Gençay Gürsoy’un anıları

"Gençay Hocanınki yaşanmaya değer bir hayat olmuş. Az insana nasiptir. O bakımdan, o hayatı kitabında satır satır izlemeye doyum olmuyor."

28 Ekim 2021 21:00

Gençay Gürsoy’un yakınlarda çıkan Bir Hayat Üç Dönem adlı kitabı, 1950’lerden başlayarak düpedüz Türkiye’nin sol siyasi tarihi olarak okunabilir. Aynı zamanda, taşradan şehre gelen azimli ve yetenekli bir gencin hayat hikâyesi olarak okunması da mümkün. Siyasi tarihin hayat hikâyesine anlam, hayat hikâyesinin de siyasi tarihe renk kazandırdığı, çok kesif bir kitap. Kişisel planda, kendi ayakları üzerinde durarak varolmanın, çetin koşullara direnmenin, başarıya bileğinin hakkıyla, kanırta kanırta ulaşmanın, ama bunları ekşimeksizin, kavruklaşmaksızın, bir yandan keyfine bakmayı, gülmeyi, eğlenmeyi unutmadan yapabilmenin örnek rehberi sayılabilecek bir metin.

İstanbul’a ‘taşra’dan gelmesine rağmen, bu azimli gencin ‘taşralı’ olduğunu söylemek zor. Zira doğup büyüdüğü Kars, ‘Anadolu taşrası’nın herhangi bir köşesi değil. Gürsoy’un serüveni, “Kayseri’den ne kadar tüccar çıkarsa, Kars’tan da o kadar okumuş insan çıkar” mealindeki inanışı bir defa daha doğrular nitelikte. Günümüzde tüm memleket sathında taşranın uğradığı niteliksizleşme ve çölleşmeden fazlasıyla nasibini almış olsa da, Gürsoy’un çocukluk ve gençlik döneminin geçtiği ’40’lı ve ’50’li yıllarda Kars hayli kozmopolit bir kentti. Hatta Malakanlar’a varıncaya dek anlattıklarından, Kars vilayetinin merkez dışındaki yörelerinde de karmaşık ve kozmopolit bir dokunun bir zamanlar varolduğunu anlıyoruz.

Kuşkusuz, bunda 40 yıllık Rus idaresinin rolü belirleyicidir. Gürsoy bu idare döneminden artakalan kırıntıları hatırlıyor – örneğin bakkal Vasil’i ve dükkânındaki ‘sımışka’ (ayçiçeği) çuvallarını. Fakat tüm nostaljisini söndürürcesine, bölgenin kadim halkları Rum ve Ermenilerden kalan bazı izler de zihninde epey yer etmişe benziyor. Anılarına ‘Levon’un öyküsü’ ile başlaması boşuna değil. Dedesinin köyünde geçen ve babasından duyduğu bu öyküyü şöyle aktarıyor:

“O sıralarda yaklaşık on-on iki yaşlarında olan babamın aklında kaldığı kadarıyla, Ermenilerin terk ettiği köyde güzel taş binalar, küçük bir kilise ve Levon adında tek bir erkek çocuk kalmış. Babamla arkadaş olan Levon sığırtmaçlık yaparmış. Bir sabah babam köy çeşmesinin başında onun kanlar içindeki ölüsüyle karşılaşmış. Levon’u kimin öldürdüğünü kimse sormamış. Birileri onu, Ermenilerden kalan kilisenin bahçesine gömmüş.” (s. 9)

Belli ki Levon, her nasıl olduysa Müslüman ailelerin himayesine girmeden ortada kalan, 1915 sonrası ‘kılıç artıkları’ndan biriydi. Gürsoy köy kenarındaki dere yatağında oynarken Ermenilere ait olduğu söylenen insan kemiklerine, kurukafalara rastlayınca, bunların neden mezarlıkta değil de dere yatağında olduklarına çocuk aklıyla anlam veremediğini de anlatıyor. 1915 kırımından onun çocukluk dönemine kadar on yıllar geçmesine rağmen o kemiklerin orada sereserpe kalmış olması tüyler ürpertici.

