Her şeyden sonra: Ernst Jünger’in Eumeswil’i

"Jünger’in modernite üzerine düşünmesinin sonundaki temel ruh halinin, yumuşatılmış ve ironiyle örtülmüş keder olduğunu da söyleyebiliriz. Her şeyi görmüş, bütün bir yüzyılı baştan sona yaşamış birisinin kederi."

05 Mayıs 2022 18:30

Ernst Jünger, I. Dünya Savaşı’nı, Alman Devrimi’ni, Weimar Cumhuriyeti’ni, 1929 Buhranı’nı, Nazi rejimini, II. Dünya Savaşı’nı, yeni Federal Almanya’nın kuruluşunu, Soğuk Savaş’ı bizatihi yaşadığı gibi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını ve Almanya’nın yeniden birleşmesini de gördü. Ona göre uzun yaşamanın yararlarından biri, kişiye gündelik gelişmeleri daha yukarıdan değerlendirebilme yetisi kazandırmasıydı. Eserlerini, tarihe tanrılar katından bakma gayretinin ne dereceye kadar meşru olduğu sorusuyla birlikte de okuyabiliriz belki.
 
Jünger 1920’lerdeki kan ve toprak sloganlarıyla, milliyetçilikle yüklü makalelerinde bile daima kıyamet ufkunun bir yorumcusu olmuştur. Gerçi o dönem soldan sağa herkes kıyametsi, belirsiz ufku yorumlamakla meşguldü. 1932’de yayınlanan, Heidegger’e de ilham vermiş tartışmalı kitabı Der Arbeiter’de (“İşçi”) Jünger teknolojiyle bütünleşmiş yeni insanı anlatıyordu. Teknoloji “güç istenci”nin ta kendisiydi. II. Dünya Savaşı ve ardından gelen atom bombaları çağında ise artık mesele teknolojinin getirdiği nihilizmle nasıl baş edileceğidir. Jünger teknolojinin yüceltilmesinden, mevcut uygarlığın eleştirmenliğine sıçramıştı.
 
1977’de, 82 yaşındayken yazdığı Eumeswil’e bu uzun ömrün derslerinin, felaketlerle çizilen tarihsel deneyimlerin ve bir yaşama tutumunun özeti olarak da bakabiliriz.
 
Uygarlık eleştirisi
 
102 yıllık ve yazınsal olarak da oldukça verimli bir ömrün girdisini çıktısını tartışmak bu yazının işi olamaz ama Eumeswil’den önce, 1950’lerde kaleme aldığı birkaç denemeden kısaca söz etmek yararlı olacak. Zira Eumeswil’in arkasında o dönem kayda geçilmiş bir dönüşüm yatıyor. Burada Eumeswil’den alıntılarla, 1950 dönüşümüyle roman arasındaki ilişkilere dair birkaç örnek vermeye de çalışacağız.
 
İlk olarak Über die Linie (“Çizgi Üzerine”): 1950’de basılan deneme 60. doğum günü münasebetiyle Heidegger’e adanmıştı. Jünger kitapta tüm yaşamın teknoloji yoluyla genel düzenlenmesi üzerinde duruyor, nihilizmin dünyayı sayılarla çözdüğünü, insanı uzayı fethetmeye ve hızlanmaya iten bir içsel boşluk, bir düşünce yoksulluğu yarattığını söylüyordu. Eumeswil’de de aynı izleği görürüz:
 
“Düşünce yoksunluğu veya daha basit söylenecek olursa tanrıların yokluğu açıklanamaz bir hoşnutsuzluğa yol açıyor, neredeyse güneşin yarıp geçemediği bir sis adeta. Dünya renksizleşiyor; söz özünü kaybediyor; özellikle saf iletinin ötesine geçilmesi gerektiğinde.” (s. 68)
 
