Gamze Arslan’ın Dudu ve Nimet ile Manıklar hikâyelerinde sütün fayda ve zararları

Arslan, sütü hikâyelerinin içine sadece bir destekçi olarak almak yerine; onu, ölüm ve yaşam gibi iç içe geçmiş yansımaların başka bir tezahür sahası olarak (meşruiyet kazandırarak) görüyor.

22 Ağustos 2019 11:00

I.

Gamze Arslan, ilk kitabı Çerçialan’da özgün, aynı zamanda rahatsız etmekten çekinmeyen bir “meselesi” olduğunu açık etmişti. Sonrasında gelen Kanayak isimli kitabıyla bu konuda ciddi düşündüğünü de göstermiş oldu. Arslan’ın özgünlüğü sadece hikâyeleştirdiği meseleleri işleme hâli, bunlardan ayrı meseleler üretme gücü, alttan alta işlettiği gerilimin anlatımın önüne geçmeden ama anlatımı dayanaksız da bırakmadan okuru kavrayışı değil; çoğunlukla karakterlerin kötücüllüğünü imgeler üzerinden kurabilme, bu imgeleri bir zaman sonra hikâyedeki bir yan karaktere dönüştürebilmesinde gösteriyor kendini. Konuşmayan, hareket etmeyen, salt durarak kendini gösteren; öte yandan bu gösterme hâlinin sonunda eyleme geçiren yapısıyla bir gizli güç olarak var olan sessiz yan karakterler. İtici bir güç olarak ortaya çıkan bu karakterlerin bellek, arzu, sakınma ve koruma gibi kavramlarla buluştuğu noktada Arslan hikâyenin kilidini açmakta sakınca görmüyor. Bu açılma aynı zamanda yazarın aralara bıraktığı ipuçlarının birleşmesi ve meselenin çözülmesini de kapsıyor. Karakter, zaman, imge üçgeninde formüle edilmiş bir kötülük Arslan’ın başta belirttiğimiz özgünlüğü içerisinde kendini bir iyilik zemininde sunuyor.

Çerçialan’daki “Dudu ve Nimet” hikâyesi ile Kanayak’taki “Manıklar” hikâyesi Arslan’ın yukarıda bahsedilenler etrafında durduğu yeri rahatlıkla gösteriyor. Her iki hikâyede de yazarın metinlerindeki temel özellikler bir arada ve birbirine epey yakın durumda. Öyle ki süt imgesi üzerinden okunabilecek bu iki hikâyenin benzerlikleri sadece her iki kitabın ilk hikâyesi olmaları, ikisinin de taşra olarak kabul edebileceğimiz coğrafyalarda hayat bulması, kadın karakterlerin yine yukarıda bahsedilen geçmiş, koruma, bellek izlekleri üzerinden hayvanlarla kurdukları “sakınımsız” ilişki biçimleriyle sınırlı kalmıyor; benzerliği biraz daha ileri götürüp âdeta birbirinin devamı niteliğindeki iki hikâye olarak birbirinin içine girebilmelerinde doruğa ulaşabiliyor. Bu benzerlik ve ayrışmaları daha yakından görebilmek için iki hikâyenin içerisine yerleştirilmiş olan süt ve süt ürünlerine yakından bakmakta fayda var.