Belleğinde bu tür resim ve öyküler çakılı olunca, eğer unutma ve inkâr yoluna da sapamıyorsa, insanın belirli bir suçluluk duygusuna kapılması zor değil. Şu sözlerinden, bu duygunun erken yaşından itibaren Gürsoy’da bir borçluluk hissi olarak tezahür ettiği anlaşılıyor:

“Çocukluğumdan beri, aile olarak uzak bir yerlerden gelip bu topraklarda yaşayan Ermenilere, Rumlara ait evleri, arazileri sahiplenmiş olmamızdan kaynaklanan garip bir suçluluk duyardım. Aradan geçen yıllar içinde, bu sahiplenmede ailemizin doğrudan sorumluluğu olduğuna dair hiçbir kanıta ulaşamamış olsam da, onlara karşı kendimi hep borçlu hissettim.” (s. 10)

Gürsoy, Kars bağlamında bir ‘taşralı’ olmadığı gibi, aile özelinde de bir ‘köylü’ sayılmaz; hele yoktan varolmuş bir çoban modeline hiç uymaz. Rençber veya esnaf da değil, kıt kanaat geçinen fakat eğitimli bir memur çocuğudur; üstelik bu memur, çevresinde ‘komünist’ lakabıyla anılan, solcu bir öğretmendir. Pek çok ailede görüldüğü gibi, Gürsoy’un ailesinde de sülalenin bir kanadının dindar/muhafazakâr, diğer kanadının (veya kuşağının) ise laik/modern olduğu bir uçurum mevcuttur. İmam dedesinin gölgesinde büyüdüğü evdeki gerilimi, bugünün tartışmalarına getirerek şöyle anlatıyor Gürsoy:

“Son yıllarda, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ve tek parti iktidarında İslami kesimin gördüğü ‘zulüm’ üzerine söylenenleri, yazılıp çizilenleri izlerken, iki yaşam tarzının çatışma haline dair prototip bir örnek olarak kendi çocukluğumu anımsarım. Ben böyle bir zulme çocukluğumda hiç tanık olmadım. Dedem üzerinden gördüğüm dinsel baskıyı ‘zulüm’ diye niteleyemem belki ama korkunun, baskının, kısıtlanmanın dik âlâsına maruz kalan bendim, annemdi, ablamdı, hatta babamdı. Babam için, benimsediği yaşam tarzını eşi ve çocuklarıyla birlikte, sayısız ödünler vererek ancak kaçak yollarla yaşayabilmiş olmak az bir bedel olmasa gerek. Babam ve annem kendilerini ve çocuklarını bu kültürel baskıdan kurtarmak için, en zor koşullara göğüs gererek kaçmak zorunda kalmışlardı.” (s. 26)

Gürsoy liseyi bitirir bitirmez, türlü cefa ve imkânsızlıklara katlanarak bu kaçış işini ailesinden de önce gerçekleştirecektir. Anlaşılan o ki, gözü başından beri hep kendi çöplüğünün dışında, ötesindedir. Bu öteye, bilinmeyene bakma tutkusu yalnız coğrafi değil, düşünsel planda da gösterecektir kendini. Daha lise sıralarındayken yoğun edebiyat ve felsefe okumalarına girişir. Dediğine göre önce dünya klasiklerinden başlar, telif eserlere sonra gelir. Yerelden evrensele değil, evrenselden yerele bir yolculuk…

Ufuk açıcı bu yolculuğun izleri kitabında fazlasıyla görülüyor. Gürsoy hekim oluşunu biraz tesadüfe bağlıyor. Asıl niyeti mimar olmakmış. Mimarlığını bilemem ama rahat okunan çok iyi bir yazar olurdu, orası muhakkak. Yazarlığını gölgelemese de, üslubunu bir kenarından sınırlayabilecek tek şey, ’60’lı ve ’70’li yılların devrimci kuşağına özgü öztürkçeci alışkanlıklardır. Örneğin, gereğinden fazla ‘anımsıyorum’ sözcüğünü kullanmasına rağmen, ‘hatırlıyorum’ kelimesini kullanmaktan özellikle kaçınır görünmesini ben böyle bir alışkanlığa bağlıyorum. Keza, ‘moderatör’ yerine ‘kolaylaştırıcı’ sözcüğünü kullanmaktaki rahatlığını, öztürkçecilere özgü bir gözü pekliğe vermek de mümkün.

