru kılmanın önündeki mühim bir mesele olarak görülür.”

David Chandler ile Julian Reid neo-liberalizmi ele aldıkları bu çalışmada sözde kişisel özgürlüğü önceleyen, devletin düzenleyici mekanizmalarından arınmış serbest piyasa iktidarının insan özneliğini değer kaybına uğrattığını, özneyi zayıflattığını ileri sürüyorlar.

“Neo-liberal söylem içinde, insan öznesi direnmenin ya da başına gelebilecek zorluklara karşı güvencesi olmasının imkânsız olduğunu kabul etmeli, bunun yerine güvencesizliği ve bilinmezliği kucaklayıp fırsat barındıran koşullara uyum sağlamayı öğrenmelidir.”[2]

Öte yandan, “özne” kelimesinin sözlük anlamına bakınca karşılaşılan felsefi tanımlardan biri “Bilinci, sezgisi, düş gücü olan, bazı filozoflara göre de dış dünyaya karşıt olan birey”. Soru basit: Sürekli güvencesiz yaşayan, kendisinden sürekli uyum ve esneklik beklenen bir birey dış dünyaya karşı ne kadar öznedir ya da özne midir? David Chandler ve Julian Reid’ın neo-liberalizm eleştirisi buradan yola çıkıyor.

Öznenin ruhsal ve iç yaşamı, ayrıca bunu inşa ederek etkileyen sosyal çevresi, dış ortama daha güvenli bir şekilde cevap verme konusunda elzem görülen esneme ve uyum sağlama yetisinin geliştirilmesi için dönüşüm alanıdır. Böylece, neo-liberal yapılar öznenin bilişsel ve ruhsal yaşamını güvencesizlik sahasına terk ederler. Aslında, insan öznelliğinin kendisi, düşünsel, bilişsel ve yeniden üretiminin pratik şartları ve özellikle öznenin ruhsal yaşamı tehlikeli kabul edilip sorunsallaştırılır. Düşünme, hayal etme, yaratma ve amaç doğrultusunda hareket etme melekelerinin insanlığın kibrinin dışavurumu olarak görüldüğü, bunlara hastalık gözüyle bakılan bir zamandır bu.[3]

Raymond Carver’ın “Onlar Senin Kocan Değil” adlı öyküsü evli ve okul çağında çocukları olan bir çifte odaklanıyor: Bir kafede geceleri garsonluk yapan Doreen ve dikiş tutturamayan pazarlamacı kocası Earl. Bir gece Earl çocukların uyumasından istifade karısının çalıştığı kafeye gider ve burada Doreen’in ona bedava bir şeyler ısmarlayıp ısmarlamayacağını merak eder. Karısı Earl’ü kafede görünce şaşırır ve önce çocukları merak eder, Earl her şeyin yolunda olduğunu söyleyince siparişini alır ve ona herhangi bir müşteri gibi davranır. Siparişini beklemeye koyulan Earl, bu esnada iki erkek müşterinin konuşmasına kulak misafiri olur. Bu iki erkek arkasını dönmüş işini yapan karısının poposundan bahsetmektedir ve tahmin edileceği üzere beden olumlama söz konusu bile değildir. Earl bu rahatsız edici konuşmanın ardından ilk iş ertesi gün evdeyken karısına kilo vermesi gerektiğini söyler ve karısını bu konuda ikna eder. Kocasına hak veren Doreen sıkı bir diyete girer. Birkaç istisna dışında bu diyetini bozmaz. Hatta başarılı olur ve sonunda kilo verir, çoğu kıyafeti artık ona bol gelmeye başlar. Earl yeterince kilo verdiğine kanaat getirince yine bir gece kafeye gider ve Doreen’i çalışırken izler. Tabii ki asıl amacı diğer erkek müşterilerin Doreen’in poposu hakkında neler düşündüğünü öğrenmektir. Lakin işler umduğu gibi gitmez, gizli niyetini açık eder ve Doreen’e yakalanır. İşler o raddeye gelir ki, en sonunda Doreen’in iş arkadaşı, Earl’ün kim olduğundan habersiz, kaba saba tavırlarından rahatsız olur ve Doreen’e “Kim bu tip?” diye sorar. Doreen, omuz silkerek “O bir pazarlamacı. O benim kocam” yanıtını verir. Daha sonra kocasına yiyip içtiklerinin hesabını uzatır. Öykü böyle sona erer.