Nimet ismindeki inekle, Dudu ismindeki kadının bir köyde geçen gerilimli birlikteliklerinin işlendiği ilk hikâyede Dudu hiç evlenmeyen, rakı (aslan sütü) seven, bir köyün dilinden düşürmediği güzelliği ile köy meydanında salınan ve en nihayetinde “doğurmaya müsait geniş leğen kemikleri” olan bir kadındır. Hayattaki en sevdiği varlık olan Nimet ise “memeleri süte, kendisi boğalara hasret olan,” en sonunda “bebeleri olsun isteyen” bir inek. Başta Nimet’in isteklerinin altında işleyen bir tedirginliği olduğunu bilsek de bunun neden kaynaklandığını anlamayız. Köye gelen Çerçici Cevat’ın hikâyeye dahil olmasıyla taşlar usulca yerine oturmaya başlar. Cevat, geçmişte fakir olup bir ineği bile olmadığından sevdiği kız başkasıyla evlendirilmiş, sonra anasını da kaybederek hayatta yalnız kalmış yaralı bir erkektir. Dudu ve Nimet’le karşılaştıkları o an Cevat’ın belleği geçmişte ne var ne yoksa gözünün önüne getirerek tamamını Nimet’in gözlerinde görmesine neden olur. Bu arada Nimet de boş değildir, o da Cevat’tan hoşlanmış “beni de götür gittiğin diğer köylere,” bakışıyla iç geçirmiştir. Nimet ile Cevat’ı bir kenara koyarak biraz Dudu’nun üzerinde düşünmekte fayda var. Zira Dudu, Cevat’tan fazlasıyla hoşlanmıştır ve Nimet’in çok yakından bildiği üzere Dudu’nun sevgisi “öldüresiye” bir sevgidir: “Dudu öyle sever çünkü, öldüresiye. Nimet de öyle korkar Dudu’dan, hep kaçmak ister ama başaramaz.”

Nimet daha ufakken Dudu’nun bir kardeşi olmuş, ama Dudu “annesinin memesine ortak çıkıp, babasının sevgisine musallat olan” bu kardeşin yüzüne bakmak bile istememiş, sonunda evlilik çağına gelip de babasının onu başgöz edeceği bir vakit memeden süt içen Nimet’i ve küçük kardeşi düşündükçe kıskançlığı iyice alevlenmiş, bunun üzerine annesi, babası, kardeşi ve Nimet’in anasının da içinde olduğu ağılı ateşe verip Nimet’e sarılarak gözyaşı dökmüştür.

Sevdiklerine olan düşkünlüğünün paylaşmayı imkânsız kıldığı gerçeğini dile getiren yazar, Dudu’yu böyle bir meşru alana çekerek eyleme ulaştırsa da buradaki baba figürü üzerinde de biraz durmak gerekir. Zira diğer hikâye olan “Manıklar”da yine benzer baba ve erkek rolleriyle karşılaşacağız. Sevilen ve paylaşılamayan baba aynı zamanda kendisini başgöz edip bir an evvel başkasına verecek olan babadır. Babanın ortadan kalkması sevgisini başkasıyla paylaşarak ona ihanet eden bir figürün ortadan kalkması olduğu kadar, onu evden gönderecek bir ortaklığın da ortadan kalkması anlamına geliyor ki Arslan, “Manıklar”da âdeta Dudu’yu rahatlatmak istercesine seslenir: “Kimsenin uğramadığı bu kasabada kız çocukları erkenden evlendirilmek için büyütülüyor, hayvan beceren adamların yatağına teslim ediliyordu.” Evet, yazar Dudu’nun babasına olan düşkünlüğünden dem vuruyor, ama bir yerde ince bir not düşmekten de geri durmuyor: “Dudu temiz kalpli anası ve cevval babasıyla yaşarmış.” Bu cümle bize Dudu’nun çıldırmazdan (hakikatten) önceki hayatına dair epey bir ipucu sunmakta. Baba cevval, baba işini bilir; biraz daha ileri gidersek, baba işleyişi de bilir. Babanın hesaba katmadığı noktaysa; Dudu’yu artık süt tuttuğudur.

Yazarın “Yine bir gün ağılda,” diye başladığı gün, Dudu’nun herkesi ateşe verdiği gündür. O gün ağılda yer alan sahne hikâyenin kilit ögelerini de içinde barındırır: “Yine bir gün ağılda Dudu’nun anası, koynundaki bebesini emzirip, bir yandan da Nimet’in anasından süt sağarmış.”