Jünger’e göre tarihsel olarak güçlü siyasetin yokluğu nihilizmin bir özelliğidir. “Sadece dünyayı değiştirmek isteyen bir politikanın tarihî itibarı vardır” ve tarih sonrası zihniyet Avrupa’nın çehresini belirlediği sürece, nihilizme verilecek tek cevap, bireyin, “orman gezgini”nin varlığına geri çekilmesidir. Heidegger’in bu makaleye cevabı nihilizm çizgisini geçmenin imkânsızlığı olmuştu, zira nihilizm dışsal bir fenomen değildir, modern dünyada insan pratiğinin içindedir. Hatta dilin de içinde. 1951 tarihli Der Waldgang’da (“Orman Yürüyüşü”) ise hedef Federal Almanya’da yerleşmeye başlayan liberal refah devletiydi. Yazar bireyden teknokrasiye, plebisiter demokrasinin “sözde özgürlüğüne” direnmesini istiyordu; tüm kaynakların tüketimci bir şekilde sömürülmesine yönelik küresel eğilime karşı direniş bir zorunluluktu. Zaman tekniğin baskınlığı ve metafiziğin kaybıyla birlikte dönüşüyordu. Araçsal aklın nihilizmi doğayı ve insanı kinetik enerji deposu olarak görür:
 
“Beni rahatsız eden yanılgı değil; bir zamanlar dünyayı yerinden oynatan ama artık ıskartaya çıkmış büyük sözlerin geviş getirilmesidir. Yanılgılar siyasi dünyayı kökünden sarsabilir, fakat onlar da hastalık gibidir: Kriz dönemlerinde çok şey yapabilir, hatta sağaltmaya yol açabilir; yüksek ateş kalpleri test eder. Akut: Yani enerjilerle dolu bir çağlayandır. Kronik: Bir hastalık, bir bataklıktır.” (s. 68)
 
1953’te Der gordische Knoten (“Gordion Düğümü”) adlı makalesiyle Jünger, Soğuk Savaş’ın ortasında Doğu ve Batı arasında arabuluculuk yapmaya soyunur. İki kültürel alanın karşılıklı meydan okuması ve nüfuz mücadelesi tarihî bir süreklilik olduğu gibi, bir dünya devletinin yaratılması da giderek artan bir zorunluluktur.
 
An der Zeitmauer’de (“Zaman Duvarı”) Jünger ekolojik felaketi temel bir değişime yol açacak yaratıcı bir yıkım olarak görmektedir. Bu kez de anlaşılabilir nedenlerle Hermann Hesse’in övgülere boğduğu bu denemede Jünger bugün artık açık biçimde karşı karşıya olduğumuz sorunların hiçbirini es geçmez: Nüfus patlaması, iklim değişikliği, çölleşme, kaynakların israfı, nükleer savaş ve genetik manipülasyonun belirsiz sonuçları. Sadece ekolojik koşullar değil, biyolojik koşullar da değişmektedir. Genetik deneyler ve yapay döllenmenin de kanıtladığı gibi insanlar kendi evrimlerine giderek daha kararlı bir şekilde müdahale ediyorlardı ve bu süreç henüz yeni başlıyordu. Arkadan gelen “Weltstaat” (“Dünya Devleti”) başlıklı makaleyle Jünger için siyasi ütopya sadece belirsiz bir şekilde adlandırılan gezegen çapında bir yönetim, bir dünya devletidir. Şimdiki zamanda ise insan maddi güçlerin insafına ve küresel akışa terk edilmiştir. Savaş ve barış, gelenek ve sınırlar gibi tarihsel kategorilerin ortadan kalkmasıyla siyaset artık deneysel bir aşamaya girer ve insan türü bile sorgulanır. Jünger, özgür iradenin yerine, karınca kolonilerini andırır düzenler oluşturma içgüdüsünün ortaya çıkmasından endişe ettiği gibi, insani özün atom çağında korunabileceğinden de emin değildir.
 
Naglfar ilerliyor
 
Jünger, Heliopolis (1949), Mermer Yalıyar (1939) gibi kurgusal metinlerinde kahramanlarını zamansızlığa ve yersizliğe mahkûm eder. Haliyle bizleri de… Daima olmayan ülkeler ve belirsiz zamanlar söz konusudur. Bir anlamda tarih dışında kalırız. O bu zamansızlığı ve yersizliği bir soyutlama aracı olarak kullanır. Bildiğimize benzemeyen yerler ve tarih dışı zamanlar bizi sorunun özüyle yüzleşmeye zorlar. Özel isimler de aidiyet ve tanıdıklığı kırmak için herhangi bir ülkeye, kültüre göndermeden kaçınma amacıyla çok farklı ülke ve kültürlerden toparlanıp bir araya getirilir. Tarih dışı bir durumda, belirsiz bir zamanda, bir tür Babil Kulesi ile karşı karşıyayızdır.
 
