Fyre Festivali fiyaskosu ya da çağımızın bir dolandırıcısı

Festivalin nasıl bu denli büyük bir rezalete dönüştüğünün hikâyesi, aynı anda iki farklı belgesele konu olacak kadar renkli... Fyre Festivali’ne dair her ayrıntı bu iki ifadeyle özetlenebilir: akıl almaz ve imkânsız

16 Mayıs 2019 09:30

28 Nisan 2017 günü Türkiye saatiyle 05.00’de Twitter’da bir peynirli sandviç fotoğrafı paylaşıldı. Aslında strafor kutudaki yiyeceğe sandviç demeye bile bin şahit isterdi. İki dilim kahverengi ekmek üzerine rastgele fırlatılmış incecik iki dilim peynir, yanda azıcık bir yeşillik ile bir dilim domates. Sandviç, inşaat işçisinden yatırımcısına yüzlerce insanın dolandırıldığı, organizatöründen mankenine onlarca insanın suçlandığı ve bir adamın altı yıl hapse mahkûm olduğu büyük fiyaskonun sembolü hâline gelecekti.

*

Twitter’da sona eren rüya Instagram’da doğmuştu. 12 Aralık 2016 günü, bu sefer Amerika saatiyle 17.00’de Instagram turuncu bir karenin istilasına uğradı. Tam dört yüz ünlünün –manken, oyuncu, sanatçı ve influencer’ların– aynı anda paylaştığı karenin, akışta hızla aşağı kayanların tekrar tekrar karşısına çıkarak dikkat çekmesi hedefleniyordu. Strateji işe yaradı. Fyre Festivali spot ışığındaydı.

Festival özünde, girişimci Billy McFarland ile rapçi Ja Rule’un kurduğu Fyre Medya şirketini tanıtmak için ortaya atılan küçük bir fikirdi. Fyre, internet sitesi ve uygulama üzerinden ünlüleri (İngilizce deyimiyle talents, yani “yetenekler”) doğum günlerinize, bar mitzvah'larınıza, yıl dönümü partilerinize vb. çağırmanızı sağlıyordu. Alışveriş yapar gibi ünlüleri seçip sepete atabiliyor, teklifinizin kabul edilmesini bekliyordunuz. Ajanslarla menajerleri aradan çıkararak üretici ile tüketicinin doğrudan iletişim kurmasını sağlayan Fyre’ın sektörün işleyişinde çığır açması bekleniyordu. Şirketin adını duyuracak “küçük” festival fikri akıl almaz derecede kısa bir sürede imkânsız bir projeye dönüştü.

Fyre Festivali’ne dair her ayrıntı bu iki ifadeyle özetlenebilir: akıl almaz ve imkânsız. Instagram’daki turuncu kare, tıklayanları festivalin tanıtım videosuna götürüyordu. Olay Bahamalar’da, eskiden Pablo Escobar’a ait olan bir adada geçiyordu; kahramanlar Bella Hadid, Emily Ratajkowski, Hailey Baldwin ve diğer top modellerdi; fonda jet ski’ler, yatlar, turkuvaz sular, beyaz kumlar ve güneş vardı. “Deneyimin kendisi tüm beklentileri aşıyor,” diye açılıyordu video (bu sözün İran asıllı Amerikan astronot Anousheh Ansari’den aşırıldığı anlaşılacaktı). Fyre Festivali, fiyatları 250 bin dolara kadar çıkan bilet paketleri karşılığında, insanlara “çok kapsamlı bir müzik festivali”nde “VIP tecrübesi” yaşatmayı vaat ediyordu: özel jetlerde uçuşlar, lüks çadırlar, deniz kıyısında villalar, gurme yemekler ve elbette en kaliteli müzik grupları. Ama bu somut vaatlerin altında, özünde insanlara şu sözü veriyordu: Fyre Festivali’ne gelerek videodaki ünlülerle vakit geçirebilir, onların Instagram’da görüp imrendiğiniz ayrıcalıklı yaşamlarından bir kesit tadabilirsiniz.