Bebek, emziren anne, inek, sağan anne birlikteliklerinde süt bir aktarım nesnesi olmanın da ötesinde zımni bir ortaklığın sağlayıcısıdır. Dudu’nun artık parçası olamayacağı, aksine, katlanmak zorunda olduğu ve bir zaman sonra ancak kendi memeleri süt dolunca içine girebileceği (taraflar başka da olsa yeni bir ortaklık) bir süreçtir bu. Süt, sürecin devamlılığını sağlamak için akmaya devam etmeli, gelenek her bir ânıyla bir başka geleceğe aktarılmalı, Dudu tüm süreci izleyerek “öğrenmelidir.” Dudu’nun öğrenmiş olduğu ise farklıdır: Süt, ölümü tetikler. “Manıklar”ın aksine bu hikâyede yaşatmak için değil, neredeyse öldürmek için vardır süt. Böylelikle Dudu yanan ağılla birlikte sadece annesini, babasını, kardeşini, Nimet’in annesini değil; sütü de hayatından, hayattan çıkartır. Nimet ve kendisinden başka bir dünya tasavvur etmez, edemez artık. Bu dünyanın devamlılığı içinse sadece birlikte olmaları kafidir; çoğalmadan, herhangi bir şeye ilişmeden gerçekleşen safi bir beraberliktir bu. Cevat ortaya çıkana kadar da huzurlu (!) bir biçimde devam eden bir beraberlik.

Yazar, Cevat’tan önce de Nimet’in arzularının canlılığını gösterir. Bebeleri olsun ister Nimet, memeleri sütle dolsun ister. Öte yandan buna cesaret edemez (!), Dudu’dan çekindiği için bunu dile getiremez Nimet, aynı zamanda Dudu’yu bunu fark etmediği için çok akıllı da bulmaz. Burada Nimet’i aşırı iyi niyetli ya da biraz safçana bir inek olarak görebiliriz. Çünkü Dudu her şeyin farkındadır. (Öyle bir farkındalıktır ki bu, Dudu hikâyenin en can alıcı yerinde bir ayran yaparak sütü yeniden hayatlarına sokacaktır.) Hayatlarına girecek bir sütün o hayatı tamamen değiştireceğini biliyordur. Nimet’in bu isteklerine içten içe üzülür, Nimet’in üzülmesine de üzülür. Bu nedenle çareyi rakıda bulur, ama rakıyı emniyetli içer Dudu: “Dudu bu yüzden Nimet’in yanında peynir yemez, rakıyı sek içer çoğu zaman, bazen de madımakla ama yoğurtsuz. Süte dair ne varsa onları hanelerinden kovulmuştur.”

Süt yaşatmaz demiştik, süt biraz da hatırlattığı için yaşatmaz. Geçmiş, Arslan’ın metninde hatırlamayla, hatırlanansa rahatsızlıkla eşitlenir. Süt her ne kadar beyaz da olsa, hikâyedeki hatıraların tamamı karadır. Süt, karşıtını büyütür geçmişte; karanlığı, karamsarlığı yaşatır. Dudu biraz da bu nedenle sütü hayatlarından çıkarmış gibidir. Ancak bir başka gerçeklik, bir başka yaşayış ortaya çıkacağı zaman; ancak bir başka ölüm gerçekleşeceği zaman ortaya çıkar süt. Buna rağmen Dudu’yu karamsarlığa koşullanmış bir karakter olarak görmek yanlış olur, yazar Dudu’nun aklına Nimet’ten daha fazla güvenmektedir ki geçmişle olan meselesine yaklaşımını daha net tutar Dudu’nun. Geçmişi sürekli hatırlayarak bunun kahrını çekmez Dudu, (Cevat’taki zafiyet) ya da Nimet gibi içinde daimi bir arzuyu (tutkudan ziyade kurtulma istemi) canlı tutmaya çalışmaz. Aksine, daha rasyonel bir karakterdir Dudu, arzuyu o an istediği için duyumsar, geçmişten kurtulmak yahut yeni bir gelecek kurmak yahut da kalıtsal bir aktarım gerçekleştirmek için değil. Geçmiş oradadır evet, buna rağmen ona saplanmak Dudu’nun tercih edeceği bir hâl değildir; Dudu geçmişi ortadan kaldırmış, yarattığı şimdiye bağlıdır, aynı zamanda şimdiyi salt kendi istekleriyle biçimlendirmekten de öte bir şey düşünmez. Dudu, isteklerine bağlı olmanın yanında Nimet’in de bu isteklere boyun eğmesini ister, aksini düşünmek imkânsızdır onun için. Aksini düşünmek çok sevdiği Nimet’i, sütü bozuk (belki de) bir Nimet yapar! Bunların etrafından Dudu’ya baktığımızda Cevat’a karşı olan hisleri Nimet’in hislerinden (kurtulma umudu) daha dünyevî, daha ete kemiğe bürünür isteklerdir. Dudu, Cevat’ı Cevat olduğu için değil, sadece istemiş olduğu için istiyor demek, çok ileri gitmek olmamalıdır.

