"İki babam varmış gibi..."

Serkan Gülpınar'ın yakında Holden Kitap'tan basılacak olan Zerban adlı öykü kitabının ilk öyküsünü Tadımlık olarak sunuyoruz. 

24 Nisan 2021 22:04

Yandı göğe çıktı külüm
En sonunda gelir ölüm
Bahçemdeki gonca gülüm
Solar perişan perişan
                 Seyit Meftûni

Gözlerimi, içimdeki avlu kapısının gıcırdamasıyla ancak alabildim gazeteden. Önümdeki çayı yudumladım. Soğumuştu. Dudaklarımın arasına bir sigara daha iliştirmiştim ki annemin sesiyle döndüm kapıya. Gene.

Meryem’di. Gülümsüyordu.

Hatırlıyorum da şimdi, Meryem kapıyı aralardı, çağırılmazsa yerinden kıpırdamaz, gülümseyen bir vicdan azabı gibi öylece dikilir dururdu.

Annem, “Gel Meryem, ye şu sıcak gözlemelerden,” dedi. Elindeki bohçayı kucağına alıp entarisinin ucuyla avlunun tozunu toprağını süpüre süpüre ilerledi, karşımdaki kütüğe oturdu. Peşinden sürüklediği kokusu da ruhuymuş, daha doğrusu ikinci bir gövdesiymiş gibi burun deliklerimi yalayarak Meryem’in kurulduğu kütüğe süzüldü. Annemin uzattığı gözlemeyi kaptı, bana döndü sonra. Ağzı kulaklarında, gülümsedi. Birden kaşlarını çattı. Korktum gene.

Bohçasını uzatıp, “Kibrit var mı kibrit?” dedi.

Döndüm, anneme baktım ürkerek.

Annem, “Şuncacık oğlanda kibrit ne arar Meryem?” deyince, bohçasını kucağına aldı, peşine kokusunu da takıp hızla çıktı avludan.

Meryem’le kokusu peş peşe vererek gözden kaybolunca annem bakışlarını cızırdayan gözlemelere dikti önce. İçini çekti.

“Mevla’m kimseyi şirin aklından etmesin,” dedi kendi kendine, “çeyrek de olsa akıllıydı, mezarında ters dönesiceden sonra, tövbe tövbe, o çeyrek de kalmadı.”

Son gözlemeyi sacdan aldı, burcu burcu tereyağı kokan siniye bıraktı. Döndü, ateşi karıştırırken, “Deli Meryem’i tümden delirtti, bizi de rezil rüsva etti kör kuyularda yanasıca!” diye fısıldadı dişlerinin arasından.

Dizlerinden birini avuçladı, inleyerek ayaklandı sonra. Bana döndü.

“Hadi Hasan’ım,” dedi, “çok iş var daha. Bir koşu Mecnun’a git, al gel şu mevlit şekerlerini. Kırkını da yapalım, atayım omuzlarımdan babanın yükünü. Kolonyayı da unutma, e mi?”

 

Adnan iki bardak çayla çıkageldi.

“Taze,” dedi.

Birini önüme bıraktı. Sandalyeyi çekip karşıma oturdu. Yaşlanmıştı. Saçları epey seyrelmiş, kalanlarsa ağarmıştı. Bıyığına baktığımı fark edince uçlarını çekiştirdi.

“Bir o kaldı Hasan’ım,” diye gülümsedi, “onu da zaman zaman boyuyorum, ne yaparsın.”

Önümdeki sigaraya uzandı.

“Çok oldu be Hasan, hı?” dedi ardından.

“Öyle, oldu epey.”

“Çırak izinli bugün, yarın akşam kahveyi ona bırakır, erken çıkarım, bize geçeriz, Zeynep’e de söylerim hazırlayıverir bir şeyler.”

“Sağ ol ama zahmet etmeseydiniz keşke.”

“Zahmet mahmet olmaz,” diyerek bakışlarıyla gazeteyi işaret etti. “Sabahtan beri amma daldın.”

Gözlerini kısarak sigarasını yaktı. Gazeteyi önüne çekti ardından. Dudaklarını kıpırdata kıpırdata okudu bir süre. Neden sonra, gözlerini bana dikti, sayfanın köşesindeki adamı göstererek, “Ne herifler var memlekette,” dedi.

Der demez, söylediğine pişman oldu sanki. Gözlerini kaçırdı. Sigarasını küllüğe bastı. Boş bardakları tek eliyle kavrayıp ayaklandı.

“İçer misin bir çay daha?” diye sordu. “Belki sonra,” dedim.Gülümsedi, ağır ağır ocağa doğru yürüdü.

Küçük bir çocukken henüz, hep iki babam varmış gibi gelirdi bana. Hatırlıyorum da öldüğü gece, acaba hangisi öldü, diye bile düşünmüştüm.