Verilecek hizmetin hazırlıklarının reklam aşamasına gelinmeden başlamış olması beklenir. Oysa Fyre’ın hazırlıkları, tanıtım videosu sonucu biletlerin yüzde 95'i satıldıktan sonra başlamıştı. Uzmanlar, Coachella ve Burning Man gibilerle yarışma iddiası bulunan, üstelik yabancı bir ülkede yapılacak dev bir festivalin çalışmalarına en az 18 ay önce başlanması gerektiği görüşündeydi. Billy ile Ja Rule’un koyduğu hedef ise dört aydı. Ada iddia edildiği gibi satın alınmamış, kiralanmıştı ve adanın yeni sahibi “Pablo Escobar” adının kullanılmaması şartını sözleşmeye koymuştu; bu yüzden video yayınlandıktan sonra ellerindeki –zaten ıssız olduğu için herhangi bir altyapısı bulunmayan– mekân da yitirildi. On binlerce kişinin satın aldığı biletin karşılığı koca bir hiçti.

Varolmayanı satmak Billy’nin yabancı olduğu bir konu değildi. Fyre’dan önceki şirketi Magnises’ta, New York’taki gençlere özel bir tür kredi kartı üretiyordu. Kartın aylık aidat karşılığında çeşitli avantajları olduğu iddia ediliyordu, bunlardan biri de popüler konser ve etkinliklere piyasa değerinin altında bilet bulmaktı. Bilet alan insanlar etkinlik günü rezervasyonlarının iptal edildiğine dair mesajlar alıyordu. Billy elinde olmayan bir ürünü satıyor, son dakikaya kadar bir şekilde tedarik etmeye çalışıyor ama edemeyince de insanları yarı yolda bırakmakta bir sakınca görmüyordu. Fyre Festivali’ne de benzer bir mantıkla yaklaştığını görüyoruz. Billy, insanlara gerçek hayatlarından kaçıp egzotik bir adada çılgın bir partiye katılma fikrini satarken, aslında gerçekten de sadece bir fikir satıyordu. Fikri inanılmaz kısa sürede somut bir gerçeğe dönüştürmek için çırpınıyormuş gibi görünmesinin sebebi niyetinde samimi olması değil, başının belaya girmemesi için iyi kötü bir şey ortaya koyma zorunluluğuydu.

Neticede, festival günü adaya gelen ilk 300 kadar kişiyi karşılayan özel jetler değil küçük bir charter uçağı, limuzinler değil bir sarı okul otobüsü, villalar değil afet çadırları, gurme yemekler değil peynirli sandviç ve hatta kum bile değil ama betondu. “On yılın olayı”na tanık olmaya giden tüm sosyal medya kişilikleri kendilerini gece bir çadır kentte tuvalet kâğıtları, döşekler, pet şişede sular zula ederken bulmuştu.

*

Festivalin nasıl bu denli büyük bir rezalete dönüştüğünün hikâyesi, aynı anda iki farklı belgesele konu olacak kadar renkli. Netflix’in FYRE: The Greatest Party That Never Happened (Hiç Olmayan En Büyük Parti) ve Hulu’nun Fyre Fraud (Fyre Dolandırıcılığı) filmleri özetle, her şeyin nasıl sürekli yanlış gittiğini, nasıl kötü planlandığını hatta planlanmadığını ve Billy’nin herkesi nasıl baştan beri kandırdığını anlatıyor. Meselenin özü de bu: Billy McFarland bir dalavereci. Sadece katılımcılara verdiği sözleri tutmamakla kalmıyor, gruplarla anlaşma şartlarına uymuyor, (toplam 26 milyon dolar topladığı) yatırımcıları rakamlarıyla oynanmış sahte belgelerle aldatıyor, adadaki yerel işçilerin bile ödemelerini yapmıyor (festival suya düştüğünde organizatörlerin öfkeli güruhlardan kaçması gerekiyor). Festival organizasyonunda çalışanlar olumsuzlukları dillendirirlerse ya kovuluyorlar ya da sözleri kulak ardı ediliyor. Gümrük vergileri ödenmiyor. Terslikler Fyre Medya çalışanlarından gizleniyor, hatta onların kredi kartları üzerinden ek borca giriliyor. İşler sarpa sarıp da FBI soruşturması başladığında, Billy şirket çalışanlarına, “Size bundan sonra maaş ödeyemeyeceğiz ama sizi işten çıkarmayacağız da,” diyerek esas şirketindeki çalışanlarına karşı sorumluluklarından da kaçıyor.