Arslan, Cevat’ı hikâyeye soktuktan sonra her bir karakterin geçmişle olan bağlarını yavaşça çözerken üç karakter arasında yeni bir bağ kurar. Buna bir nevi alışveriş de diyebiliriz. Geçmişteki hesapların ortaya döküldüğü bir alışveriştir bu aynı zamanda, ama ufak bir ayrışma söz konusudur. Buradaki alışverişte ince hesap yapan Cevat’tır ki Cevat’ın meslek olarak çerçici olduğunu da hatırda tutmalı. Hanzade’ye (fakir olduğu -bir ineği dahi olmadığı- için babası tarafından başkasıyla evlendirilen Cevat’ın sevdiği kadın) kavuşamamış, ardından anasını da ormanda yitirerek (burası çok kritik, orman “Manıklar” hikâyesinde de kaybeden vasfı ile karşımıza çıkacak) kadersizliği ile başbaşa kalmış Cevat’ın hesabı kabarıktır, Cevat epey alacaklıdır geçmişten ve o geçmiş Nimet’in gözünde tutkuyla parlamaktadır. Alışverişin kârlı çıkan bir başka tarafı ise Nimet’tir, çünkü Cevat onu alıp uzaklara götürecek, memeleri sütle dolu bir Nimet olacak ve bebeleri olacaktır. Cevat, Nimet’i Dudu’dan kurtaracaktır. Dudu’nun belki de yegâne saflığı bu alışverişte ortaya çıkıyor, Dudu Cevat’ı arzulamakla kalmıyor, Cevat’ın da kendisini arzuladığını düşünüyor. Sonuçta tüm köy de Dudu’nun güzelliğinden bahsetmiyor muydu zaten? Yazar daha ilk sayfada Dudu’ya düzülen övgülerden bahsederken denilebilir mi ki Dudu kendinden habersizdir? “Dudu güzel kadın Allah var. Nimet’le yürüdü mü tüm köy kahvesi bir Nimet’e bir Dudu’ya bakarmış da, ‘Alsam Dudu’yu alırım, n’etcem ineği,’ dermiş.”

Cevat köylüden ayrı düşünüyor olmalı ki Dudu’dan Nimet’i satmasını istediğinde Dudu pek gitmek istemediği geçmişe dalar. Geçmiş, Dudu’nun gözlerinin önünde belirirken ağzından çıkan kelimeler yine bir şeylerin değişeceğinin habercisidir. Yazar, yukarıda birçok kere değindiğimiz gibi, ipuçlarını çoktan vermişti. Hanesinden sütü kovan Dudu, “Akşama gelirse, birer ‘ayran’ içip el sıkışabileceklerini de eklemiş,”tir.

Hikâyenin sonunda Dudu için beklenmedik bir durum ortaya çıkar, Nimet’in gebelik çarası akar. Bu beklenmedik bir şeydir, çünkü Dudu bir kez daha ihanete uğramıştır. Nimet bir boğayla birlikte olmuş, memeleri süt dolmuş, şimdi de Cevat’la kaçmak istemiştir. Nimet kardeşinin yerine geçmeye başlamış, Dudu’nun gözlerini kan bürümüş ve Nimet lime lime doğranmayı hak etmiştir. Çünkü Nimet, Dudu’ya ayran yaptırmış, eve yeniden süt sokmuştur.

