Franz Liszt İstanbul’da

"Selçuk Orhan, önceki romanlarında da atmosfer yaratmakta (ve sürükleyici bir olay örgüsü kurup sürdürmekte) çok başarılıydı. Müderris ve Virtüöz’de de tarihî atmosfer bizi hemen içine alıyor ve roman boyunca orada tutmayı başarıyor."

10 Şubat 2022 20:00

 

Kahramanları tarihî karakterlerden seçilmiş ya da olay örgüsünün merkezinde/arka planında bir zamanlar gerçekten yaşanmış bir şeylerin bulunduğu romanların gördüğü ilgi ortada. Ne ki bu ilginin edebi olduğunu ileri sürmek pek mümkün değil. Demek istediğim, bu gibi romanlar edebi bir zevkin peşine düşmekten ziyade, tarihî olaylar, dönemler, karakterler hakkında –sıkıcı tarih kitapları okuma zahmetine girmeksizin– bilgi edinmek arzusuyla okunuyor daha çok. Belki de bir taşla iki kuş vurmak amaçlanıyor; hem bir romanın içindeki olaylar bizi alıp götürsün hem de tarihe dair bir şeyler öğrenelim. Yazarının da benzer saiklerle kaleme aldığı “tarihî roman”lar yok değil hiç kuşkusuz. Bu gibi tarihî romanlar, bu modadan yararlanarak popülerlik kazanmak amacı güdülmemişse, tarihî birtakım tezlerin dramatik bir kurgu içerisinde ileri sürülmesi için yazılmışlardır. Peki ya tarih öğrenmek gibi bir amacımız yoksa, tarihî romanları neden okuyalım? Elcevap: Günümüzde geçen romanları neden okuyorsak aynı nedenlerle…

Selçuk Orhan’ın Müderris ve Virtüöz  adlı romanı 1847 yılının İstanbulu’nda geçiyor. Roman başkahramanlarından biri o tarihte Osmanlı sarayına ve payitahtın birtakım seçkinlerine konserler vermek için çağrılan Franz Liszt, öbür kahramansa “müderris”: Ahmet Cevdet isminde bir genç, kendisini bilime adamak arzusuyla sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın emrine girmiş; çalışkanlığıyla, dürüstlüğüyle sivrilmiş; ama yakın zamanda anlayamadığı bir nedenle Paşa nezdindeki itibarı azalmış biri. Roman uzunca bir süre boyunca bir bölüm Liszt’in, bir bölüm Ahmet Cevdet’in başından geçenlerin anlatımı olarak ilerliyor; bu paralel hikâyelerin nerede, ne zaman, nasıl kesişeceği sorusunun, anlatılan olayların barındırdığı gizemlerin yanında romana ayrı bir sürükleyicilik kattığı söylenebilir. Liszt, İstanbul’da çeşitli konserler verir, bu arada saray çevresinden ve İstanbul’daki gayrimüslim azınlıktan insanlarla ahbaplık eder, şehri gezer. Liszt için bu geziyi gizemli kılan, İstanbul’a gelmeden önce uğradıkları karantina bölgesinde tanıştığı Vautrin ismindeki tuhaf bir adam ve onun anlattığı hikâyedir. Liszt gezip tozarken bir yandan da bu tuhaf adamı bulmaya çalışır. Vautrin’e yazılmış bir mektup kendi evrakı arasında kalmıştır, bunu iletmek ister, biraz da dinlediği hikâyenin cezbine kapılmıştır. Ahmet Cevdet’se, romanın başlarında Mustafa Reşit Paşa’nın gözünden neden düştüğünü öğrenir, bunu telafi etmek için kayıp bir müsveddenin peşine düşer. Bu müsveddeyi ararken birçok insanla bir araya gelir, bunların büyük bölümü romanın anlatı zamanında ya da öncesinde Saray’ın ya da Saray bürokrasisinin yakın çevresinde bulunmuş, payitahtın nispeten okumuş yazmış (ya da öyle görünen), itibarlı yahut ulemadan sayılan kişileridir; ama bunlarla sınırlı kalmaz temasa geçtikleri: Yahudi bir duhanî dükkânı [tütüncü] sahibiyle onun Ester ismindeki yeğeni, her devrin adamı denebilecek, ne iş yaptıkları tam bilinemeyen başkaları, hatta sesi ve söyleyişiyle dinleyenleri hayran bırakan bir muganni... Özetle, gerek Liszt’in gerekse Ahmet Cevdet’in –bazısı isteyerek gerçekleştirdikleri, bazısına maruz kaldıkları– temasları sayesinde 19. yüzyıl İstanbulu’nda yaşayan hayli geniş bir spektrumdaki insanlara, fikir dünyalarına ve yaşayışlarına tanık oluruz. Peki, bu bilgiler bizi 1847’ler İstanbulu hakkında uzman mı yapar? Elbette yapmaz. Ya da Liszt’in hayat hikâyesinin ayrıntılarına, mesela aşklarına mı vâkıf oluruz? Belki, bilemiyorum. Sağlamasını ansiklopedilerden, müzik tarihi kitaplarından yapmadan bu romanı okuyup Liszt uzmanı gibi ahkâm kesilmesini hiç tavsiye etmem – okuduğumuz bir roman çünkü. Aynı durum Tanzimat Fermanıyla, birçok alanda reformları başlatan Mustafa Reşit Paşa ve dönemi için de geçerli.