Çevresinin ve hayranlarının Jünger’in romanlarından önemli beklentilerinden birisi Nazi dönemi ve II. Dünya Savaşı’nda olanlara dair açık bir tutum almasıydı. Fakat bu beklenti Heliopolis’te gerçekleşmediği gibi Eumeswil’de de bir karşılık bulamamıştır. Jünger’in Nazi hareketine karşı tutumu aslında hiç de karmaşık olmamasına rağmen geçmişi bir bulanıklık halesi içinde kaldı. Tabii bu bulanıklıkta 1930’lar öncesinde güttüğü siyasetin ve yazıların payı çok büyük. Jünger’in 1980’lerde bile Weimar Cumhuriyeti’nin mezar kazıcılarından birisi olarak görüldüğünü de ekleyelim. Jünger yakın dostları Heidegger ve Carl Schmitt’in aksine hiçbir zaman Nazi partisine üye olmadığı gibi, kendisine yapılan katılma çağrılarını da defalarca reddetti. Bana kalırsa 1920’ler boyunca yazdığı yazılara, içinde bulunduğu völkisch çevrelere bakıldığında esas ilginç olan onun partiden uzak kalabilmeyi başarmış olmasıdır. Ama bunlar da belki başka bir yazının konusu.
 
 
Eumeswil  bizi daha önceki distopik romanı Heliopolis’ten bile daha uzağa götürüyor. “Büyük yangınlar” ve onu takip eden “birinci dünya devleti” de, Heliopolis’te anlatılanlar da uzak geçmişte kalmıştır ama hâlâ teknolojik optimizasyon yeteneğine sahip bir dünyada olduğumuzu görebiliyoruz. Büyük felaketler nihilizmin sonunu getirmemiş, hatta onu daha da yoğunlaştırmıştır. Modern toplum “yok oluş” toplumuna dönüşmektedir. Uygarlığın hem kendini hem hayvan türlerini ve hem de çevreyi yok edişi apaçık hale gelmiştir. Doğa sürekli büzülmekte, çölleşme görünür hale gelmekte, modernlik de büyük çöp sahalarında nihayetlenmektedir. “Son İnsanın mirası” bir hayaletten başka bir şey değildir. Burada artık büyük düşüncelerin de bir önemi kalmamıştır:
 
“Milyonlarca insanın ölmesine neden olan büyük düşünceler tükendi. Farklılıklar geniş ölçüde kayboldu. Sünnetliler ve sünnetsizler; beyazlar, sarılar ve zenciler; zenginler ve fakirler kendi değerleri konusunda artık o kadar ciddi değil. Sokağa en fazla ceplerindeki para yetmeyince veya karnavalda çıkarlar. Burada herkes genel olarak istediğini yapabilir.” (s. 72)
 
Burada büyük değerlerin veya “tanrıların” başarısızlığı tarafından tercih edilen çoğulculuktan, bir liberal ortamdan da söz edilebilir. Tabii romanın kahramanı Venator bu çoğulculuğu ve liberalliği olumlu değerlendirmekten uzak; onun için bunlar hiçbir şeye yol açmayan, iyileştirilemeyen hastalık işaretlerinden ibaretler. Jünger uzun yaşamı boyunca pek çok konuda fikir değiştirmiş olsa da, liberalizme ve parlamentoya muhalefeti bunlar arasında sayılamaz. Nihayetinde Eumeswil tarihsel fikirleri olmayan insanlara nihilizm tarafından hazırlanan bir sığınak olarak görülür ve evrimin gücünün tükenişi fikri bu ortama eşlik eder. Bu karanlık manzarada anlatıcı Mutlak’ın zamana girmesini beklemektedir: “Orası tarih ve bilimin son bulacağı yerdir.” Öbür taraftan, tarihi içerikle dolduran, onu harekete geçiren şey de ölmüş olamaz:
 
“Hayır, benim beklediğim daha güçlü bir şey ve sadece insanlık alanında değil. Naglfar hesaplanabilir bir konuma ilerliyor.”
 