Arslan, “Dudu ve Nimet”te sütü başka bir ifade biçimine sokmuş, özellikle Dudu karakteri üzerinde geçmişin farklı bir yansımasını gerçekleştirmiştir. Hatırlama, kıskançlık, direnç kavramlarına kazandırdığı ivme ile süt âdeta bir başka haberci karakter olarak karşımıza çıkmıştır. Bu hikâyede yok edişin haberciliğini yapan süt, bir başka hikâye olan “Manıklar”da ise yaşatma isteğinin haberciliği ile karşımızdadır. Şimdi daha da ileri giderek “Manıklar”daki ana karakterin pekâlâ Dudu olabileceğini neden söyleyemeyelim ki?

II.

“Manıklar”daki yapı çoğunlukla “Dudu ve Nimet” üzerinden görüleceğinden hikâyenin kısa bir özeti yeterli olacaktır.

Bir kasabada, kimsenin yanaşmaya pek cesaret edemediği bir evde uzun zamandır beslediği kedi ve köpeklerle tek başına yaşayan bir kadın karakter üzerinden kurgulanan hikâyede, kadın kasabadaki tüm doğum ve ölüm hadiselerinde baş roldedir. Karakter bir taraftan ebelik yaparken diğer taraftan ölülerin kefenlenmesi işini de üstlenmiş, zamanla hem saygı duyulan hem de çekinilen bir kişi hâline gelmiştir. Kısır olan kocasını öldürmekle kalmayıp (bu ölümün nedenlerine ve şekline ileride değinilecek), ölüsünün bir kısmını bahçesine gömüp geri kalanlarla hayvanları besleyen karakterimiz, aynı zamanda dünyaya gelen tüm kız çocuklarına ölü süsü vererek onları da evinde (bu kez kendi sütüyle) beslemekte ve böylelikle koruyucu sıfatına da bürünmektedir.

Kaba hatlarıyla çizdiğimiz “Manıklar” hikâyesinde ilk gönderme karakterin ismi ile ortaya çıkar. “Dudu ve Nimet”te Dudu’nun tasvir edilişini hatırlayalım: “(…) doğurmaya müsait geniş leğen kemikleri var.” “Manıklar”daki ana karakter (gerçek ismi artık önemsizdir ve etrafın ona taktığı ismi o da benimsemiştir) Sütleğen ismiyle karşımıza çıkar. Öte yandan yazar hikâyenin giriş cümleleriyle karakterin ismi ile olan özdeşliğini hemen seriverir önümüze: “Meme uçlarındaki ıslanmış, kokusu bozulmaya başlamış manolyaları yavaşça kaldırdı. Seneler sonra dirileşmeye başlayan bu uçlar dışında her şey toprağa bakıyordu vücudunda.”

Sütleğen asla çocuk sahibi olamamış, memeleri sütle dolmamış, ta ki seneler sonra kocasıyla birlikte tüm imkânsızlıklar da ortadan kalkıp kız çocuklarını yaşatma düşüncesi zihninde belirdikten sonra memeleri de dirileşmeye başlamıştır. Meme (süt) burada salt bir koruyucu, ölümden (erken yaşta evlendirilen kız çocuklarının kadersizliği) yaşama geçiş sürecindeki aktarıcı hâlini almıştır. Sütleğen doğumu tecrübe etmemiştir belki, ama anneliğin sadece doğal (bilinen) yollardan gelişen bir kimlik olmadığını bilir. Bu nedenle doğum yapmamış olsa da sütünün gelmesinde bir sakınca yoktur. Sütleğen için annelik sadece süt vermek, bir çocuk sahibi olmak değil; çoğunlukla geçmişe bir karşı koyuş, alışılmış olan düzene çomak sokma biçimidir. Yazar, karakter ve çocuk arasındaki bağın derinine girmekten çekinmez: “Boş bir kavanoza akıttı sütünü. Hiç doğuramadığı çocuklarını düşünerek, anneliğin memeden öte bir şey olduğunu bilerek. Kocasına da, kendisini hiç düşünmeden veren ana babasına da katlanmasının tek yolu bir çocuktu.”