O zaman bu romanı neden okuyalım? Aynı günlerde, aynı şehirde ilerleyen iki ana hikâye, iki başkahraman var. Yukarıda yaptığım kısacık özete bakıp Doğu-Batı meselesi kolaycılığına düşülmesini de istemem. Beri yandan, romanın ana ekseni bu mesele olmamakla birlikte, Selçuk Orhan’ın kurgusunda, edebiyatımızın öteden beri üzerinde durduğu bu karşıtlığı dışta tutmak pek mümkün değil. Romanda bu meseleye dair çakışan ve çatışan fikirler ve söylemlerle karşılaşsak da, Doğululuk şudur, şunu dışlar, Batılılık tam budur işte, gibisinden sonuçlara ulaşmamız için yazılmış değil roman. Olay örgüsü (“örgüleri” demek daha doğru olur sanki) de bizi kolaycı sonuçlara kavuşturmuyor; aynı biçimde karakterler de…

Liszt’le Ahmet Cevdet’in hayli farklı kişilikler olduğunu gördükçe, biri Batılı, öbürü Doğulu iki karakter üzerinden bu karşıtlığın temsilinin arzulanmadığı da açıklık kazanıyor. Onları salt kimliklerinin birer timsali, “temsilcisi” olarak düşünemeyiz. Küçük bir örnek: Liszt için şunu söylüyor mesela romanın anlatıcısı: “Müziğin tıpkı eşikte bir ruh gibi ölümle ve ölümün köprüsünden Tanrı’yla temas kurması gerektiğine inanmıştı.” Öte yandan, “insanın kendi kendine icat ettiği bir uğraşla Rabbine yakınlaşmaya çalışmasına Ahmet’in tam olarak aklı yatmıyordu[r].” Gerçi Ahmet’in aklının bu gibi şeylere yatmaması dinî konulardaki ortodoksluğundan. Bununla beraber Ahmet’in İstanbul’a ilk geldiğinde şiir yazmaya çalıştığı, ama şiiri “kendi benliğinde olan ama hükmedemediği kaçak, yaramaz, işveli ve bazen sinir bozucu bir meleke” olarak gördüğü hatırlanırsa, siyasi olarak da reformculara yakın, “efkâr-ı âtika sahiplerine” uzak olduğu eklenirse, Ahmet’i tek bir kategori içerisinde değerlendirmenin mümkün olmayacağı açıklık kazanır.

Liszt’le Ahmet Cevdet arasında birçok başka fark mevcut: Yaşları yakın değil mesela; birinin önünde daha uzun yıllar var, öbürü “bu son fasıldır ey ömrüm” demeye nispeten daha yakın. Haliyle gelecek bahsi akıllarına takıldığında hayalleri, beklentileri ve kapıldıkları sıkışmışlık duyguları o denli örtüşmüyor. Liszt belki o kadar yaşlı değil aslında ama “harika çocuk” olması nedeniyle daha uzun yıllara yayılmış bir birikimi var – ve elbette yorgunluğu. Liszt’in başkaları hakkında anlatılanları kendi hikâyesi üzerinden ya da dolayımıyla anlayıp yorumlamaya kalkması da iç muhasebelerle meşgul bir zihni olmasından, içe dönüklüğünden. Ahmet’in anlama çabası daha çok dışarıda olan bitenlerle ilgili. Öğrendiklerini sindirmeye çalışırken kendini sorgulamaya vakti kalmıyor, buna çok niyetli olduğu da söylenemez sanırım. Şöyle de denebilir: Ahmet Cevdet, öncelikle başkalarından öğrendiklerinin doğruluğunu tartma eğiliminde, bunun bir nedeni yaşadığı çevrenin hali –söylentiler, dedikodular, kumpaslar iç içe, üst üste–, beri yandan genç müderris, pek çok yaşıtı gibi, bir şeyler öğrenme ve bunların arasından işine yarayacak ya da kendisi açısından geçerli olabilecek doğrular, doğrultular edinme çabasında. Liszt ise, dediğim gibi, başkalarıyla çok ilgili değil; kendi geçmişini didiklemeye, oralarda eşelenmeye, doğruyu yanlışı daha çok oralarda tartmaya çalışıyor.