Naglfar Kuzey Germen/İskandinav mitolojisinde dünyanın sonunu müjdeleyen geminin ismidir ve anlaşılan yeni değerler ya da “tanrılar”, feci bir yenileme ya da yaratma eyleminde oluşturulacaktır. Jünger gibi, Eumeswil’in kahramanı da dünyanın kendini periyodik olarak temizlediğine inanıyor. Burada da mitler devreye giriyor:
 
“Buna karşılık mit kurucu kuvvet tarihsizdir, kökene ve gelişmeye bağımlı değildir, hesaplanamaz ve öngörülemez biçimde etkide bulunur. Zamana ait değildir, zamanı oluşturandır. O nedenle tarihsel tözün tükendiği ve türün zoolojik düzenini bile artık garanti edemeyecek duruma geldiği kıyamet arifesinde, mit oluşturan kuvvete her zaman boğuk, söze dökülmemiş bir umut bağlanır. Teoloji başarısız olmuştur, yerini Tanrı’nın bilgisine bırakır; insanlar artık tanrılar hakkında daha fazla şey bilmek değil, onları görmek ister.” (s. 177)
 
Venator ve Condor
 
Jünger, kitabın anlatıcısı, “Manuel” diye de adlandırılan Martin Venator’un (venator avcı, araştırmacı, gezgin anlamlarına geliyor) ağzından konuşuyor. Martin Venator daha otuzuna basmamış bir tarih öğrencisiyken, ağzından dökülenlerin görmüş geçirmiş yaşlı bir adam edasına sahip oluşu, zamanında bazı eleştirmenlerin de dikkatini çekmişti. Martin Venator hem tarih bölümünde yüksek lisans yapmakta hem de kaledeki barda Condor adlı tirana ve adamlarına hizmet etmektedir, bundan da hiç şikâyetçi değildir:
 
“Hayvanlar âleminde tırtılın gizlice içini boşaltan parazitler vardır. Sonunda kozadan dışarıya kelebek yerine sadece bir eşek arısı süzülür. Sahtekârlar miras ve özel olarak dil konusunda da aynı şeyi yapar, o nedenle barın arkasında olsam bile kaleyi tercih ediyorum.” (s. 65)
 
Eumeswil ismini Büyük İskender’in generali Kardia’lı Eumenes’den alıyor. Eumenes, İskender’den sonra imparatorluğun birliğini sürdürmeye çalışmış, başarısız olup idam edilmişti. Topoğrafik anlamda Jünger’e ilham veren 1969-1975 yılları arasında Fas, Agadir’e yaptığı gezilerdi. Eumeswil, tıpkı Agadir gibi kuzeyde denizle sınır komşusudur; güneyde çöl, çölün ardında bozkırlar ve ormanlar vardır.
 
Romanın büyük ölçüde anekdot ve özdeyişlerden, günlük benzeri notlardan oluştuğunu düşünürsek, belki onu romandan çok anlatı denemesi olarak da tanımlayabiliriz. Zaten Jünger için önemli olan tarih sonrası zamana dair öngörüleri ve kendi “anark”ının bu gelecekte nasıl davranması gerektiğidir.
 
“Anark”ın ne olduğuna biraz sonra geleceğiz ama Jünger’in bunu kendisini siyasal anarşizmden ayıran bir tür bireysel anarşist tanımı olarak kullandığını daha şimdiden belirtmek gerek. Tabii “anark” romanın yazıldığı zamanda da, 1950’lerde de, hatta Weimar ve III. Reich dönemlerinde de aynı şekilde davranmaktadır. Tarihin sonlanması bile anark’ın niteliğini değiştirmez; rejimler, çağlar değişse de anark aynı biçimde düşünür ve davranır; buradan da belki anark’ın tarih üstü durumda olduğu sonucuna varabiliriz.
 