“Dudu ve Nimet”te başgöz edilmek istenen Dudu buna karşı koymuş, fakat “Manıklar”ın Sütleğen ise boyun eğmek zorunda kalmıştır. Dudu, felaketin habercisi olarak sütü görüp onu yok etmek isterken, Sütleğen ancak kurtuluşu görür sütte. Kısır kocalardan, başgöz etmek isteyen ana-babalardan tek kurtuluş yolu ölü gösterdiği çocukları kendi sütüyle hayatta tutup onları kimselere vermemektir. Dudu’nun en baştan sahip olduğu direnç hâli Sütleğen’de zamanla gelişim gösterir. Erkeğin, erkeklikten yoksun oluşu değildir Sütleğen’e direnç kazandırıp onu harekete geçiren. Zira erkek bunu kabul etmez, aksine başka canlılara yönelmekten çekince duymaz. Öyle ki kocası bir gece manıklardan birini uzağa çekip bağırttığında kararını verir Sütleğen: Kocasını öldürecektir. Cevat’ın Nimet’i tercih etmesi ile Sütleğen’in kocasının başka bir hayvanı uzağa götürmesi arasında neredeyse kronik denilebilecek bir bağ vardır. Kuşkusuz aynı bağ Dudu ile Sütleğen arasında da kurulabilir. Dudu’nun Cevat yerine Nimet’i öldürmesi sadece bir ihanete son vermekten ziyade aynı zamanda göstermiş olduğu direncin en yakındaki kişi tarafından ortadan kaldırılmak istenmesine de bir karşı koyuştur. Sütleğen’in kocasını öldürmesi ise öncesinde bir direnç edinme pratiği olmayan Sütleğen’in bunu kocasının bedeni üzerinden edinmesini sağlayarak -daha da açarsak- kocasının bedeninin belki de ilk kez bir işe yaraması olarak ortaya çıkar.

Burada Arslan’ın kurguladığı cinayetin birkaç noktasına değinmek gerekiyor. Birincisi Sütleğen’in kocasını öldürdüğü mekânın bir orman olması önemlidir. Tır şoförü olan kocası ormanın içinde ilerlerken Sütleğen birden karşısına çıkıp kocasını önce eterle bayıltmış, sonrada ikiye ayırmıştır: “(…) sadece belden aşağısını, kadınlara hükmeden o yarıyı almıştı işte. O yarı ile doyuracaktı itlerini peyderpey.” Orman, iki hikâyede de yok eden bir yapıya bürünmüştür. “Dudu ve Nimet”te de Cevat anasını ormanda kaybeder: “Anası dayanamamış oğlunun karasevdasına, ona baka baka kararmış ve bir gün ormanda kayboluvermiş.” Ormanın çoğul yapısı düşünüldüğünde, her iki hikâyedeki kayıplardan sonra geridekilerin bir başlarına kalmalarına edebî bir oyundan öte yeniden çoğalmak istemeleri üzerinden bakarsak; Cevat’ın sevdiğinin yerine koyduğu bir inekle, Sütleğen’in ise doğurmadığı bebeklerle çoğalmak istemesi doğaya aykırı gibi görülse de akla hiç uzak değil. İlk hikâyede orman eyleme geçip kişiyi kaybeden ama meşrulaştıramayan yapıdayken (edilgen bir yapı aynı zamanda), “Manıklar”da cinayete yataklık eden, hatta cinayeti örtbas etmeyip (ölüyü saklamayıp) yarı bedeni ortaya seren (ifşa eden) bir yapıdadır. Arslan’ın her iki hikâyede de ormanı salt orman olarak değil, bir yalnızlaştırma aracı olarak metne kattığını; bununla birlikte “Dudu ve Nimet”te Cevat’ın, “Manıklar”da ise Sütleğen’in karakterine uygun bir orman yarattığını söylemek güç değildir. İlk hikâyedeki ormanın daha sakin, ikincisindekinin ise daha keskin olması biraz da bu nedenle tesadüften uzaktır.

