İslamî kahraman yaratmaktan aileyi kurtarmaya: Hidayet Romanları’nda romantik iktidar

Siyasî iktidarın değişmesiyle bir yandan Hidayet Romanları'nın popülaritesi düşerken, diğer yandan hidayet olgusu da dönüşüme uğrar. Yeni anlatıda iktidarın tesis edilmesi gereken mekân devlet kurumları yerine evdir...

02 Mayıs 2019 09:30

Hidayet Romanları her ne kadar 90’lı yıllarda popüler olsa da 80’li yıllarda yükselişe geçen İslamcı dinamiklerin ürünü olan ve cemiyeti “İslamî biçimde” eğitme misyonunu üstlenen romanlardır. Bu açıdan, okura ahlakî mesaj verme kaygısı taşıyan müdâhil anlatıcı tipinin sıklıkla belirdiği tezli romanlarla benzerlik gösterir. Türsel anlamda ise köy romanlarına ve popüler aşk romanlarına öykünerek aslında bu formların popüler kültürdeki iktidarını yıkmak için yazılırlar. Ana kahramanları ister kadın ister erkek olsun hem fiziken hem de ahlaken “güzel” fıtratta yaratılmış tiplerdir. Romanların genelinde bu özelliklere göre resmedilmiş kadın karakterler idealize edilen İslamcı erkeğe duydukları aşk aracılığıyla hidayete ererler. İslamî kültür dolayımında gerçekleşen bu dönüşüm hikâyesinde, Batı’nın kapitalist kültürünün kuşattığı toplumdaki ahlakî yozlaşmaya ve Şamanik kodlarla şekillenmiş geleneksel kültüre dikkat çekilir. Anlatıcı bu iki “yanlış” Müslümanlık pratiğiyle anlatı boyunca İslamî kaynaklar aracılığıyla sözle cihat eder. Ahmet Sait Akçay’ın deyimiyle, “modernleşme şoku”nun etkisiyle yazılmış bu romanlarda, “modernitenin boşluk kabul etmezliği” ve “tüm gedikleri kapatma arzusu” anlatının kurgusunda cihat mücadelesi ve alternatif kurumlaşma pratiklerinde belirir (2006, ss.118-119). Dolayısıyla, temel mesele modernitenin yanlış biçimde tecrübe edilmesinin toplumda sebep olduğu ahlakî yozlaşmayı göstermek ve bu yozlaşmanın hem kurumsal hem de kültürel anlamda İslamî kültürlenme ile giderilebileceğini okura göstermektir. Bu nedenle, anlatıda idealist kahramanlar yaratılır. Gerçek Müslümanlığı bilmediği için dini doğru bir biçimde yaşayamayan diğer kahramanlar, idealist kahramanların yönlendirmesiyle ya da onlara duyulan aşkın dönüştürücü etkisiyle tövbe edip hidayete ererler. Başka bir deyişle, romanın sonunda ne olursa olsun, anlatıda İslamî iktidar kurumsal ya da bireysel olarak tesis edilir.

Hidayete eren kahramanlarsa genellikle kültürlü ve kışkırtıcı biçimde güzel kadın kahramanlardır. Bir biçimde hem anlatıcı hem de ideal erkek kahraman tarafından içten içe arzulanırlar. Anlatıda bu arzu, erkek kahramanın kadın kahramanla birebir yakınlaşması gibi doğrudan bir hareketle belirmez. Zira, arzulayan tip ideal Müslüman erkek kahramansa ve arzuladığı dini gerektiği gibi yaşamayan bir genç kadın kahramansa, erkek kahraman bu arzusunu ona açıkça belli etmez. Okur olarak kahramanın duyduğu bu arzuyu ya kahramanın iç sesinden kendiyle hesaplaşmasında ya da yan kahramanlarla aralarında geçen diyalog aracılığıyla dolaylı olarak okuruz. Kışkırtıcı bu kadın, erkek kahramana İslamî açıdan zarar verme potansiyelinde olduğundan, roman yazarı bu potansiyeli hidayet aracılığıyla ortadan kaldırır ve erkek kahramanı âdeta dünyada bir huri ile ödüllendirir. Şöyle ki, anlatıda kültürlü ve kışkırtıcı biçimde güzel kadın kahraman ideal erkek kahramanla doğrudan sözlü olarak ya da ilk görüşte aşkın iç dünyasını etkilemesiyle dolaylı olarak çatışmaya girdikten sonra İslam’ı merak eder. Önce kendi kültürlenme biçimi üzerine düşünür, sonra ideal karakterin ya da anlatıda beliren -yine idealist- yan kadın kahramanın yönlendirmesiyle İslamî kaynakları okumaya başlar. Genellikle Said Nursi’nin eserlerinin okunmasıyla başlayan İslamî kültürlenme sonucu, kadın kahraman gerçek İslam’ı öğrenir ve dönüşür. Erkek kahraman da arzu ederse evlenmelerine mâni olan İslamî olmama engeli ortadan kalktığı için evlenirler.