‘Moderatör’ derken, burada biraz duralım (‘Kolaylaştırıcı’nın Türkçeye pekâlâ yeterince yerleştiği ileri sürülebilir, fakat ben henüz o noktaya gelmediğim için kullanamayacağım; şimdilik ‘moderatör’ ile idare edeceğim). Bilindiği gibi, Gürsoy yalnız bilimsel değil, siyasal nitelikli panel, kongre ve sempozyumların da vazgeçilmez simalarından biridir. Bunlara konuşmacı olduğu kadar, pek çok kez moderatör olarak da katılmıştır. Fakat moderatörlüğü sadece bununla sınırlı değil.

Süphan dağı etekleri. Önde, güneş gözlüklü kaymakam, arkada sağda Gençay Gürsoy.

Daha da iyi bilindiği gibi, 1960’lardan başlayarak, Gürsoy sayısız siyasi ve meslekî oluşumların içinde üye, kurucu üye veya yönetici olarak bulunmuştur (TİP, SBP, HDP, ÖDP gibi partiler; TÜMAS, TÜMÖD, İstanbul Tabip Odası, Türk Tabipler Birliği gibi meslek kuruluşları, İnsan Hakları Derneği gibi STK’lar; BİLSAK, BİLAR gibi alternatif akademi ve kültür girişimleri akla ilk gelenler). Ayrıca, 12 Eylül dönemindeki Aydınlar Dilekçesi ve son olarak Barış İçin Akademisyenler gibi inisiyatiflerin de içinde yer almıştır. Bu nitelikleriyle, kamuya mal olmuş bir aydın statüsüne sahiptir. Bu statünün ona solun ve genel olarak demokratik güçlerin bir tür temsilcisi rolü kazandırdığına şüphe yok. Dahası, bazı durumlarda sol ve demokrat muhalif kesimlerle daha geniş –ve ana hatlarıyla sağ– kamuoyu arasında bir köprü vazifesi gördüğü söylenebilir. Gürsoy’u işte bu anlamda kesimler-arası bir ‘toplumsal moderatör’ olarak düşünmek de pek yanlış olmaz sanırım.

Gürsoy’un moderatörlüğü yalnız sol ile sağ arasında değil, bizzat sol içinde de geçerlidir. Doğrusu, sol kesimler arasında moderatörlük zorlu bir iştir ve ayrı bir maharet ister. Ben Gürsoy’u ilkin 1970’li yıllarda tanıma şansına sahip olmuştum. (Mikroskobik bir ayrıntı: Kitabında adı ‘Gençay’ diye yazılı ama itiraf etmeliyim ki ben hocayı yumuşak telaffuzuyla, hep ‘Gencay’ olarak bilirdim. Nitekim tesadüf bu ya, eski defterleri karıştırırken, 11. Tez dergisinin 1986 tarihli 2. sayısında, Ahmet Altan’ın bir romanı üzerine kaleme almış olduğu bir eleştiriye rastladım; orada da ‘Gencay’ mesela. Ne oldu da Gencay, Gençay oldu, anlamadım açıkçası)

O yıllarda sol, malum, toplum içindeki görece marjinalliğine rağmen çok daha görünür ve güçlü bir vaziyetteydi. Gücünü de öncelikle sosyalizmin gelecekteki kaçınılmazlığına olan güveninden alıyordu. Bu güven bazen aceleci bir özgüven patlamasına dönüşür, sosyalizm gelmiş de iş uygulamanın teferruatına kalmış gibi, bitmez tükenmez bölünmelere, klikleşmelere ve sert polemiklere yol açardı. Gencay Hoca (izin verirse, ‘c’ ile), bütün bunlara neden olan etken ve argümanları gözardı etmeden ve yavan bir orta yolculuğa sapmadan, ortak amaç ve değerler doğrultusunda birleştirici bir rol oynadı. O vakitler o ve onun gibi davrananlara ÇBS (Çizgisi Belirsiz Sosyalistler) diye takılmak âdettendi, fakat zaman içinde sağlam kalan tek çizginin o ‘çizgisizlik’ olduğu anlaşıldı.