Billy para transferi dolandırıcılığından (göndermediği parayı göndermiş gibi göstermekten) tutuksuz yargılanırken, başkası adına yeni bir şirket kurup aynı mantıkla bir dolap daha çevirmeye başlıyor. Bu sefer NYC VIP Access adı altında, Fyre’a bilet alan insanlara lüks ve imkânsız etkinlik biletleri –örneğin sadece davetle gidilebilen MET Galası ya da Taylor Swift’le baş başa yemek– satmaya çalışıyor. Billy sonuçta altı yıl hapse mahkûm oluyor. Ja Rule ve Billy’nin sağ kolu Grant Margolin daha ufak cezalara çarptırılıyor. Katılımcıların açtığı davaların bir kısmı hâlâ sürüyor.

*

Avukatların ödemesinin bile yapılmadığı fiyaskoda parasını alabilenler sadece tanıtım videosundakiler ile turuncu kareciler gibi görünüyor (Kendall Jenner’a tek paylaşım için 250 bin dolar verildiği söyleniyor). Fyre Festivali’nden bahsederken para karşılığı reklam yaptıklarını hiçbir şekilde beyan etmeyerek tüketiciyi yanlış yönlendirdiklerinden bu insanların da hepsi soruşturma sırasında zan altında kaldı. Lokmayı kapanların tam da bu kişiler olması oldukça manidar; çünkü Billy’nin bütün dümeni insanların, özellikle de Y Kuşağı’nın bu ünlüler gibi olmak istemesine dayanıyor.

80’lerin başı ile 90’ların ortası arasında doğan Y Kuşağı’nın en büyük özelliklerinden biri genç yetişkinlik dönemine bin yılın dönümünde girmeleri. Namıdiğer milenyumlular, giderek azalan yüz yüze iletişimin boşluğunu dijitalin doldurduğu bir çağda yetiştiler. Y’yi teknolojiyle ilişkilerinde diğer kuşaklardan ayıran, bu geçişe gençlik yıllarında tanıklık etmeleri, böylece öncesi ile sonrası arasındaki farkı yarı bilinç dönemi diyebileceğimiz yaşlarda gözlemlemeleri. İnternet ve yeni iletişim teknolojileriyle gelen, her şeyin parmaklarınızın ucunda olduğu hissi yüzünden gençler daha önceki nesillerden daha fazla olanağa sahip oldukları yanılsamasına kapıldı. Ebeveynleri ailelerini geçindirebilecek istikrarlı bir iş hedeflerken, milenyumlular bir anlam arayışına yöneldi. Geçim derdini arka plana atıp manevi değeri yüksek kariyerlere odaklandılar; zaten mesleğinizi bir misyon olarak benimserseniz, bu tutku maddi başarıyı beraberinde getirecekti.

Seyahat, egzersiz, yemek, hatta çocuk yetiştirme görüntüleri, kısacası hayattan kareler paylaşmaya dayanan influencer’lık, bu idealin en olgunlaşmış örneği. Buradaki sihirli sözcük paylaşım. Benzer şekilde hayatın içinden aktivitelerle beslenen meslekler elbette her zaman vardı; ama belgeselcilik, eğitmenlik, rehberlik benzeri bu dallar, yaşadıklarını değerlendirmeyi, yorumlamayı, şekillendirmeyi, bir başkasına aktarmayı, belki de yıkmayı, yani bir şekilde üretmeyi, bir katkı sağlamayı, aldığının karşılığında bir şeyleri geri vermeyi içeriyor. Oysa, çağın bir fenomeni olan influencer, sadece tüketmek ve tüketim ânını görüntüleyerek başkalarını da tüketime teşvik etmek için var. Markalar dergilere, televizyonlara, billboardlara yaptıkları gibi bu sosyal medya yıldızlarına da reklam veriyor ama gelenekselleşmiş yöntemlerden farklı olarak Instagram’da her reklamın reklam olduğu anlaşılmıyor. Mankenlerin Fyre’ın tanıtım çekimleri esnasındaki paylaşımlarında para karşılığı bir iş yaptıklarını açıklamayıp arkadaşlarıyla Bahamalar’da tatil yapıyormuş izlenimi vermesi de bunun bir örneği. Etiketle “Bu bir reklamdır” açıklamasının bulunduğu paylaşımlarda bile güvendiğiniz bir arkadaşınız size sevdiği bir şeyleri öneriyormuş havası hüküm sürüyor. Bulaşık deterjanı reklamında “rastgele” çalınan kapıyı açan “gerçek” ev kadınının mutfağında tam da aynı marka deterjanın bulunması mizansen olarak kabul edilirken, Instagram’ın önerileri arasında “rastgele” gördüğümüz “gerçek” bir yeteneğin üstündeki sweatshirt'ü o markayı çok sevdiği için giydiği varsayılıyor. (Aslında bu açıdan sosyal medya “etkileyicileri”nin, seyirciyi sudan ucuz mucizevî ürünler sattıklarına inandırmak için yırtınan alışveriş kanallarının yapamadığını başardığı söylenebilir.)