Yine, bu romanlarda anlatıcı-yazar, içten içe arzuladığı bir arzu nesnesi olarak anlatıda beliren oldukça kültürlü ve güzel kadın tipini, toplumsal normların kuşatmasıyla da kıskaca alır. Bu nedenle, hem erkek hem de kadın kahramanların –özellikle karşı tarafa ilişkin duygulanımlarını yansıtırken- özneleşebilmelerine ve kendileriyle yüzleşebilmelerine izin vermez. Başka bir deyişle, içten içe istese de kahramanlarına aşkı deneyimleme imkânı sağlamaz. Bu açıdan, Hidayet Romanları’nda arzusunun kabuğunu kıramayan anlatıcının müdâhilliği, anlatıda gülünç bir teknik aksaklık yaratmaktan ziyade, romancının başarılı bir Batılı romancı gibi roman yazabilme isteğiyle İslamî normlarla zıt düşmek kaygısının yarattığı çatışmanın anlatıya yansıması şeklinde okunabilir. İslamî iktidar bu ortamda kurulamaz. Bu nedenle çatışma sebebi kadın kahraman, anlatı sonunda bir şekilde ait olduğu asıl yere gönderilir, eve yani aile kurumuna.

Ben bu yazıda ise geniş bir örneklemi olan türün romanlar üzerinden yakın okumasını yapmaktan ziyade, öncelikle Kenan Çayır’ın işaret ettiği şekliyle 1980’lerin İslamcılığının kültürel politikasının bir parçası olarak Hidayet Romanları’nın yazılma motivasyonuna değinerek anlatı aracılığıyla kurulmaya çalışılan İslamî kültürel iktidara değineceğim. Minyeli Abdullah (1967), Huzur Sokağı (1969), Ayrılan Kalpler (1997), Kelebekler Gamsız Uçar (2012) ve Fesleğen (2017) romanlarını ise hem İslamî kültürlenme aracıları olarak hem de İslamî kültürün yaşam pratiğinde yaşanan dönüşümleri ve kırılmaları göstermeleri açısından kullanacağım.

İslamî kültürlenme yahut anlatıda İslamî iktidarın tesisi

Hidayet Romanları “1970’li yıllarda romanın ‘İslamileştirilebileceği’”, dolayısıyla İslamî amaçlar için kullanılabilecek bir araç olabileceği algısının ürünü olarak doğar (Çayır, 2008, s. 34). İlk bakışta, bu romanların yazılma motivasyonu İslam’a hizmet etmektir. “Temel sorun, İslam’ın üstün olduğu fikrini herkese kabul ettirmek. Bir bakıma ulaşılamayanı yazı yoluyla elde etmek. Farklı bir okumayla ‘cihad arzusu’nun tatmin olması” dır (s.17). Dolayısıyla, roman İslam’ın tebliğine vesile olacaksa yazılmalıdır. Bu nedenle, “İslami romancılara göre edebiyat kendi içinde bir amaç değil, İslami bilinci geliştirmek için bir amaç olarak kabul edilir” (s.40). Yazarlarının “İslamî roman” kavramını öne sürmeleriyle de bu amaç meşrulaştırılır. Dolayısıyla, İslamcılar önce roman yazmanın caiz olup olmamasını, sonra bu romanın nasıl olması gerektiğini tartışırlar. Romanın makbulü İslamî olmasıdır. Estetik aranmaz. Bu noktada, Mehmet Metiner’in otobiyografisinde İslamî çevrenin roman algısına değinmesi 80’ler Türkiye’sinde İslamî çevrenin romana yaklaşımını yansıtması açısından önemlidir: “Roman ve hikâye okumak, vakit kaybının ötesinde günahtı da. Çünkü roman ve hikâyelerde yazarlar kişi yaratırlardı ve onlara kendilerince kader giydirirlerdi. Oysa yaratıcılık sadece Allah’a hastır” (Alıntılayan Çayır, s.30).