Babalarımdan biri, Nemrut Dağı’ndaki tanrı heykellerinden biriymiş gibi düşünceliydi hep. Yazları tarladan, kışları kahveden yorgun argın dönerdi. Gün kararmaya yüz tutarken girerdi kapıdan. Tek kelime etmeden gelir, şalvarını dizlerine yakın bir yerden kavrayıp çekiştirerek ağır ağır otururdu sedire. Üfleyip püflemesi sedirin gıcırtısına karışırdı. İçeriden, elinde sofra beziyle annem görünürdü. Bakışları karşılaşmazdı hiç.

Sofrada, kaşık tabak tıngırtısıyla ağız şapırtılarından başka ses çıkmazdı bu babam evdeyken.

Son lokmasını yavaş yavaş çiğnerken kalkar, sedire kurulurdu. Önce gürültüyle geğirirdi. Sonra tütününü sarar, şalvarını silkeler, sardığı sigarasını yakardı. Ardından koca burnunun altındaki bıyığını çekiştirmeye başlardı. Burnunun kenarındaki koca ben daha da büyürdü böylece.

Gözleri, dağdaki heykeller gibi çok uzaklarda olurdu hep. Döner, ben de bakardım bakışlarının çakılı kaldığı yere. Gelgelelim, tavandan başlayıp duvarın ortasına dek kıvrılan çatlaktan başka bir şey görmezdim. Babamsa duvardaki o çatlakta evrenin sırrı saklıymış da bıyığını yola yola bakarsa ancak o sırra erebilirmiş gibi, gözlerini bir kısarak bir belerterek bakardı duvara.

Masallardaki falcılara benzetirdim onu. Kireç beyazı duvarsa, o falcının avuçları arasında tuttuğu parlak küreydi. Neler neler olup biterdi kürede kim bilir.

Kim bilir, belki tarlada çürüyen tütünleri görüyordu. Bakkal Mecnun’un borç defterindeki rakamları ya da... Yahut Bekçi Bekir’in çaldığı okey taşını... Ne bileyim, belki de Kahveci Sait’in peş peşe getirdiği çayları görüyordu.

Babalarımdan biri dediğim bu babam, akşam boyunca gözü o çatlakta, höpürdete höpürdete birkaç bardak demli çayını içer, birkaç dal daha tütün tellendirir, bir iki kez gider işer, arada bir yellenir, sonra da kalkar yatardı. Uyku tutmamışsa eğer, gelir yine sedire çöker, üst üste tütün sarıp içerdi. Yataktayken bile duyardım çakmağının şaklamasını.

Sonra, gecenin bilmem hangi vakti, annemle yattığımız odanın kapısını aralar, içini çeker, gider yatardı.

Babalarımdan diğeriyse anason kokardı hep.

Gelsin istemezdim hiç…

Busbulanık kırmızı bakışlarından, ağzının içinde dönenip duran pas rengi dilinden, uçları sararmış bıyığından, çatık kapkara kaşlarından, bağırdıkça yamulup düzelen yanağındaki benden, kocaman ellerinden çok korkardım.

Gelgelelim, eve en çok gelen de oydu.

Önce öksürüğü girerdi avludan. O sırada annem pirinç ayıklıyor olurdu. “Hah! Geldi işte deyyus!” derdi kendi kendine.

Gürültüyle açılırdı kapı. Bir sağa bir sola savrulur, zor bela atardı kendini avluya. Üstü başı toz toprak içinde olurdu. Elinde, nasıl olduysa düşürüp kırmadığı yarım şişe rakısıyla sedire çöker, bardakla buzlu su isterdi. Annem yerinden kıpırdamazdı. Dönüp baygın baygın bana bakardı bu kez. Fırlar getirirdim istediklerini.

Sonra sedirin bir ucuna kıvrılır, ampule çarpıp duran pervanelerin takırtısını, söğüt yapraklarının hışırtısını, cırcır böceklerinin cırıltısını dinlemeye çabalardım. Ne var ki hiçbirini duyamazdım. Bu babam eve geldiğinde dünyanın bütün sesleri yiter giderdi. Ötekinin aksine durmadan konuşurdu bu babam çünkü. Yahut konuşmaya çalışırdı. Ağzından çıkanlar da yalpalayıp dururdu kendisi gibi. Kurduğu cümleler; kelime kelime, hece hece, harf harf kaybolur giderdi çoğu kez.

Küfrederdi aralıksız.

Zamansız yağmur yağdırıyor diye Allah’a küfrederdi kimi zaman. Kimi zaman, tütüne kota koyuyor diye devlete, fazla fazla yazıyor Allah’sız diye Bakkal Mecnun’a, hay ben bu parayı icat edenin diye adını bile bilmediği Lidyalılara, kimi zaman da yine taş çaldı Allah’ıma diye Bekçi Bekir’e küfrederdi.

Bazen de gözlerini anneme kötü kötü dikip, “Koymazlar ki bir rahat içelim,” diye Zerban’da mum diken kadınlara küfrederdi.