Artık sadece eşyalar değil, insanların kendileri de birer marka. Influencer’lar “marka”larını tanımlarken yaptıkları işin tüketimle ilgisini sağlık, zindelik, mutluluk gibi “pozitif mesajlar”ın arkasına gizlemeye çalışıyorlar. Sosyal medyanın yarattığı YOLO (You only live once, Bir daha mı geleceğiz dünyaya) ve FOMO (Fear of missing out, Bir şeyleri kaçırma korkusu) gibi anksiyeteler hem kurum hem şahıs olarak markaların elinde âdeta birer silaha dönüşüyor. Hayatın sürekli her ânı kayıt altına alınıyormuş yanılsaması yaratılarak sadece seçili anlar paylaşılıyor; “pozitiflik” kıstası altında sadece her şeyin bir derginin parlak sayfalarından çıkmış gibi güzel ve gerçeküstü gözüktüğü anlar seçiliyor. “Onlar giyiyorsa ben de giymeliyim, onlar gidiyorsa ben de gitmeliyim çünkü yoksa hiçbir şey yapmayan bir tek ben kalacağım” endişesi insanları benzer deneyimlerin peşine sürüklüyor. Olanaksızlıklar yüzünden bu arayış bir kısayolla yine tüketime çıkıyor: Onların gittiği yere gidemesem de onların sıktığı parfümü sıkabilir, onların sürdüğü güneş kremini sürebilirim. Ve onlar kadar büyük hayatlar yaşayamasam da ben de kendi küçük dünyamdan “pozitif” paylaşımlar yaparak benzer tecrübeleri yaşıyormuş gibi yapabilirim.

“Mış gibi yapmak” ve sürekli görüntüleyip görüntülenmek, özellikle Instagram’ın özünü oluşturuyor. Birkaç yıl önce Rusya’da, insanlara fotoğraf çekimleri için özel jet sunan bir şirket kuruldu. Özel jet kullanmaya gücü yetmeyenler iki saati bin liraya her yere kendi jetleriyle seyahat ediyormuş imajı yaratabiliyorlar. Billy McFarland’ı çağımızın bir dolandırıcısı yapan da işte insanların bu doğal görünümlü mizansenlerde görüntülenme dürtüsünü, hem kendileri olma hem de başkalarının hayatını yaşama arzularının ikilemini çok iyi anlayıp değerlendirme becerisi. Fyre Fraud’da Maria Konnikova’nın açıkladığı gibi, tüm dolandırıcılar insanların ruhundaki eksiklikleri görüp bunu istismar ediyor ama Billy evrensel arzular ve korkular üzerinden hareket etmiyor, özellikle günümüzde sosyal medyanın insanların içinde yarattığı boşluğu değerlendiriyor.

Belgesellerdeki söyleşilerde herkes Billy’nin inanılmaz karizmatik olduğunu, sırf konuşarak herkesi her şeye ikna edebileceğini söylüyor. Arka arkaya çevirdiği numaralar düşünüldüğünde, bu hiç de şaşırtıcı değil. Zaten dolandırıcılığın temelinde konuşmak, hiç durmadan, karşındakine düşünme fırsatı vermeden konuşmak, aciliyet ve ivedilik hissi yaratmak yatıyor; aksi takdirde insanları sırf bir telefon görüşmesiyle para havaleleri yapmaya, hatta evinden bankaya gidip parayı bizzat çekerek bir yerlere bırakmaya ikna etmek nasıl mümkün olurdu? Ama Billy’nin festivalin hazırlık aşamasında özellikle çektirdiği sonsuz video görüntülerindeki “doğal” hâlinde üstünde hep bir tutukluk seziliyor. Şakır şakır konuşsa da cümleleri hep soru tonlamasıyla bitiyor; sanki hep onaya, karşısındakinin onu, “Haklısın,” diye tasdik etmesine ihtiyacı varmış gibi. Küçük gözlerini sık sık kırpıyor. Gülümsediğinde ya da güldüğünde içtenlikle mutlu olduğu için değil, kendini gergin hissettiği için gülüyormuş izlenimi uyandırıyor. Ortağı Ja Rule küçük dağları ben yarattım havasıyla göğsünü gererken Billy’nin omuzları hep biraz düşük duruyor. Çünkü Billy de aslında dolandırdığı insanlardan biri. O da taşındığı büyük şehirde ait olacağı bir klik arayan, küçük yaşta sergilediği zekâdan dolayı bir sonraki Mark Zuckerberg olacağına inanan biri; kuşaktaşları gibi o da çalışarak değil de “anlamlı bir şeyler yaparak” zengin olmaya çalışan, dahası olabileceğini sanan biri; en önemlisi o da sattığı hayallere sahip olmak isteyen biri. Ama Billy aynı zamanda tüm bunların bilincinde olan ve kendinin de dâhil olduğu bir nesildeki bu zaaftan nasıl yararlanacağını çok iyi bilen bir dalavereci.