O hâlde, hidayet romancıları işe önce İslamî romanın meşruiyet zeminini, Mustafa Miyasoğlu’nun deyimiyle “düşmanın silahıyla silahlanmak” motivasyonuyla oluşturarak başlarlar (Alıntılayan Çayır, s.33). Düşman Batı’dır. Ancak “bir kavme benzeyen ondan olur” hadisinden hareketle, romanı Batı’dan olduğu gibi almak da sakıncalıdır. Bu nedenle, “kültürümüzün zengin örneklerine” (s.33) yönelmek ve bu örnekleri İslamî süzgeçten geçirmek gereklidir. Bu noktada, Batılı anlamda roman “kendimizi anlatmak için” ve “insanımıza en uygun anlatımı bulmak için” İslamî bir formda yazılmalıdır (s.32). Nitekim, Hidayet Romanları’nın ilk yazarlarından Hekimoğlu İsmail roman yazma nedenini şu şekilde açıklar:          

1960’lı yıllarda üç büyük fikir hareketi vardı. Bir Türkçüler, iki dindarlar, üç dine karşı olanlar. Herkes kitap yoluyla davasını anlatıyordu o dönemde. ... Dindarların kitapları ise sadece ilmihallerden oluşuyordu. Durmadan ilmihal kitapları basılıyordu. Halbuki ilmihal ancak İslâm’ı kabul etmiş insanların okuyacağı kitaptır. Önemli olan insanlara İslâm’ı nasıl kabul ettireceğiz? Yani usül yanlış... Sokaktaki adama hitap etmemiz lazım.
 (Alıntılayan Çayır, s.31)

Romancının bu açıklaması, Hidayet Romanları’nın yazılma motivasyonunu açıklamasının yanı sıra, temel İslamî bilgileri sunma misyonunu ilmihal kitaplarından alıp İslamî roman kavramı altında edebî bir forma taşıması ve kültürel alana çekmesi açısından da önemlidir. İlk dönem Hidayet Romanları’nda, Kuran ayetleri ve hadislerin yanı sıra, ilmihal bilgilerine bolca yer verilmesi de bu noktada anlamlıdır. Hedeflenen, okurun İslamî olarak kültürlenmesidir. Bu açıdan, Hidayet Romanları Batılı formdaki türe alternatif olarak bir kültürel alan yaratma çabası olarak düşünülebilir. İslam ve İslamî olan her şey bu alanın muktedirleridir. Dolayısıyla Hidayet Romanları aynı zamanda içerik olarak “İslâm tarihinden çıkarılan rol modelleri aracılığıyla İslam’ın sahihlik iddialarının dile getirildiği ve toplumsal cinsiyet rollerinin ve duygularının oluşturulduğu kültürel anlatılardır” (s.18).

Bu kültürel anlatılarda İslamcı anlatıcının sesi hâkimdir. Özellikle 80’li ve 90’lı yılların başında yazılan Hidayet Romanları’nda kadınların hem tesettür şekli hem de toplum ve ev içi rolleri bu anlatıcı tarafından belirlenmiştir. Kadın ve erkeğin karşılaşma mekânları, âşıklık hâlleri ve bu aşkı yaşayabilme dinamikleri de İslamî hudutlara göre biçimlendirilmiştir. Zira, Cumhuriyet’in kurumsallaşma pratikleri ve cinsiyet rolleri İslamî değildir. Batı ve ona öykünen Kemalizm, toplumdaki ahlakî yozlaşmanın bir numaralı sorumlusudur. Batı’nın modern kurumları örnek alınacaksa, bu kurumlar İslam dünyasının zihniyetiyle şekillendirilerek yeniden kurulmalıdır. İslamî olmayan kurumda başörtülü bir kadının zaten yeri yoktur. İslamcı erkekler kadınların toplumda İslamî sınırları aşmadan varolabileceği mekânlar kurmalı ve eğitim sistemini bu doğrultuda biçimlendirmelidir. Aksi takdirde, kadının yapması gereken mümkün olduğunca az dışarı çıkmaktır. Ancak yine de bu romanların tamamı için homojen bir yapıdan söz edemeyiz.

