Hikâye anlatmaktan çok hikâye olmayı sevenlerin romanı

“Ahmet Büke denizi bir mücadele alanı olarak ele alan yazarların izinden gidiyor. Bu mücadelenin kendine özgü ahlakını ve bu ahlakın bozuluşunu anlatmayı yeğliyor. Denizin insan zihnindeki bilinmezlere, vaatlere ve özgürlük fikrine karşılık gelen imgesi ise çok sonra ortaya çıkıyor.”

20 Ekim 2022 22:00

 

Ahmet Büke, öykülerinden de bildiğimiz gibi, kurguya taklalar attıran, okurunu metnin tuzaklarında yol aramaya çağıran bir yazar değil. Tersine, duru, sakin bir hikâye anlatıcısı olmayı seçen yazarlardan. Elbette kurgunun baş döndürücü çekimini yeğleyen metinlerin büyük bir cazibesi vardır, hele de iyi bir yazarın elinden çıktıklarında müthiş bir derinlik yakalarlar. Ancak birçok örnekte kurgu sözün öylesine önüne geçiyor ki, edebiyat bir lunaparka dönüşüyor, gözünüzü alan ışıkların arkasını göremiyorsunuz. Daha da kötüsü, ışıklar o denli parlak oluyor ki, görebildiğiniz “mesele” olduğundan da soluk kalıyor. Yazarın edebiyata yaklaşımı ne olursa olsun, her metnin bir miktar yerçekimine ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim. İlla ki toplumcu gerçekçi politik bir tutarlılık değil sözünü ettiğim; sadece yanıtları ne denli yüksek sesle dillendirirsek dillendirelim, üstüne ne kadar ahkâm kesersek keselim, aslında hep biraz kuşkuyla yaklaşmamız gereken “gerçek”e karşı sorularımızı derinleştirecek bir yerçekimi sözünü ettiğim. Bir anlamak çabası… Her bir hikâyeyi yeni kılan da bu yeniden bakabilmek çabasıdır diye düşünüyorum. Campbell’ın üç-beş plotluk şemasından bizi kurtaracak olan da bu zaten.

Deli İbram Divanı, usta bir öykücünün, dilini ve anlatım yöntemlerini sağlamlaştırmış bir hikâye anlatıcısının ilk romanı ve fazla maceraya atılmayan bir metin; kurgusu söze öncelik tanıyarak çatılmış. Deniz kenarındaki küçük bir kasabanın insanlarının denizle temellenen yaşamlarının savruluşunu anlatıyor diye kısaca özetlenebilir. Ama bu kısa özetlerin dışına taşan ne varsa, işte her metnin biricikliğini de o oluşturur. Denizle “kaanatkâr” bir ilişkisi olan Köstence ahalisinin bir anda yunus katiline dönüşmesine tanık oluyoruz metinde. Dönem Demokrat Parti dönemidir ama günümüz Türkiyesi’nin kâr hırsıyla doğayı arsızca katletmesinin benzeri şeyler okuyoruz kitapta. Sorunu doğru tanımlamak için standartlara başvurup “aç gözlü kapitalizmin vahşeti” demek daha doğru olacaktır herhalde. Çünkü bu ne belli bir toplumla ne de belli bir dönemle sınırlandırılması mümkün olmayan bir hal. Ama gerçekçi edebiyat her zaman belli bir yerelliğin ve dönemin de taşıyıcısı olduğu için, Deli İbram Divanı buranın ve o zamanın manzarasında yazılmış bir roman. Manzara katmanları açıldıkça derinleşiyor. En yüzeyde yer alan, tabii ki “Türkiye müteşebbisi” denen garabet. Çevirdiği her fırıldakta devleti arkasına almak dışında hiçbir var olma becerisi olmayan, ürettiği tükettiğini karşılamayan, her zaman her şeyden sonsuza dek alacaklı Türkiye sağının belkemiği olan o kasaba “müteşebbis”i. O parti senin bu parti benim, o tarikat bu cemaat, hiç yorulmadan dolanıp dolaşıp ama hep aynı yerde durmayı beceren o müteşebbis ve ondan medet uman, her zaman işbirliğine hazır toplum. Ancak Deli İbram Divanı meselesine buradan bakmakla yetinseydi oldukça klişe bir metne dönüşürdü. Ahmet Büke, bu sloganlaştırmaya açık noktadan diğer katmanlara uzanarak sıyrılıyor. Özellikle Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’den bildiğimiz, DP’den güç aldıkça güçlenen Anadolu sermayesi faslından açılan yol, Yaşar Kemal’in göçerlerinin efsanelerle örülü dünyasının yollarıyla da birleşiyor. Temelini destanlarda, masallarda, efsanelerde kuran bir evren burası. Bir toprağa yerleşildiğinde bile anavatan olmayı sürdüren sözlü geleneğin etkisi, Deli İbram Divanı’nın gerçekler üstüne anlatılmış “hikâye”lerden biri olduğunun, zaman içinde başka anlatmalara açık olduğunun da ipuçlarını taşıyor.