*

Festival hazırlıkları devam ederken, Calvin Wells adlı bir iş insanı, bazı arkadaşları Fyre Medya’ya yatırım yapmak istediği için tanıtımlarını gerçek dışı bulduğu organizasyonu daha yakından incelemeye başlıyor. Paylaşılan “ıssız ada” haritasının aslında başka bir adanın küçük bir parçası olduğunu fark ettiğinde @FyreFraud adlı anonim hesapla festivalin tüm yalanlarını ifşa etmeye başlıyor. Hazırlıklar herhangi bir sekteye uğramadan devam edince, The Wall Street Journal’da bir haber çıkmasını sağlıyor. Buna rağmen, kimse duruma uyanmıyor. Festival tarihi yaklaştıkça, Fyre’dan seyahat ayrıntılarına dair bilgi alamayan insanların sosyal medya hesaplarında sordukları sorular siliniyor. Buna rağmen, festival günü ilk katılımcılar havalimanında toplanıyor. O esnada gruplar konserlerini iptal ettiklerini açıklamaya başlıyor. Yine de herkes özel jet olmayan uçağa biniyor. Bu rüyanın gerçek olmasını herkes o kadar çok istiyor ki, tüm tehlike çanları kulak ardı ediliyor.

*

"The Most Famous Artist" (En Meşhur Sanatçı) adı altında sosyal medya kültürünü içeriden eleştiren enstalasyonlarıyla tanınan Matty Mo, bu yıl The Fyre Experience (Fyre Deneyimi) adlı çalışmasında festivali hicivli bir şekilde yeniden yarattı. Mankenlerin kartonetleri, özel jet koltuğu (Mo’nun bir önceki projesi de insanların fotoğraf çekinebilmesi için bir özel jet seti yaratmaktı), pet şişe dolu bir jakuzi, peynirli sandviç; hepsi hazırdı. “Bu projeyi Netflix ve Hulu’nun yarattığı kültürel dalgayı yakalamak için yarattım,” diyordu Mo. Arka arkaya çıkan bu iki belgesel gerçekten de kendi içlerinde bir dalga yarattı. Netflix, projesini çok önceden duyurmuştu. Hulu ise kendi filmini sürpriz bir şekilde FYRE’ın tanıtım yazılarının çıkacağı gün yayınladı. Festival belgeseliyle ilgili yazıları okuyanlar internette sadece Hulu’nun filmini bulacaktı; yani Hulu reklamını Netflix’e yaptırıyordu. Dahası, iki yapım da sosyal medya üzerinden birbirine savaş açtı: Hulu, Netflix’in tanıtım çalışmasının Jerry Medya’ya, yani Fyre Festivali’nin sosyal medya çalışmalarını yapan ekibe verilmesini yeriyordu. Netflix ise Billy McFarland’a söyleşi yapması için para verdi diye Hulu’yu eleştiriyordu.

Sosyal medyada doğup sosyal medyada ölen bir dolandırıcılık hikâyesini anlatan iki ayrı yapım sosyal medya üzerinden bir tanıtım savaşına girerek döngüyü tamamladı. Bu yazarın da dâhil olduğu neslin zaaflarını acı bir şekilde herkesin yüzüne çarpan, yeri geldiğinde son derece güçlü bir araç olabilen sosyal medyanın en çirkin yanlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bir düzenbazlık hikâyesi bir süre için kültürel gündeme oturdu. Peki, geriye ne kaldı? Billy hapiste, bir Hollywood filmine uyarlanacağını hesap ettiği anılarını yazarken Ja Rule, Fyre Medya’nın kopyası olan yeni bir şirket kurdu. Influencer’lar ise influence etmeyi sürdürüyor.