Kültürlenme aracısı olmak, kültürü taşımak

Hidayet Romanları’nın yazım tarzını belirleyen temelde iki metindir: Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ı (1967) ve Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı (1969).[1] Bu iki roman, benzer amaca hizmet etmekle birlikte, tür içinde iki farklı anlatıcı sesi örnekler. Huzur Sokağı’nda Müslüman kadının toplumdaki rolü, giyiniş tarzı, erkeklere karşı davranış ve tutumu belirlenirken, Minyeli Abdullah’ta modern dünyada İslam’ın kurumsallaşmasına, erkeğin kadına karşı tutumuna ve toplumdaki rolüne dikkat çekilir. Huzur Sokağı’nda hidayet, başı açık kadın kahramanın Müslüman erkek kahramana âşık olması vesilesiyle örtünmesi ve gerçek İslam’ı bulması ile gerçekleşirken, Minyeli Abdullah’ta hidayet, İslamcı düşünce kitaplarının okunması ve İslamcı gençlerle muhatap olunması aracılığıyla gerçekleşir. Dolayısıyla, ilkinde aşkın merkezde olduğu daha bireysel bir dönüşüm söz konusuyken, ikinci tip dönüşümde kurumsallaşmaya verilen önemle birlikte daha cemiyetçi bir dönüşüm söz konusudur. Bu noktada, İslamî kültürlenme hem bireysel hem de kurumsal olarak gerçekleşir.

Bu iki kanaldan çoğalarak 90’lı yıllarda popülerleşen İslamî romanlar iki farklı İslamcılık anlayışının da temsilidirler. Huzur Sokağı kanalından evrilen romanlar Nilüfer Göle’nin kavramlaştırmasıyla “Kültürel İslam”’ın yansımasıdır. Minyeli Abdullah kanalıyla türetilen romanlar ise “Siyasal İslam”’ın beklenti ve getirilerinin yansıması olarak bu temsilde yer alırlar. Bu noktada, “Siyasal İslam, eyleminde iktidarı ele geçirmeye öncelik veren, değişimi “yukarıdan aşağıya”, “sistem” değişimi olarak tanımlayan, Batılı “emperyalist” güçler karşısında İslamî kimliğini ve bağımsızlığını savunan, “devrimci” İslam olarak tanımlanabilir.” (Göle, 1991, s.144). Kültürel İslam’da ise “öncelik devlete değil bireye verilmektedir. Yeni bir sistem kurulmasından ziyade, iç dünyaların değiştirilmesi, kuşatılması öncelikli hedeftir” (s.145). Bu nedenle, romanlardaki kültürel yön İslamî kimliği oluşturmada belirleyici olurken, İslamcı yan ötekine karşı (bu Batı da olabilir, Kemalist aydın da) “siyasi düzeyde zırhlanma”ya çalışır (s.145). Ahmet Günbay Yıldız, Halit Ertuğrul, Emine Şenlikoğlu, Dr. Sevim Asımgil, Hüseyin Karatay, İsmail Fatih Ceylan gibi türün popüler yazarlarının romanları, 90’lı yıllarda bu iki tip İslamcı çizgi etrafında konuşlanır. Kültürlenme biçimi de bu açıdan farklılık gösterir. Birinde kültürel iktidar bireyin zihin dünyasında kurulmaya çalışılırken, diğerinde kurumsal bir dönüşüm gerçekleştirilmeye çalışılır. Zira, söz konusu dönemlerde siyasî iktidar İslamî değildir.