Daha önemlisi, biri sanatçı, öbürü vaktiyle şiirle uğraşmış olsa da ilim alanında ilerlemek isteyen bir müderris. (Ahmet’in eser verme, geride eser bırakma tutkusu sanatsal bir heyecanın sonucu değil, biraz ortalıktaki kargaşadan ürkmesi ve ilim alanını sükûnetli görmesinden, biraz da anlamlı, kalıcı bir şeyler yapma arzusundan.) Bu kaygı/beklenti farklılığı da çevrelerine ya da kendilerine baktıklarında odaklarına aldıklarının benzeşmemesinin bir başka nedeni. Bu arada, bu iki başkahramanın benzemezliklerinin hiç az olmaması, roman boyunca hikâyelerinin neden paralel aktarıldığı sorusuna da neden olmuyor değil. Şunu da vurgulamak gerekir, iki başkahraman romanın iki karşıt ucu da değiller. Dolayısıyla temsili bir çatışmada dahi birer timsal olarak yollarının kesiştiği pek ileri sürülemez.

Peki ya hiç mi ortak yanları yok? Olmaz olur mu? Çok temel bir meseleyle zihinleri meşgul olan insanlardan her ikisi de: Bir insan ömrünü neye vermeli? İnsanın ömrü boyunca odağına aldığı uğraşın (sanat ya da bilim) hayatını nasıl etkileyeceği, daha doğrusu sanat/bilim-gündelik hayat arasında sürdürülebilir bir dengenin mümkün olup olmadığı sorusu ve kuşkusuz, bu denge üzerindeki dışsal etkenler, bilhassa geçim derdi ve iktidar ilişkileri. Başka bir deyişle, yapmak istedikleri ile yapmak zorunda oldukları arasında kendilerini tatmin edecek bir denge mümkün müdür?

Oldukça sağlam kotarılmış iki karakteri var romanın. Arzuları, çelişkileri, beklentileri, sarsaklıkları, saplantıları, bize olumlu ya da olumsuz gelebilecek yanlarıyla. Peşinden gittikleri, romanı sürükleyici kılan birtakım meseleleri, dertleri, meşguliyetleri var. Sorulara yanıt aradıkları sırada vâkıf olduğumuz iç muhakemeleri de unutulmamalı. Bunun yanı sıra, atmaları gereken adımları hassas dengeleri gözeterek ölçmeleri gerektiğini bilmekle beraber, gizemin ya da arzunun çağrısına kayıtsız kalamayıp (bazen de farklı davranma şans ya da imkânları olmadığı için sürüklenerek) acul davrandıklarını da eklemek lazım. Hepimizin pek çok kez başına geldiği gibi! Yaklaşık iki yüzyıl önce yaşamış iki karakterin hikâyelerini kendi hikâyelerimizden de geçirerek okumamızı mümkün kılmış Selçuk Orhan. Günümüzde geçen birçok iyi romanda olduğu gibi.

Sadece Ahmet Cevdet’le Liszt değil, romanın yan kahramanları da tipik özellikler gösteren bir meslek, ya da sınıfı temsil eden kişiler değiller. Fikirleri, arzuları, kaygıları var (kuşkusuz bunların sınıf ya da meslekleriyle yakın ilgisi yok değil), bunları ileri sürüyorlar, ama onların varlıklarını sadece romana zenginlik katan, o yılların İstanbulu’ndan tiplerin bir geçit töreni olarak görmemek gerekir, keza yazarın söylemek istediği bir şeylere alet/aracı olmak üzere ortaya çıkarıldıklarını da – beri yandan romanda yaratılan evren ve atmosfere katkıları eşsiz, benzer biçimde olay örgüsünü çetrefilleşmesi, köşelerden dönmesi ya da burgaçlanması onların da küçük-büyük etkileriyle mümkün oluyor. Karakteristik yanları yok mu? Var elbette… Bugünkü benzerlerini andırdıkları da ortada. Roman kişilerinin (ister başkahraman olsunlar ister olmasınlar) sızılarını, sıkıntılarını, nasıl kendi hikâyelerimizden geçiriyorsak, yaşananları, ortamı, vs. de benzer biçimde yaşadığımız günlerden geçirebiliriz. Yazar da, bugünün kimi kaygılarını, sorunlarını o dönemin dinamikleri içerisinde tasavvur ya da tahayyül etmiş olabilir (olmayabilir de elbette); bu da bir yöntem değil mi sonuçta? Kesinlikli benzerlikler kurarak, o zaman öyle olduğu için bugün de böyle oluyor demeksizin, bugünün yaşantılarını, meselelerini tarihin bir başka zamanında hikâye etmek, hikâye ederek düşünmenin bir yolu. Kategorik benzerlikler ya da karşıtlıklar arayışına girmeden elbette. Peki, bizi bunları yapmaktan alıkoyan nedir? Romanın kendisi olsa gerektir bu sorunun yanıtı. Olayların ilerleyişi, karakterlerin çelişkili yapısı, romanı okudukça yanıtlardan çok soruların zihnimizi meşgul etmesi, yazarın bir tarih dersi verme ya da bugüne de ilişkin bir kıssa anlatma derdi olmaması…