Her ne kadar tarih-üstü olmaya çalışsak da tarihin içinden hareket etmek zorundayız. Kurgumuz yaşadığımız veya tarihten bildiğimiz kadardır. Eumeswil’de Jünger kendi yaşadığı zamandan konuşuyor ve şehirdeki ilişkiler de kendi zamanından farklı değil. ‘68 sonrası RAF eylemelerinin yarattığı hava da, ileriye yönelik arzular da kitaba sinmiştir. Jünger’in editörlerinden ve yaşamöyküsünün yazarlarından Kiesel’in dikkat çektiği gibi, Venator geçmişe baktığı makinesinde romanın yazılışından 13 yıl sonra gerçekleşecek iki Almanya’nın birleşmesini görmektedir:
 
“Birçok kez barikatların üstünde değil arasında durdum, örneğin sarayın önünde ölümcül kurşun atıldıktan sonra o mart ayında, sonra yine Kızıl Bayrak’la Gamalı Haç arası iki büyük savaşın sonrasında. Barikat sertleşip duvarlaştığında oradaydım ve yıkıldığında da.” (s. 314)
 
Bu eğer kehanet değilse apaçık bir istektir.
 
Tiran Condor kalede ikamet etmekte, öbür yandan Venator’un babası ve kardeşinin de içinde yer aldığı bir muhalefet tirana karşı güç kazanmaktadır ama Venator için bu da pek de önemli değildir:
 
“Tribünler Condor’u düşürürlerse değişen pek bir şey olmaz, çünkü onlar da şiddet uygulamak zorundalar. Sadece tarz değişir. Tiranın yerini demagog alır. Demagog kendi isteği doğrultusunda plebisit düzenler. Plebisitte sorunun nasıl sorulduğu önemlidir; eğer soru iyi sorulmuşsa yanıt ezici olur; sadece kitlesi sayesinde değil, en üste kadar uzanan düşünsel tekdüzelik sayesinde. (s. 183)
 
Fakat Condor beklenebileceği gibi ceberrut, herkesin kendisini gibi düşünmesini ve yaşamasını isteyen bir tiran olmaktan uzaktır. Düzen bozulmadıkça herkesi kendi haline bırakma yanlısıdır. Venator da bu durumda herkese eşit mesafede durmaya gayret göstermektedir, kendi deyişiyle bir görüş sahibi olmamaya, herhangi bir şeyin içine katılmaktan uzak durmaya çalışmakta ve bu nedenle de ailesi tarafından ilkesizliklesuçlanmaktadır. O ise sempati duygusundan arınmaya çalışan birisi olarak elbette kendisine “özgür düşünceli” denmesini tercih ediyordu. Zaten mesafelilik, soğuk üslup, duygusallıktan uzak durmak ve dolayımlılık Jünger’in alâmetifarikalarıdır. Üstelik bu eşit mesafelilik geçmişe kadar uzanmaktadır:
 
“Bağlı oldukları erosa saygı göstermeksizin ataların hatalarıyla dalga geçmeyi, kötü bir tarihsel üslup olarak görüyorum. Biz Zeitgeist’a onlardan daha az teslim olmadık: Çılgınlık kalıtsaldır, biz sadece şapkamızı değiştiriyoruz. (s. 68)
 
“Anark”
 
Jünger yaşamı boyunca gözlerden uzakta kalma gayreti içinde oldu, bu yüzden Nazi iktidarından itibaren merkezlere uzak taşra köylerinde mesken tutmayı tercih etti. III. Reich döneminde de, savaş sırasında Paris’teki görevinde de dikkat çekmeme çabasını yer yer kaybolma sanatına da dönüştürdü. II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan işgal yönetimi tarafından kamusal etkinliklere katılması, kitap ve yazı bastırması yasaklandığında da aynı yolu izleyecektir. Eumeswil’deki Jünger’de “anark”ın “tiranlığın takipçisi”; “eğitimli bir vatandaş ve asker” olduğunu görüyoruz. Kitap “anark”ın iktidara yakın dursa bile iktidarı içselleştirmediği, muhalefetin de dışında kalmaya çalışan pozisyonunu sergiler. Jünger’deki “burjuva-elitist” tarz 1930’larda milliyetçi yoldaşlarını bile epeyce rahatsız ettiği gibi, kendisi yakın çevresinde bile elitist züppelikle itham edilmiştir; bu kitapta da romanın kahramanını aynı tarzda ve deyim yerindeyse aynı ruh halinde buluruz.
 