Halit Ertuğrul’un ve Emine Şenlikoğlu’nun ilk dönem romanları ise hidayete eren kişinin ibretlik yaşam öyküsünün anlatıldığı biyografik romanlardır. Özellikle Halit Ertuğrul menkıbe tadında yazdığı romanlarında bir okuyucusunun gönderdiği mektupta yazan yaşam öyküsüne ya da birebir görüşerek öğrendiği sonradan hidayete ermiş bir kişinin yaşam öyküsüne yer verir. Düzceli Mehmet (2000), Aysel (2002), Canan (2003) ve Emre (2003) bu tip romanlara örnektir. Bu romanlarda, hidayete erme her iki kanalın kesişmesiyle gerçekleşir. Şöyle ki, hidayete erecek kişi ya Minyeli Abdullah’taki gibi sohbet ortamında bir sohbet abisinin telkiniyle hidayete erer ya da Huzur Sokağı’nın Feyza’sı gibi dini bütün bir İslamî kahramana –Nurcu gence- âşık olarak hidayete erer. Dolayısıyla, İslamî kültürlenme Nurcu kaynaklar dolayımında gerçekleşir. Bu noktada, Hidayet Romanları’nın ilk ürünlerinde Said Nursi’nin metinlerine göndermelerin olduğu ortak bir yapıdan da söz etmek mümkündür. Nitekim Kenan Çayır’ın tespitiyle,

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi kaıl ile onların sefahat ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz! Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibanız, milliyetinize karşı bir istihfafdır ve millet bir istihzadır. (Alıntılayan Çayır, 2008, s.37)

alıntısı hem İsmail Ceylan’ın romanında (1986) hem de Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı’nda ortaktır. Bu konuda Cihan Aktaş’ın “İslâmcı Harekette Roman’tik Huzursuzluk” yazısında dönemin İslamcılığının kültürel yönünü belirleyen aktivitelerin “20. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşen MTTB şiir okuma geceleri, şiir yarışmaları, Nur Risaleleri okuma ve yazma toplantıları” olduğuna değinmesi anlamlıdır (2014, s.293). Dolayısıyla, bu hâkim kültürel yapının romanlara benzer şekilde yansıması olağandır.  

Doksanlı yılların sonunda yayımlanan Sevim Asımgil’in Ayrılan Kalpler (1997) romanında ise bu kültürel yapı edebiyat metinleri düzlemine taşınır. İslamî figür olarak bu kez Esad Coşan anlatıda yer alır (s.195). Anlatıda ana kahramanların karşılaşma mekânı Florya’dır. Aşk romanlarını andırır biçimde yağmur yağar ve Atilla’nın Hilye’ye şemsiye tutmak istemesiyle ikili tanışır. Hilye, başı örtülü olmamasına rağmen, anlatıcıya göre edepli bir kızdır. Daha önce hiç flört etmediği vurgulanan Hilye, Atilla’nın sorularına kibar bir dille cevap vererek ağırlığını gösterir. Sonuçta, anlatıcının deyimiyle Atilla kızı evinin kapısına kadar götürdükten sonra, bunun “asil bir sokak macerası” olduğunu bilir ve kızın peşini bırakmayıp ailesini tanışmaya gönderir. Romanda kültürel anlamda dikkat çeken husus, Atilla’nın bu sokak yürüyüşleri sırasında Hilye’ye André Gide’nin romanlarını, Dostoyevski’nin Beyaz Geceler ve Suç ve Ceza’sını ne kadar sevdiğini söylerken, Hilye’nin de Mark Twain’i sevdiğini söylemesidir (s.8). Benzer şekilde, Atilla’nın edebiyat profesörü annesi, Hilye ile tanışmak için evlerine geldiğinde, birlikte Tagore’dan bahsederler (s.31). Bu noktada, ana kahramanlar gerçek İslam’la tanışmadan önce ortak bir kültürel dil yakalarlar. Okur yine İslamî bir aşk romanı okur ancak bu kez kavuşan kahramanlar değişir. Şöyle ki, Hilye’nin önceki nişanlısı, Hilye’nin Atilla ile evlenmesine iki gün kala ortaya çıkar ve aklını karıştırır. Bu sırada nikâh işlemleri için muayene olduklarında, Atilla’nın kanser olduğu öğrenilir. Hilye erdemli bir genç kız olduğundan sözünden dönmez, evlenirler (s.140). Romanın hidayete vesile olan iki ana kahramanı ise Atilla’nın Ezher’e gitmesini arzu eden, İsmailağa cemaati mensubu hala ve Esad Coşan Efendi’dir (s.114). Atilla, halanın vesilesi ile hastanede tanıştığı Esad Coşan Efendi sayesinde ölmeden önce hidayete erer (s.203). O sırada aynı hastanede doktor olan yan kahramanlardan Alper de bu konuşmalardan etkilenir. Atilla’nın ölümüyle Hilye, halanın yanına taşınır, hamiledir ve hem haladan hem de ölümden etkilenerek o da hidayete erer. Böylelikle erdemine erdem katmış olur. Alper Bakırköy’de bir imamdan Kuran dersi alan bir doktora dönüşünce, hala ikisinin arasını yapar ve roman dönüş yapan iki kahramanın evlenmeye karar verişiyle son bulur. Kültürlenme yine İslam’la gelir. Hidayetin dolayımlayıcısı kültürel metinler de yine İslamî kaynaklardır. Ancak 2002 yılından sonra yayımlanan romanlarda İslamî söylem iktidarın söylemiyle bütünleşerek dönüşür. Geçmiş romantize edilerek yüceltilirken, kadına da asli görevleri hatırlatılır.