Bilindiği gibi hoca nöroloji alanında önde gelen isimlerdendir (daha özgül olarak da serebral anjiyografide kateter tekniğini Türkiye’ye getiren hekim olarak tanınır). Yurtdışında (ağırlıkla Norveç’te) kaldığı birkaç yıllık, nispeten kısa sayılacak süreleri, üstelik o arada bir aile kurmaktan da geri durmadan, fevkalade iyi değerlendirmiş biridir. Eğer çalışmalarını çok elverişli imkânlara sahip Norveç veya bir başka Batı ülkesinde sürdürmüş olsaydı, muhtemeldir ki başarılı kariyerinde daha da ileri noktalara varacaktı. Kitabında da bunun bir muhasebesini yapıyor. Değişik hastane yahut araştırma birimlerinden gelen cazip tekliflere ve bu teklifler karşısında geçirdiği tereddütlere rağmen, her türlü olumsuzluğu göze alıp Türkiye’ye ve üniversitesine dönmekte karar kıldığını anlatıyor.

Bunun bir nedeni, Norveç gibi fazla ‘steril’ bulduğu ülkelerde içine düştüğü can sıkıntısı. Fakat asıl neden, eski köyünün kadim halklarına duyduğu borçluluk hissini anımsatan, özünde ondan pek de farklı olmayan bir borçluluk duygusu. Şöyle yazmış:

“Kendimi, dünyanın tepesinde kurulmuş, asude bir cennet bahçesinden aşağıları uzaktan seyrediyormuşum gibi hissediyordum. Ama bütün bunların ötesinde, ‘ülkeyi terk etme’ düşüncesi aklımdan geçtiği anda, ihanetin eşiğindeymişim gibi bir suçluluk duygusu ruhumu kaplıyordu. Kalırsam borcumu ödememiş, mücadeleden kaçmış gibi hissedecektim.”

Ancak Gencay Hoca bu hissiyatını tarihsel bir perspektife oturtmaktan geri kalmamış: “Daha sonraları bu ‘borçluluk’ duygusunun, Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisini az çok paylaşan, bizden önceki kuşaklarda sıkça rastlanan, özel bir ruh hali olduğunu gördüm.” O kuşaklardan yakın dostu Aziz Nesin’de bu duygunun “marazi” bir hal aldığını belirtip şöyle devam etmiş:

“Kursağına üç lokma cezaevi karavanasından fazlası girmediği halde, ülkesine karşı ölçüsüz bir ‘borçluluk’ hissi taşırdı. Bu soylu özellik, özveri ve sorumluluk duygusunun itici gücü oluyordu ama öte yandan da ‘bu ülkede her şey bizden sorulur’ tarzında, zaman zaman ‘Jakobenizm’, zaman zaman ‘bürokratik elitizm’ halinde tezahür eden siyasi eğilimleri besliyordu.” (s. 329)

Tarihsel bir perspektiften bakınca, Gencay Hoca’nın bu tespiti önemli gerçekten. Sahi, bizde “Cumhuriyet ideolojisini benimsemiş” insanlar borçluluk duygusundan bir türlü kurtulamazken, Batı’nın insanları bu tür bir duygunun yükünü niçin hemen hiçbir zaman taşımazlar? Sözgelimi İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin başka diyarlara göçen ve yerleşen yurttaşları –üstelik okumuş ve ‘aydın’ olanları da– geriye dönüp bakma ihtiyacı bile duymazlar; en azından, yurtlarını terk etmelerinin uzun uzadıya muhasebesini yapmama lüksüne sahiptirler.

Bu ruh hali, söz konusu ülkelerde bireyselleşme/bireycileşme sürecinin işleyişi ve başta seçkinler olmak üzere insanların toplum içinde farklı konumlanışlarıyla bağlantılı olmalı. Fakat herhalde asıl neden, oralarda bir ‘aciliyet’ ve ‘mecburiyet’ durumunun mevcut olmamasıdır: Terk edilen bu ülkeler, “batmakta olan gemiler” değildir. Ulusal oluşumunu tamamlamış, belirli bir refah ve istikrar düzeyine ulaşmış, bir tür ‘normallik’ kazanmış ülkelerdir bunlar. Bir bakıma, bunları terk eden kimsenin “gözünün arkada kalması” için fazlaca bir neden yoktur.

Bu ‘normal’ ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye ne kadar ‘normal’dir? Kuşkusuz, Türkiye bugün “batan bir gemi” değildir; halihazırdaki durumu, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasındaki zorlu şartlarla kıyaslanamaz. Ne var ki, uzunca bir süredir duvardan duvara toslayan, yerinde saymak şöyle dursun, hızlanarak geriye giden Türkiye asgari ölçütlerle bile elbette ‘normal’ sayılabilmenin çok uzağındadır.