Köstence (Uzun Ada), 1936.

Köstence’nin masallarının, söylencelerinin, yunuslarının üzerine düşen ise Osmanlı’nın, savaşların, efelerin, çetelerin gölgesidir; Köstence’nin tanığı olduğumuz değişiminin de, direncinin de arkasında o gölgeler vardır. Tüm bu gölgelerin arasında usul usul demlenen Osman ile Leyla’nın aşkı ise daha farklı çağrışımlarla yüklü. Levanten İzmir’in son izleri, özellikle fayton teması, bitmiş bir dünyanın arkasında bıraktığı bir fotoğraf gibi giriyor metne. Mantolar, fotoğraflar ve faytonlar etrafından akan öykücükler, Divan’a erken Cumhuriyet dönemi edebiyatının zarafetinden etkiler taşıyor. Ancak akan yaşam savaş sonrası yoksulluğun, suça evrilmiş çetecilerin öyküleriyle de sürer. İzmir binbir yüzlü bir büyük şehirdir. Büyüleyici ve ürkütücü…

Deniz, insanın “anlam”a ilişkin en ikircikli sorularında yer tutan bir imge olmuştur her zaman. Kıyısında yaşadığımız, karnımızı doyuran bir kaynak olduğunda bile bizi dışında bırakır. Besleyen, doyuran olduğu kadar da tehditkâr ve ulaşılmazdır. Uçsuz bucaksızlığı bizi kıyıdaki yaşamımızı sorgulamaya çağırır. Ama Ahmet Büke denizi bir mücadele alanı olarak ele alan yazarların izinden gidiyor. Bu mücadelenin kendine özgü ahlakını ve bu ahlakın bozuluşunu anlatmayı yeğliyor. Denizin insan zihnindeki bilinmezlere, vaatlere ve özgürlük fikrine karşılık gelen imgesi ise çok sonra ortaya çıkıyor.

Divanına konuk olduğumuz Deli İbram’a gelirsek eğer… Kadırga artığı Deli İbram’a dair Kadırgalılar diye düştüğü dipnotta “Tevatür olabilir, gerçek de olabilir, bunu kimse bilemez ama rivayet odur ki” diye yazar anlatıcımız. Osmanlı zamanında Kadırgalı Koyu’nu korumakla görevlendirilip orada unutulan Emir ve Pedani isimli iki er kadırgalar mı kalyonlar mı diye tartışıp dururlarken, Pedani, Emir’i öldürür, bunun acısıyla da aklını yitirir. İşte Köstence’nin delileri de hep bu Pedani’nin soyundan gelir. “Bu satırların müellifi de dahil olmak üzere, Kadırga Koyu artığından gelen Köstence delileri gayet huysuz, kavgacı, inatçı ve hikâyecidirler. Hatta hikâye anlatmaktan çok hikâye olmayı severler” diye tamamlar sözünü anlatıcımız. Bu denizlerden geçen gemilere bakıp bakıp kavgaya tutuşmak, bu gemilere böylesine sevdalanıp tarafgirlik etmek, Memduh Şevket Esendal’ın şahane öyküsü “Temiz Sevgiler”de karşımıza çıkar. Ahmet Büke’nin bu öyküyü bildiğini ve bu harikulade deliliğin büyüsüne kapıldığını zannediyorum.

Esendal’ın kendi günlük tekrarlarıyla yaşayan bir Boğaz köyünde geçen öyküsü kanlı bitmez. Eğer Büke, Kadırgalılar’ı bu öyküden yola çıkarak yazmışsa, harika bir “yeniden-yazım” olduğunu vurgulamak gerek. Edebiyatın izleklerin peşini bırakmaması, yeniden ele alması “hikâye”nin çok yüzlülüğünü, her yeniden anlatımın bir yenileniş olduğunu en iyi anlatan şeydir bize. Eninde sonunda tüm sefaletine karşın insana bir öykü anlatmakta ısrar etmek de tertemiz bir sevgi değilse nedir? Çağrıştırdığı sonsuzluk ve mücadele imgesiyle önünüze dikilen denizin içinden geçen bir gemiye duyulan tutkuya çok benzer. Somut olarak bir işe yaramaz ama insana iyi gelir.

Ve sadece kör bir adama anlatıldığı söylenen ama aslında herkesin bildiği o hikâye, her anlatıldığında yenilenir, güneşin altında olsun, lambanın ışığında olsun yeniden canlanır, var olur, yeri geldiğinde de suya karışır, akar gider. Özgürce…

•