İktidarın söylemini yüklenmek: kadın eve, aşk mutlak evliliğe

Türün 90’lı yıllardaki popüler yazarlarından Ahmet Günbay Yıldız, köy romanlarının İslamî yaşantıyı tehdit eden iktidarını yıkmak için yazar. Bu nedenle, romanlarının mekânı genellikle köydür. Köydeki ahlakî yozlaşmadan İslamî olmayan düzen sorumludur. Anlatı iyi ve kötü kahramanların mücadelesine sahne olur. İyi kahramanın düzeni değiştirmesi ya da yan kahramanları dönüştürmesiyle anlatı son bulur. Ancak yazarın 2002 yılı sonrası romanlarına bakıldığında, ötekini hidayete erdirme amacının, asıl görevlerini unutmuş olan ailelere görevlerini hatırlatmaya ve gençlere adabımuaşeret kurallarını öğretmeye dönüştüğü gözlenir. Yazar, artık eski romanlarında olduğu gibi, doğrudan ayet, hadis ya da kıssalarla konuşan kahramanlardan vazgeçerek dinî motifler ve geleneğin dilinden konuşan kahramanları dönüştürücü olarak kullanır. Anlatının sonunda dönüşüm dinî değil ahlakî olarak yaşanır. Din zaten biliniyordur. Unutulan, 80’li yıllarda tesis edilen İslamî söylemdir. Anlatıcının yeni misyonu mevcut siyasî iktidarın söylemini yüklenerek okura unuttuklarını hatırlatmaktır. Bu açıdan yazarın Kelebekler Gamsız Uçar (2012) romanı ilginç bir örnektir.

Roman, ebeveynlerinin işkolikliği yüzünden ihmal edilen ve ağır bir ergenlik dönemi geçiren genci konu edinir. Bu genç, dedesi tarafından büyütülmüş olduğundan, anne ve babası yerine dedesini örnek almaktadır. Anne ve babasının tersine daha muhafazakâr ve gelenekçi bir hayat tarzı süren dedesinden onun sözleriyle konuşur gibi konuşacak denli etkilenen Haluk, anne ve babasının dedesini kıskanmasına sebep olur. Bu kıskançlık, Haluk’u dedesinden ayırmalarıyla sonuçlansa da, aslında Haluk’un yaşamını ve karakterini derinden etkileyecek olaylar silsilesini başlatır. Zira, Haluk artık punkçıdır!