Türkiye ‘normal’e yakın bir yerde dursaydı, şimdilerde yüz binleri bulan vatandaşının gözü dışarda olmazdı. Geçenlerde medyaya düşen bir haberden, İzmir Tabip Odası’ndan bir yetkilinin tespit ettiği rakamlara göre, üç bini aşkın doktorun yurtdışında çalışmak için ülkeden ayrıldığını, sekiz bininin de ayrılmak için arayış içinde olduğunu öğreniyoruz. (Cumhuriyet ve T24, 13 Ekim)

Bu çapta bir beyin göçünün Türkiye için nasıl bir yıkım olduğu ortada. Fakat bu yıkımın nesnel hasarı bir yana, dışarı giden doktorların öznel durumları da merak uyandırabilecek bir husus. Bunların acaba kaçının gözü arkada kalacak, acaba kaçı Gencay Hoca gibi borç muhasebelerine girişecek? Bu soruların yanıtı, o doktorların her birinin toplumsal duyarlılıkları kadar, Türkiye’nin günün birinde ne kadar ‘normal’e döneceğine veya ‘normal’ algılanacağına göre de değişecek herhalde.

Yoğun aktivizm geçmişine bakınca, Gencay Hoca’nın sık sık mahkemelere yolunun düşmesi doğal. Bu nedenle yaptığı örnek savunmalar var (Bunlardan, ‘Aydınlar Dilekçesi’ ile ilgili bir savunmasının metni kitabın ekler bölümünde). Gene de, aktivizminin etkinliğine oranla, devletin hışmına uğramakta şanslı sayılabilir. Zira Türkiye’de etkin bir aktivist olup da, ardı arkası gelmez soruşturmalara maruz kalmamış, hatta hapislere düşmemiş insan yok gibidir. Hoş, devlete ve cari rejime derinden ve şiddetle karşı olup da, kılına fazla dokunulmayanlar hiç yok değildir; fakat bunun sebebi, bu muhaliflerin söylem ve müdahalelerinin genellikle teorik ve o ölçüde de marjinal olması, böylece iktidarın radarı dışında kalmasıdır. Oysa hocanın aktivizmi daha merkezde, daha görünür ve o anlamda daha etkindir.

Bu etkinliğine rağmen, eğer Gencay Hoca yeterince çile ve acı çekmemiş, hapislerde sürünmemişse, bu bir yönüyle belki yumuşak başlılığına, ilkeli fakat uzlaşmacı kişiliğine bağlanabilir. Diğer taraftan, mesleğindeki saygın konumu da onu hafiften korumuş olabilir. Tabii rastlantı faktörünü de gözardı etmemek lazım: Devlet baskısının keyfiliği ve genel ‘karambol’ ortamında, hocanın şansı düpedüz yaver gitmiş de olabilir.

Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de halen en prestijli eğitim kurumu hapishanedir. Ömrünün en azından yüksek lisans uzunluğundaki bir süresini orada geçirmeyen, ‘adamdan’ sayılmaz. Hele o kişi bir de aktivist ise, onda bir tuhaflık var demektir: Çevresi, bazen en yakınları bile ona şüphe ile bakar; o kadar ki, kendisi bile şüpheye düşebilir kendinden.

Ülkenin yerleşik iklimi böyle olunca, Gencay Hoca’nın da hayatının bir noktasında bu şüpheyi tatmış olması şaşırtıcı değil. Bazı yoldaşları devletin sıkı takibindeyken, kendisinin bu takipten adeta muaf kalmasından duyduğu rahatsızlığı şöyle yaşamış:

“… birçok arkadaş gözaltına alınırken, haklarında davalar açılırken, ben bir tek polis sorgusuna bile çağırılmamış, elimi kolumu sallayarak yurtdışına çıkmış, sanki bir şekilde korunmuştum. Bunu ben de anlayamıyordum… O günlerde neredeyse Stalin mahkemelerinde farkına varmadan partiye ihanet ettiğini itiraf eden Politbüro üyeleri gibi kendimden kuşkulanır hale gelmiştim.” (s. 301)

Gencay Hocanın geçerli bir hapishane diploması yok ama, verimli hayatında tek eksiklik buysa, varsın eksik olsun! Her halükârda şu kadarı çok açık: Hocanınki yaşanmaya değer bir hayat olmuş. Az insana nasiptir. O bakımdan, o hayatı kitabında satır satır izlemeye doyum olmuyor.