Öykünün Doreen’in kilo verme sebebinin Earl olduğunu ve bunun erkek bakışının bir ürünü olduğunu bilmesiyle sonlanması Doreen’in hâlâ kendi öznelliğini koruduğu ve belki de bu bakışa karşı direneceği konusunda bir umut barındırır. Doreen garsonluğun gerektirdiği fiziksel emeği zaten vermektedir ve bundan fazlasını ondan beklemek, fiziksel emeği dışında ondan bir de görünüşüne dikkat etmesini beklemek tam da güvencesiz neo-liberalizmin ürünü. Neo-liberalizm özneyi sürekli uyum sağlaması gereken, kendini sürekli yenilemesi konusunda baskı altında tutan, emeğin kendisinin hep yetersiz görüldüğü bir algı yaratma operasyonudur aynı zamanda. Earl, müşterilerin yorumlarına kulak kabartarak kendini adeta bir işveren konumunda görür ve karısının işini kaybetmemesi için müşterilerin hiç de işin kendisiyle ilgili olmayan isteklerine cevap vermesini bekler. Ancak Doreen özne olarak bu öyküde nispeten güçlü bir yerdedir diyebiliriz belki. Doreen en azından muhatabının kim olduğunu bilir, kendi bedeni üzerinde söz sahibidir ve Earl’ün isteklerine belki de karşı çıkacaktır ya da en olmadı bunun kendisinin değil, Earl’ün tasavvuru olduğunun farkındadır. Doreen’in öykünün sonunda Earl’e verdiği tepkiye bakarsak, Doreen hâlâ dış dünyaya karşı kendi iç dünyasını koruyabilecek bir öznelliğe sahip.

Gelelim diğer öyküye, Deborah Levy’nin “Mağara Kızı”na. Bir erkek kardeşin gözünden ablası Cass’ın değişim hikâyesine şahit oluyoruz burada. Batıl inançları olan bir abla portresi çizilir. Cass dileklerinin gerçekleşmesi için evde birtakım ritüeller takip eder. “Evin bütün ışıklarını söndürüp, Tesco’dan aldığı gece lambalarıyla yatak odasında sahte ay ışığı yapıyor.” Bu Cass’ın ritüellerinden sadece bir tanesi. Öyküde anlatıcı rolünde gördüğümüz erkek kardeş de ablasından farklı sayılmaz. Aslan başı, kaplan başı ya da yılan şeklinde bronz kapı tokmaklarına bayılır. Bunlar ona mağara ikonlarını hatırlatır: “Burada yaşayan bankerlerin, dişçilerin ilahi güçlerle temasta kalma yolları.” Her iki kardeşin de dünyevi bilgiyle irtibatını yitirdiğini, hayatla başa çıkmak için sadece inanca, ritüellere ve tesadüflere tutunduklarını söyleyebiliriz. Çağımızda yaşıyor gibi görünürler, teknoloji vardır mesela, ama bir düzen ya da uygarlıktan söz edilebilir mi? Buna dair bir kanıt yok.

Öykü ilerledikçe, bir gün Cass, kardeşine cinsiyet değiştirmek istediğini söylüyor.

“Nasıl,” diyor erkek kardeşi, “erkek olmak için mi?”

“Hayır, kadın olmak için” diye cevap veriyor Cass.

“Ama sen zaten kadınsın” diyor bu kez erkek kardeşi.

“Başka tür bir kadın olmak istiyorum” cevabını veriyor Cass.

“Ne demek bu, Cass?”

“Neşeli olmak istiyorum” diyor Cass ve aslında kadınlığı artık performans olarak icra etmek istediğini anlıyoruz. “Tüy gibi hafif olmak istiyorum,” diyor, “mavi gözlerim olsun istiyorum.” Ayrıca “Yalandan kadın olmak istiyorum” diye ekliyor. Gayet açıktır ki, buradaki diyalog LBGT bağlamında değil, daha çok toplumdaki cinsiyet rolleriyle ilgili. Cass’ın özne olarak bir şeylerden vazgeçtiğini anlıyoruz. Sanki bir şeylere karşı çıkmaktan, direnmekten vazgeçmiş gibidir. Bu paragrafı izleyen ve aslında alakasız gibi görünen üç satırlık kısa bölüm buna işaret ediyor.

“Kasapların hayvanların organlarını gümüş tepsilerde teşhir etmelerinden nefret ediyorum.”