Öte yandan, anlatıda mekân köyden şehre taşınırken, evler ise villalara dönüşür. Yazarın ilk romanı Yanık Buğdaylar (1985) ile kıyaslandığında, bu romandaki hayat daha lükstür. Ancak lüksün kendisi doğrudan eleştiri sebebi değildir. Lüks işkolik anne ve babanın çocuklarını ihmaline sebep olduğundan dolayı eleştirilir. Haluk özellikle annesine çıkışır: “Çocuklarınıza karşı hangi görevinizi itina ile yapabildiniz? Hangi gün bir sıcak çorba pişirdin bu evde? Peynir, zeytin, yumurta... Onları da kendim hazırlıyorum.” (s.11). Bu noktada, anlatıda kadının çalışsa da evine karşı görevlerini ihmal etmemesi gerektiği vurgulanır. Sonuç olarak Haluk üniversiteyi kazanır, mezun olur ve kendi karakterinin inşasını dedesini model alarak tamamlar. Anlatıda dede aracılığıyla gelenek yüceltilir. Böylelikle, kurtuluş reçetesi, geçmiş romantize edilerek, kadın düzeltilerek yazılır!

Hikmet Anıl Öztekin’in Fesleğen (2017) romanı ise popülerliğini kaybetmiş bu türü devam ettirmesi ve çok satması açısından ilginçtir. Bu anlatıda da İslamcı söylem romantize edilir. Üniversite, türün ilk örneklerinin aksine, bu romanda artık ahlaksızlığın mekânı değil, tasavvufî anlamda ana kahraman Fesleğen’in kendini bulmasını sağlayan süreçte bir merhaledir. Fesleğen Konya’dan İstanbul’a değişim programıyla bir yıl okumak için gelir. Öğretmen olacaktır. Aşk yine anlatıda hidayetin dolayımlayıcısıdır. Ancak bu kez hidayete eren erkek kahraman Seyyah’tır. Fıtraten iyi yaratılmış, toplumda temiz kalmış, duyarlı bir gençtir. Bir biçimde dinin doğru pratiklerinden habersiz kalmıştır. Babası Mevlevi şeyhi olan Fesleğen, Seyyah’ın dönüşümüne etki eder.

Anlatıda âşıklık Leyla ile Mecnun ve Romeo ve Juliet aşkıyla kıyaslanır: “Leyla ile Mecnun ‘ile’ takısıyla Romeo ve Juliet ise ‘ve’ bağlacıyla bağlıdır. Peki bu ne demek? Romeo ve Juliet ayrı sevenlerdir. Ayrıdırlar. Biri oradan biri şuradan sever. İki kişidirler ve birbirlerini ayrı ayrı severler. Leyla ile Mecnun ise ayrı değildir birdirler. Bir oldukları yerden birbirlerini severler”(s.145). Bu noktada Romeo ve Juliet anlatıda kültürlenme ögesi olarak değil, İslamiî aşkın yüceliğini göstermek için vardır. Fesleğen de Konya’ya döner. Okulunu bitirir. Ayrılık, tasavvufî anlamda aşk acısı çekip çilesini doldurmasına vesile olur. Seyyah ise Fesleğen’den habersiz Konya’ya gelip tekkeye bağlanır. Fesleğen’in amcasının ikiliyi yakıştırmasıyla Fesleğen istemeyerek görücüye çıkar. Karşısında Seyyah’ı bulur ve hamd eder. İkili aşklarını yaşamadıkları için metnin sonunda birbirleri ile ödüllendirilirler.

Sonuç yerine

Hidayet Romanları, ister köy romanlarına ister popüler aşk romanlarına öykünerek yazılmış olsun, İslam’ı tebliğ amaçlı yazılmış tezli romanlardır. Bu romanlarda kadın ve erkek kahramanlar aşk aracılığıyla İslamî kültüre ilgi duyarlar. Böylelikle ya okuyarak ya da gerçek İslam’ı yaşayan kahramanın anlatımıyla kültürlenirler ve kültürlenme hidayet bulma söylemi ile somutlaşır. Türün kurucu metinleri Minyeli Abdullah ve Huzur Sokağı, 60’lı yılların sonunda yazılmış siyasal ve kültürel İslam’ı temsil eden iki farklı tarzda metinlerdir. Hidayet Romanları türü, bu iki kulvarda çeşitlenerek 90’lı yıllarda popülerleşir. 2000’lerde popülerliğini yitirse de, Ahmet Günbay Yıldız, Dr. Sevim Asımgil ve Emine Şenlikoğlu gibi isimler aslında yazmaya devam ederler. Ancak yazma motivasyonları artık mevcut iktidarın söylemini yüklenerek aile kurumuna ve değişen annelik pratiklerine dikkat çekmek olarak değişir. Yine, siyasî iktidar ve kurumlar artık yıkılması ve yerine İslamî olanın tesis edilmesi gereken kurumlar olmadığından, anlatıda üniversite ahlaksızlık mekânı olarak değil, âşık olacak kahramanların tanışmasına vesile olan mekân olarak belirir. Başka bir deyişle, kurum olarak üniversite artık İslam’a tehdit değildir. Tehdit aşkın yaşanış şeklidir.