İkincisi Sütleğen’in kocasının bedeni üzerindeki tahakküm hâli; bu bir yerde direnç kazanma pratiğinin başlamasıdır ki aynı zamanda gücün (erkin) aşağılanmasıyla hayat bulur kendine: “(…) kocasının eksikliği sadece uzun yolda değil, aynı zamanda bacaklarının arasından çıkan işe yaramaz sıvıdaydı.” Elbette bu işe yaramaz sıvı herhangi bir şeye can katamadığı gibi utanmadan akmaya devam ediyordu. Ve ancak itlere yem olacak bir değere sahip olabilirdi Sütleğen’in nazarında. Sütleğen’in kocasının vasıfsız alt tarafı üzerindeki mutlak gücünü görmesinden sonra içindeki direnç yaşamaya olduğu kadar yaşatmaya da koşullu bir tavır sergilemeye başlar. Erkin her koşulda yaşayabildiği bir coğrafyada doğan erkek çocuklarına el atmak yerine, kız çocuklarını erkeğin elinden alarak yaşatmak dışında bir yol yaratmak istemez kendine. Bu salt geçmişe olan hayıftan ziyade, kazanılmış bir hakkın korunması, yani devamlılığıdır. Sütleğen bedenindeki sütü kazanmak için direnç göstermiş ve bu direncin sonunda başarılı olmuştur. Sütleğen dirence devam ettiği sürece süt yaşatmaya devam edebilecektir.

Sütleğen, artık sahip olduğu direnci kendine ulaşılmaz bir dünya yaratarak koruma altına alır. Bu dünya iki biçimde var olur. Birincisi Sütleğen’in kendine inşa ettiği mekândır; yazarın sinematografik öğelerle bezeli şekilde okura sunduğu mekân salt düz duvar olmanın ötesinde korunaklı bir biçimde ve nihayet zımni yasaklarla örülüdür. Kimsenin sınırlarını aşmaya cesaret edemediği, ama daima merak uyandıran bir mekândır bu. Sütleğen’in himayesine aldığı kız çocuklarıyla birlikte genişleyen hayatıyla doğru bir orantıda seyreder bina. Durmadan genişler, saklar, korur. İkincisi, Sütleğen’in kendisine inşa etmiş olduğu karakterdir. Sütleğen saygı duyulan, bununla birlikte çekinilen, zaman zamansa korkulan bir karakterdir. İnsanların ona dair bu düşüncelere sahip olmaları Sütleğen’in işini kolaylaştırır. Doğumlarda rahatlıkla hareket eder, kız çocuklarını rahatlıkla himayesine alır, kendi mekânına taşır ve onları kendi sütüyle yaşatır. Arslan, Sütleğen’de aynı zamanda kurnaz bir karakteri de canlı tutmuştur. Sütleğen bilir çünkü, gerçekleştirdiği tüm bu inşa süreci en çok da sorgulanmamak üzerine kuruludur.

Kasabadaki son doğumda da kucağındaki ölü(!) kız çocuğu ile dışarı çıkan Sütleğen bu kez beklenmedik bir şeyle karşılaşır. Hadise sadece Sütleğen’i değil, kasabalıyı da dehşete düşürür. Doğumu yaklaşan başka bir hamile kadının isyanıdır bu. İsyan, kadının çocuğunu hastanede doğurmak istemesi, kocasının da buna destek vermesiyle devam eder. Öyle ki koca, kasabalının aklını karıştırmaya başlar: Sütleğen’de bir uğursuzluk vardır, belki kocasını da o öldürmüştür? Kim bilir?

Tüm hikâye boyunca Sütleğen’in en zayıf ânına şahitlik ederiz. Kendisini evine zor atmıştır ve farkındadır yaklaşmakta olanın. Sonunu görebiliyordur. İsyan beklemediği bir yerden, bir kadından gelmiştir. (Ve bir kız çocuğu sağ olarak dünyaya geldiğinde herkes bu isyana ortak olacaktır.) Dudu’nun, Nimet’in gebelik çarasının aktığı zamanki hâline dönersek, Sütleğen o an Dudu’nun şaşkınlığı içerisinde kalır; Nimet’in yerini bu kez Mercan almıştır; Mercan doğurmak ister, Mercan emzirmek, Mercan yaşamak (ama asıl mesele yaşatmaktır)… Buna rağmen Sütleğen kendini hemen toparlar, sütlerine bakar, şimdiye kadar kurtarmış olduğu kız çocuklarını ve manıkları yanına alıp kasabayı terk etmeye hazırlanır. Bu sessiz bir terk ediş olmayacaktır. Sütleğen, günlerce karanlıkta kalan köpeklerin kulübesinin kapısına bağladığı bir ipi gererek bahçenin kapısına da bağlar, böylelikle bahçeye girmek isteyenler kapıyı zorladıklarında köpekler boşa çıkacak, Sütleğen’i uğursuz sayan, ona isyan eden, kız çocuklarını ondan almak isteyen, Sütleğen’in sütünü kesmek isteyen kim varsa onlara saldıracaktır. Sütleğen, Mercan’ın sağ bir kız çocuğu doğurduğu haberini alır almaz, bunların hepsi gerçekleşir. Sütleğen’in aklındaysa tek bir şey kalır: Keşke yeni doğan kızı da kurtarabilse; süt, akmaya devam etseydi.