Venator yukarıda andığımız Der Waldgang’daki “anark”ın da kendisidir ve her bağlılık bir teşbihten, bir sembolden ibarettir. Bu durum ormana çekilen ile özgürlük savaşçısının arasındaki farkla ilgilidir; “anark Varlık’a daha yakındır.” Nihayetinde Jünger’in “anark”ı I. Dünya Savaşı’ndan 1930 başlarına kadar duygulardan arınmış asker ve ardından da Der Arbeiter’deki teknolojiyle bütünleşmiş işçiden sonraki sonuncu kahramanıdır.
 
Eumeswil’in kahramanı ilginç biçimde anti-otoriter de değil: “Tam tersine inanmasam da otoriteye ihtiyaç duyuyorum. Talep ettiğim güvenilirliğin yokluğu kritik melekelerimi keskinleştiriyor.” Ama kahraman tiranın iktidar aygıtlarıyla da bütünleşmiş değil. Kahramanımız tarih bölümünde yüksek lisans yaparken kalede iktidar aygıtlarının nasıl işlediğini incelemekte, yine kalede bulunan, “Luminar” adı verilen aygıtla dünya tarihini canlı biçimde izleyerek vakit geçirmektedir. Venator kendini, diğer tarihçilerin saplanıp kaldığı “tarihsel alanı” terk etmiş; tarihin temel kalıpları üzerine düşünen, gelişmeleri daha yüksek bir bakış açısıyla algılayan ve yargılayan bir “meta tarihçi” olarak görür: “Zaman, tarihsel fikirlerden veya değerlerden yoksun olduğu için, evrimsel olarak önemli bir gerçekliği yoktur; meta tarihsel bir bakış açısından, “gerçeklik” yalnızca “simüle edilir”. Bu zaten tamı tamına Jünger’in kendisine biçtiği roldür.
 
Artık anlaşılacağı gibi Jünger, Stirner’in özgürlüğü ve kurtuluşu kolektifte değil, kendi içinde arayan bireyci anarşizmine daha yakın durmakta olduğu gibi; “anark” da bir yaşam tarzı, yaşam duruşudur. Der Waldgang’daki orman gezginiyle Eumeswil’in “anark”ı arasındaki fark; orman gezgininin toplumdan dışarı itilmesi, anark’ın ise toplumu kendi dışına itmesidir; Eumeswil’in kahramanı için ormana çekilme yalnızca yaşamını tehdit eden bir ayaklanma durumunda geçerlidir; üstelik o ilginç biçimde firari olarak da görülmek istemez.
 
Kahramanın ruhani babaları Aziz Antonius, Aziz Francis ve Max Stirner’dir: “Antonius yalnızların gücüne, Francis yoksulların gücüne, Stirner tek kişinin gücüne sahiptir.” Biricik ve Mülkiyeti (1845) daha önceki yazılarında da Jünger tarafından defalarca referans alınmıştı ve Eumeswil’in sonlarına doğru da ayrıntılı olarak tartışılır. Stirner ve “biricik” figürüne bağlılıkla birlikte, Nietzsche’nin öne sürdüğü ve Jünger için giderek daha fazla sorgulanır hale gelen “üst insan” figürüne yönelim artık tamamen terk edilmiştir. 1932’de kaleme alınanDer Arbeiter teknolojiyle bütünleşmiş bir üst insan figürüydü. Ama o artık eylem dünyasına veda etmiş, tarihi düzeltilemez bir felaket alanı olarak gören, yine de doğadaki mükemmelliğin kanıtlarını keşfetmeye çalışan, doğaya sadece “akılcı” değil, aynı zamanda “muhteşem” bir şekilde yaklaşmak isteyen saf bir gözlemcidir. Yani geriye “hayret”in doğada tecrübe edilmesi kalmıştır.
 
Bütün bunları Jünger’in II. Dünya Savaşı sonrasına kadarki mevcudiyetinin bir gölgesi olarak da görebiliriz. Jünger, Nazi rejimine muhalif kalsa da, açık biçimde onunla karşı karşıya gelmedi; muhalefeti yazılarında örtük kaldı; kendisine yaklaşan muhafazakâr ordu mensuplarının Hitler’e suikast tasarılarını onaylamadı; orduda yüzbaşı ve işgal ordusunun bir subayı olsa da gözlemcilikten vaz geçmedi. Yani kaçak durumuna düşmekten de hep geri durdu.
 