Annem taş kesilirdi. Kıpkırmızı bir suratla bana bakar, “Git yat Hasan’ım,” derdi sesi titreyerek, “git yat, gelirim birazdan ben.”

Kalkardım.

Babam da beni o sıra fark etmiş gibi, “Sahi, sen niye ayaktasın hâlâ, orospunun evladı!” der, sonunda bana da basardı küfrü.

Koşar, yatağa gömülürdüm.

Annemin öfkeli sesi doldururdu kulaklarımı önce. Sonra devrilen bir tabağın tangırtısı, yere fırlatılan bir bardağın şangırtısı, surata inen bir tokadın şaklaması, savrulan bir gövdenin gümlemesi...

Annemin çığlıkları gitgide acı inlemelere döner, kaybolurdu sonunda. Duyulan tek ses babamınki olurdu. Kafama çektiğim yorganın içine büsbütün gömülürdüm böylece.

Ağzından çıkan kelimeler çarpık çurpuk da olsa işitirdim her şeyi. İşitince de büyürdüm yavaş yavaş.

Gövdem genişler, bacaklarımla kollarım devleşirdi. Kocaman ellerimle gider, babamın boğazına yapışırdım. Çırpınıp dururdu. Gözleri pörtleyene dek sıkardım boğazını. Ölürdü sonunda. Ölünce, korkardım tabii. Korkar, yatağın içinde büzülürdüm iyice. Küçülürdüm yeniden, küçülür, bir lokma kalırdım.

Annem çıkagelirdi epey sonra. Kapıyı kilitler, yanıma uzanırdı.

Tütün kokardı boynu, anason kokardı. Sarsıla sarsıla ağlardı bir zaman.

Bir müddet içi deşiliyormuş gibi uzun uzun inler, sonunda uyuyakalırdı.

Kâbuslar da görürdü kuşkusuz.

Bu kâbusların birinde henüz körpecik bir kızdır mesela. Gün kararmaya yüz tutarken yorgun argın dönüyordur tarladan. Temmuz sıcağında çapa sallamaktan bağrı yanmıştır. Zerban’a uğrayıp buz gibi sudan kana kana içesi gelmiş, yüzünü, boynunu yıkayası tutmuştur. Serinlemiştir de, tütün yapraklarının arasından eve doğru yürümeye koyulmuştur. Az ötede, söğüt ağacının dibinden babam çıkıvermiştir karşısına. Kolundan tutup çekmiş, körpecik annemi yatırıvermiştir söğüdün dibine.

Çırpınır dururdu gövdesi. Gözlerini açar da inler, yeniden uykuya dalardı.

Bir gece, Meryem’in gelesi tutmuş, benim inatla babalarımdan biri dediğim bu babam evdeyken.

Zerban’daydık biz. Annem peşinden beni de sürüklemiş, “Cuma gecesi oğlum, sevaptır,” demişti.

Türbenin kararmış taşlarına mum dikip dualar edecektik.

Elinde bir poşet; içinde şeker, leblebi, bisküvi, o önde ben arkada yürüyorduk. Derken babamın sallana sallana bakkala girdiğini görmüş de adımlarımızı hızlandırmıştık.

“Kahve içer misin?”

Adnan seslenince döndüm.

“İçerim,” diyerek sigaraya uzandım. Kibriti çakarken Adnan seslendi yine.

“Nasıl olsun?”

“Az şekerli.”

Ocağın arkasındaki duvarda asılı fotoğrafa takıldı gözüm. Kasabanın fotoğrafıydı. İrili ufaklı onlarca ev, birer tespih boncuğu gibi saçılmıştı Taht Dağı’nın eteklerine. Zerban’daki tepeden çekilmiş olmalıydı fotoğraf. Eskiden oturduğumuz, şimdilerde bir harabeye dönmüş evimizi aradı gözlerim. Seçemedim.

Meryem’in kokusu daha avlu kapısından girerken karşılamıştı bizi. İçeriden ulumaya benzer, acı bir ses geliyordu. Annem birden adımlarını hızlandırıp kapıya yönelmiş, giderken, “Sen otur, bekle burada,” diye bağırmıştı bana.

Annemin çığlığını işitince sedirden korkuyla fırlamış, odaya dalmıştım.

Meryem yarı çıplaktı. Duvarın dibine çökmüştü. Acı acı uluyordu. Bir yandan da habire kasıklarını yumrukluyordu.

Babamsa şalvarı dizlerinde, sırtüstü yatıyordu. Kaskatıydı.

Adnan kahveyle çıkageldi. Gözleri masadaki kibrite takılmıştı. Eline aldı.

“Meryem’i hatırlarsın değil mi?” dedi. “Hani gelenden geçenden kibrit isterdi durmadan.”

Başımı sallamakla yetinip kahveye uzandım.

(s. 13-20)

Serkan Gülpınar
Zerban
Holden Kitap
2021
118 s.