Bütün bunların yanı sıra, bize romanda anlatılan hikâyeyi şevkle okuma arzusu veren, metnin sorduğu ya da metinden yükselen soruların bizi etkisi altına almasını sağlayan en önce 1800’ler İstanbulu’nda geçen (ya da geçtiğini varsayabileceğimiz) olayları okuduğumuza ikna olmamız. Selçuk Orhan’ın yarattığı evren bunu mümkün kılıyor. Bu evrene metnin başından sonuna korunan iç bütünlüğü sayesinde dahil olabiliyor, orada kalabiliyoruz. Çoğu didaktik “tarihî roman”da bizi o evrenin dışına atan, alttan alta ya da açıkça bugüne dair meselelere göz kırpılmasıdır, giderek metnin iç bütünlüğünü zedeleyecek kertede bugüne ya da tarihe göndermeler olmasıdır. Müderris ve Virtüöz’ü okurken de bugünü ya da “gerçek” tarihi aklımızdan geçirmiyor değiliz, ama bu sırada romanın evreninden çıkmıyoruz. Örnek vermek gerekirse, Liszt’in romanda burjuvazi üzerine söyledikleri hayli çarpıcı, bugün için de oldukça geçerli. Burjuvazi üzerine konuşurken (alıntı yaparak ya da yapmadan) rahatlıkla “kullanabileceğimiz” kimi önermeler bunlar. Gelgelelim, Liszt’in bunları ifade ediş ânı, içinde bulunduğu ruh hali, roman boyu süregiden kaygılarıyla bu sözler arasındaki bağ, konuşmanın geçtiği ortam, karşısındaki muhatabın kimliği (bir tacir), hepsi birlikte bu sözlerin bağlamını oluşturuyor – bize bugün de geçerli olacağını düşündüğümüz önermeler sunmasından önce bu sözlerin tam o anda, orada o kişi tarafından söylenmesindeki tutarlılık. Başka bir deyişle, Liszt’in cümlelerini okurken bazısının altını çizmek istememiz günümüzle ilgili birtakım kaygılarımıza denk düşmesinden olabilir, ama bu sırada o cümleleri romandan çıkarmıyoruz!

Şu noktanın da altını mutlaka çizmek gerekir. Selçuk Orhan’ın Müderris ve Virtüöz’ündeki  evrenin inandırıcılığı ve bütünlüğü, romanın 19. yüzyıl, müzik, İstanbul tarihi, Osmanlı’da ulemalar, saray oyunları, vs. üzerine geniş bir bilgi birikimiyle kotarılmış olması sayesinde, ama daha önemlisi bize bu bilgiler aktarılsın diye kaleme alınmış olmamasında. Selçuk Orhan, önceki romanlarında da atmosfer yaratmakta (ve sürükleyici bir olay örgüsü kurup sürdürmekte) çok başarılıydı. Müderris ve Virtüöz’de de tarihî atmosfer bizi hemen içine alıyor ve roman boyunca orada tutmayı başarıyor. Roman kişilerinin muhakeme ya da diyalogları, birbirleriyle girdikleri fikir tartışmaları, bir şeyler öğrenme peşindeki iki başkahramanın soru ve sorgulamaları metnin sürükleyiciliğini engellemediği gibi, romanın atmosferini güçlendirirken metne olay örgüsüyle paralel ilerleyen düşünsel bir akış kazandırıyor. Bu akışın dümdüz ilerlemediğini, olay örgüsü gibi inişli çıkışlı yürüdüğünü, nihayetinde mutlak, nihai sonuçlara varmadığını, ama bunlara kafa yormak konusunda bizim için de kışkırtıcı olduğunu eklemeliyim.

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Franz Liszt'in en eski fotoğraflarından biri (Herman Biow, 1943).

Louis-François Cassas (1787-1827) tarafından yapılmış bir suluboya İstanbul manzarası.