“Bir anark olarak hiçbir şeye karışmamaya kararlıyım, en sonunda hiçbir şeyi ciddiye almamaya... Fakat bir nihilist gibi değil; boşaltılmış bir sınır bölgesinde, gelgitler arasında görme ve işitme duyusunu güçlendiren bir muhafız olarak.” (s. 85)
 
Tabii bütün bunlar “anark”ın politika dışı ve hatta apolitik olmasına yol açıyor. Zaten nihilizm de bireysel direniş alanı olarak nihayetinde apolitikliğe uğramak zorunda. Fakat Jünger bu apolitik uğraktan hiç de rahatsız değil. Onun yazılarındaki dobralığın, olan bitene tanrılar katından bakışın okuru rahatsız etmemesi mümkün değil. Buna mesafeliliği ve soğukluğu da eklediğimizde Jünger’i okuma deneyiminin ağızlarda nahoş bir tat bırakmaması imkânsız. Fakat bu tatsız mesafeliliğin görüşlerimizle bire bir çakışan yazarlardan çok daha doğurgan olduğu da söylemek gerek belki. Yine düşünce alışkanlıklarımızın, kanaatlerimizin üzerine çıkmak ancak bu karşıt sertlikle mümkün olabiliyor belki. Biz yine “anark”a ve onun apolitikliğine dönelim.
 
“Bir yetersizliğin diğerinin yerine geçmesi ve yeni bir egemenliğin eski iktidar karşısında zafer kazanması için kendini feda etmeyi aklından bile geçirmeyen özgür biri olarak, anark tek başına savaşır. Bu bakımdan sıradan vatandaşa, yani öncelikli derdi iyi ekmek pişirmek olan fırıncıya, tarlasından ordular geçerken pulluğun arkasından giden köylüye daha yakındır.” (s. 136)
 
Ve yine zaten nihilizm çağında artık büyük söylemlerin ve ideolojilerin, dünyayı değiştirecek büyük ufukların da sonundayızdır; artık yaşayan hiçbir değer olmadığından Eumeswil, Jünger için özellikle uygun bir yerdir. Tarihsel malzeme, çekilen çilede tüketilmiştir. Düşünceler inandırıcı olmaktan çıkmış ve bu düşünceler için yapılan fedakârlıklar yadırganır olmuştur.
 
Geriye kalan
 
Nihayetinde “anark”ın topluma karşı tutumu ironiktir ve bu Eumeswil’i büyük ölçüde ironik bir roman haline getirir. İroni, acıyı katlanılabilir kılmanın, yasın güçlenmesine izin vermemenin de bir yoludur. Yine de kitap boyunca hissedilen yas, meta tarihçinin ruh hali ve maruz kaldığı eziyettir: “Dünyanın kusurluluğunun yarattığı keder ve iyilik yapanların kederi.” Kahramanı hayatta tutan tek umut “bir Tanrı’nın bize nefes vermesidir” ve bu, tarihsel bilinçte ya da kültürel bellekte korunmaya değer olanın, “bizi soluması” anlamına geldiği gibi yeni değerlerin oluşturulmasına da yol açar.
 
Heliopolis’te ve Mermer Yalıyar’da da olduğu gibi Eumeswil’de de kitabın sonunda kahraman sessizce yokluğa karışır. Daha önce yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi, sessizce sahneyi terk etmek Jünger’de gidişatın çıkışsızlığına verilen ezeli bir cevap halini alır. Jünger’in modernite üzerine düşünmesinin sonundaki temel ruh halinin, yumuşatılmış ve ironiyle örtülmüş keder olduğunu da söyleyebiliriz. Her şeyi görmüş, bütün bir yüzyılı baştan sona yaşamış birisinin kederi. Buna belki bir “labirentte” kısılıp kalmanın, bir çıkış yolu bulamamanın farkındalığıyla artan acıyı da ekleyebiliriz.
 
 
KİTAPLAR:
 
Jünger, Ernst, Eumeswil, çev. Süheyla Kara, Jaguar Kitap, Şubat 2021.
Kiesel, Helmuth; Jünger, Ernst, Die Biographie, Siedler, 2007.