Cass istediği gibi yalandan bir kadına dönüşürse, bunun bir başarı hikâyesi olarak gümüş tepsilerde sunulacağından eminiz. Tamamen erkek bakışıyla hazırlanan ve televizyon ekranlarının bir dönem ilgiyle takip edilen “Beni Baştan Yarat” tarzı programlarında olduğu gibi. “Mağara Kızı” ilerledikçe bu programlarda rastlanan bir olay örgüsünü takip eder. Cass’ın gözleri mavi rengini alır, saçları ise sarı. Pijamalarının yerini elbiseler, ev terliklerinin yerini ise yalandan yılan derisi topuklu sandaletler. Öyle ki, kardeşi bile Cass’a âşık olur. Cass sürekli bir ilgi odağı haline gelir ve hediyelere boğulur. Artık erkek bakışlarını tatmin eden biri haline gelmiştir. Makbul kadındır ve neşeli olmak, hafif olmak, düşünce belirtmemek dışında ondan beklenen bir şey yok gibidir. Cass artık yepyeni biridir ve erkek kardeşi ona karşı değişen duyguları karşısında “Kim olduğunu öğrenmek istiyorum” der. Ablasının geçirdiği değişimi anlattıktan sonra yine alakasız gibi görünen bir başka paragraf girer araya:

“Biraz önce bir şey katledilmiş. Bir yığın kanlı tüy var çakılların üstünde. Komşumuzun, ünlü kriket hakeminin adını verdiği muhabbet kuşu Dickie’yi bir kedi yakalamış. Kuş Dickie’nin gözleri oyulmuş ve başı çiğnenmiş. Bağırsakları yeni gül fidanının altında yatıyor.”

Öyküdeki bu sekanslar özne hakkında okura ne söylemeye çalışıyor? Carver’ın “Onlar Senin Kocan Değil”inin aksine, bu öyküde kimin Cass’a “şöyle olmalısın, böyle görünmelisin” dediği belirgin bir şekilde görünmüyor, zımni bir isteğe karşılık veriyor Cass. Ama bu ortada bir güç ilişkisi olmadığı anlamına da gelmiyor. Karısının nasıl görünmesi gerektiğini açık açık söyleyen kocanın yerini başka bir güç almış sanki. Her ne kadar öyküde Cass cinsiyet değişimi kararını kendi vermiş gibi görünse de, yalandan kadın olmak kararının onun öznel bir tercihi olduğunu söylemek güç, çünkü değişim gerçekleşmeden önce hayatın ona cömert davranmadığını görüyoruz. Buradaki sorun güç ilişkilerinde artık bir taraf  kavramının bulunmaması. Muhataplar belirsiz, ya da muhataplar artık tek tek sayılamayacak kadar parçalanmış ve çok sayıda. Tek bir öznenin bunların hepsiyle başa çıkmasını beklemek bir hayal; dolayısıyla artık bir “yalandan özne” oyunu oynanıyor. Birey gerçeklerle temas pragmatikliğini yitirmiş durumda ve tam da bu yüzden Cass ve erkek kardeşi batıl ritüellerden medet umuyorlar.

Az önce sorduğum soruya geri dönersek, ben Levy’nin öyküsünde ansızın beliren bu ölüm sekanslarının neo-liberalizmde öznenin ölümüne işaret ettiğini düşünüyorum. Sürekli savaş alanından kaçan bir mülteci gibi, özne artık işte, sokakta, evde kendini sil baştan yenilemek zorunda. Güvencesiz çalışma koşulları, yükselen barınma fiyatları ve insan yaşamı için olmazsa olmaz her türlü ihtiyaç konusundaki dengesiz güç ilişkileri öznenin kendisini bir savaş alanına çevirmiş durumda.

 

NOTLAR:


[1] David Chandler ve Julian Reid, The Neoliberal Subject: Resilience, Adaptation and Vulnerability (Rowman and Littlefield, 2016), s. 2.

[2] A.g.e., s. 4

[3] A.g.e., s. 5-6.

 

KİTAPLAR:


Raymond Carver, Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen?, Can Yayınları, 2014, 2. basım.

Deborah Levy, Siyah Votka, Everest Yayınları, 2018.

David Chandler ve Julian Reid, The Neoliberal Subject: Resilience, Adaptation and Vulnerability, Rowman and Littlefield, 2016.