Öte yandan, klasik kültürel metinler artık kahramanların kültürlü olduklarının nişanesiyken, aynı zamanda okur için İslamî kültür içinde alımlanabilir metinlere dönüşürler. Hidayetin aracısı İslamî kültürel metinler ise Said Nursi metinlerinden, Esad Coşan’a ve Mevlana ile Şems’e evrilir. Dönemsel olarak İslamî kültürün yaşam pratiğine etki eden popüler cemaat ve isimler ise kültür aktarıcısı olarak anlatıda belirir. Bu açıdan, Huzur Sokağı (1988), Ayrılan Kalpler (1996), Kelebekler Gamsız Uçar (2012) ve Fesleğen (2017) romanları, Türkiye’de din kurumunun taşıyıcı aygıtlarını, dönemsel olarak hangi cemaatlerin ön plana çıktığını görebilme imkânı da tanır okura. Bu noktada, İslamî kültürün toplumdaki taşıyıcısı kendi dönemlerinin popüler cemaatleridir ki bu cemaatler de dönemsel olarak iktidarın söylemiyle flört hâlindedir.

Elbette ki birer örnekten yola çıkarak bütün metinleri aynı doğrultuda değerlendirmek mümkün değildir. Ancak söz konusu metinler türün seyir hattını göstermesi ve mevcut iktidarın kadın ve aileye yönelik söylemi bağlamında bu metinleri tartışmaya açması açısından önemlidir. Zira, İslam’ı tehdit eden siyasî iktidarın değişmesiyle bir yandan bu romanların popülaritesi düşerken, diğer yandan bu türde yazmaya devam eden yazarların metinlerinde hidayet olgusu da dönüşüme uğrar. Yeni anlatıda iktidarın tesis edilmesi gereken mekân devlet kurumları yerine ev; düzeltilmesi gereken kişi İslam’ı bilmeyen kadın yerine kadınlığını unutmuş kadın olarak belirir. Bu noktada, Hidayet Romanları’nın İslamî söylemi iktidarın kadın ve aileye yönelik politik söylemini yüklenir. Aşk, bu kez Müslümanlar tarafından da rahatça deneyimlendiğinden ve yozlaşmanın sebebi artık iktidar olmadığından, anlatıda ilk dönem Hidayet Romanları’nın aşk söylemini romantize eden bir unsur olarak belirir. Dolayısıyla, aşkın makbulü sözle ifade edilmeyen, evlilikle taçlanan aşktır. Flört, iktidarın müdâhil alanı dışına taşmadıkça mübahtır.

 

 

 

 

Kaynakça

Akçay, Ahmet Sait. (2006) . Bellekteki Huriler: İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel Bakış. İstanbul: Selis Yayınları

Asımgil, Sevim. (1996). Ayrılan Kalpler. İstanbul: Çelik Yayınları.

Çayır, Kenan. (2008). Türkiye'de İslamcılık ve İslami Edebiyat: Toplu Hidayet Söyleminden Yeni Bireysel Müslümanlıklara. İstanbul: Bilgi Üniversitesi.

Göle, Nilüfer. (1991). Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme. İstanbul: Metis.

Hekimoğlu İsmail. (1967). Minyeli Abdullah. İstanbul: Mihrab Yayınları.

Öztekin, Hikmet Anıl. (2017). Fesleğen. İstanbul: Hayy Kitap.

Şenler, Şule Yüksel. (1988). Huzur Sokağı. İstanbul: Nur Yayınları.

Yıldız, Ahmet Günbay. (2012). Kelebekler Gamsız Uçar. İstanbul: Timaş


[1] Burada belirtilen Huzur Sokağı’nın tefrika tarihidir.