III.

Yazar, aslında her iki hikâyeyi de bir yolculuk ile sonlandırır. “Dudu ve Nimet”te, Dudu Nimet’i doğradıktan sonra Cevat’a onu artık götürebileceğini söyler. Bunu yapmadan evvelse Cevat’ın ellerine soğuk bir ayran tutuşturmayı da ihmal etmez. Cevat, isterse ölüyü taşıyacaktır, öncesindeyse aynı zamanda ellerinde ölümü tutacaktır. “Manıklar”da ise Sütleğen kurtardığı çocuklarla yola düşmüşken, süt onlar için bir kurtuluş olmuştur. Çocuklar kadar sütü de kaçırır Sütleğen, yanında ölü bir bedeni değil, salt yaşamı katar yola.

Başta, “Konuşmayan, hareket etmeyen, salt durarak kendini gösteren; öte yandan bu gösterme hâlinin sonunda eyleme geçirten yapısıyla bir gizli güç olarak var olan sessiz yan karakterler,” olduğunu söylemiştik Arslan’ın metinlerde boy gösterenlerin. İki hikâyede de bu karakterlerin en hızlı hareket edeni kuşkusuz süttür. Arslan, sütü hikâyelerinin içine sadece bir destekçi olarak almak yerine; onu, ölüm ve yaşam gibi iç içe geçmiş yansımaların başka bir tezahür sahası olarak (meşruiyet kazandırarak) görmüştür. Bu sahayı ölçüsüz kullanmaktansa, ince bağlantılarla örülü bir kurmaca inşa etmiş, fayda ve zarar hesabını en kabarık yerden, ölüm ve yaşam üzerinden kurmuştur. Arslan’ın bir yerde, “süt kabartır” da demediğini varsaymak saflık olabilir.

Gamze Arslan’ın farklı dönemlerde yayınlamasına rağmen sıkı bir örgüyle birbirine kenetli hâle getirdiği bu iki hikâyesi aynı zamanda bir yazarın yarattığı karakterlerin akrabalıklarına da güçlü bir örnek teşkil ediyor. Öte yandan Arslan’ın, benzer karakter ve temaların bir araya getirildiğinde ortaya çıkan tuzakların hiçbirine yanaşmadan kurmacanın kıyılarında geziniyor olması da ayrıca önemli.

Bir diğer önemli kısım ise hikâyelerin sertliği ve geçtiği coğrafyalar ile Arslan’ın kurduğu dilin belirgin bir dengeyi gözetir oluşu. Yazar her iki hikâyede de meselesini ölçüsüz bir sertlikten ve abartıdan arındırdığı bir dille yansıtarak kurguyla aktarım arasında doğru bir orantı kuruyor. Her ne kadar “Manıklar” hikâyesinde seçmiş olduğu coğrafyanın bir kasaba oluşu hikâyeye biraz geniş dursa da yine kurgunun işleyişi ve dilin yansıma hâli bu genişliği hikâyeyi kavrayacak bir darlığa çekiyor, rahatlatıyor.

Nihayet, Gamze Arslan bu iki hikâye ile farklı bir yerden söz almak istediğini de açıkça dile getirmiş oluyor. Ama burada bunu sadece açıklıkla dile getirilmiş bir ifade olarak belirtmek haksızlık olacağından şunu eklememek olmaz: “haklı” olarak açıkça dile getiriyor.

 

Ana görsel: İbrahim Balaban