Fonograf Alanda: Karşılaştırmalı müzikolojiye Türkiye'den bakmak

“Birtakım bilgileri sadece nakletmektense o bilgileri alıp onlardan yeni bilgiler üreterek uluslararası literatürün içinde çok daha etkin ve yetkin bir şekilde yer alınabileceğine inanıyoruz. Bu kitapta da Luschan ve Pernot’dan aldığımız bilgilere yenilerini ekleyerek bunu yapmaya çalıştık.”

Hazırlayan ekipten birini yakından tanıdığım için tüm heyecan evrelerine tanıklık ettiğim ve benim de heyecanla beklediğim bir kitap geçtiğimiz ay yayımlandı. Türkiye müzikoloji ve etnomüzikoloji literatürüne önemli bir çalışma eklenmiş oldu. Bunu hem kitapla geçirdiğim mesaiye dayanarak hem de bu iki akademisyenle gerçekleştirdiğimiz kafa açıcı ve leziz sohbetten telli onların meslekleriyle kurdukları gönülden bağa tanıklık ederek söylüyorum. Umarım, siz de tanıklık edersiniz. Ama önce basın bülteninden bir kuple: “Böylece hem erken dönem karşılaştırmalı müzikoloji literatüründe günümüz Türkiye’si ve yakın coğrafyasının geleneksel müzikleri üzerine kaleme alınmış temel makaleler Türkçeye kazandırılıyor, hem de bu makalelerin içerikleri, uluslararası literatürde aynı dönemde yayımlanmış diğer çalışmalar ışığında ayrıntılı şekilde irdeleniyor.” 

Elif Damla Yavuz (solda), Nihan Tahtaişleyen (sağda).

 

Fonograf Alanda: Erken Dönem Karşılaştırmalı Müzikoloji Çalışmaları ve Türkiye kitabını hazırlayan ekipten Elif Damla Yavuz’la ne mutlu ki bu söyleşi sayesinde temas ediyoruz, Nihan Tahtaişleyen ise halihazırda çok sevdiğim arkadaşım, fikir dostum. Kısaca kendinizden bahsetmenizi rica edeceğim. Elif?

Elif Damla Yavuz: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarında Müzikoloji bölümünde öğretim üyesiyim. Kısaca, müzikoloğum.

Nihan Tahtaişleyen: Ben de aynı kurumda Müzikoloji bölümünde araştırma görevlisiyim. Aynı zamanda doktora öğrencisiyim. Kitabı hazırlayan ekip de, aynı üniversitenin aynı departmanında lisansüstü eğitimini tamamlamış ya da sürdürmekte olan kişilerden oluşuyor.

Kitabın bağlamını, hedefini nasıl özetlersiniz?

Elif: Bu kitap Avrupa’nın, Avrupa dışı kültürlerin müziklerini bilimsel olarak anlamayı, anlamlandırmayı amaçlayan karşılaştırmalı müzikoloji disiplininin doğuş ânına odaklanıyor, ama Türkiye penceresinden bakarak. İçeriğinde karşılaştırmalı müzikolojinin kurucu isimlerinin Türkiye’yle ilgili yaptığı ilk çalışmalar ve alanda yapılmış ilk ses kayıt örnekleri var. Bugün çoğunlukla pozitivist olduğu eleştirisine dayanarak reddi miras refleksiyle yaklaştığımız karşılaştırmalı müzikolojinin doğuş ânına baktığı kadar ona içeriden bir bakış da sunuyor. Kitabın hedefi, karşılaştırmalı müzikologların hangi konuları nasıl çalıştıklarını tasvir etmekten ziyade olduğu gibi göstermek. Bunu yaparken de onların sadece bilimsel üretimlerine, yazdıkları kitap ve makalelere değil bu üretimlerini belirleyen malzemelere de odaklanmayı amaçladık. Uluslararası müzikoloji disiplini bu isimlerin yaptığı çalışmalar, kullandıkları yöntemler, varsayımlar ve belki daha da önemlisi yaptıkları hatalar üzerine gelişti ve dönüştü. Türkiye o dönüşüm süreçlerinden biraz uzakta kaldı. Türkiye müzikolojisinin bu alandaki bilgileri ikinci veya üçüncü el aktarımlardan, rivayetlerden elde edilmiş. Dolayısıyla bu yüzden etnomüzikolojinin öncülü olan karşılaştırmalı müzikoloji deneyimini buradan anlamaya çalışıyoruz. Burada Nihan’a şöyle bir pas verebilirim, kitabın içinde çok direkt değil ama bizim alttan alta yürümesini istediğimiz bir kurumsallık tartışması var, ki bu hem Nihan’ın doktora teziyle hem de kitapta yazdığı bölümle çok ilişkili.

Nihan: Kitabın iki odağı var. İlki, 1902 tarihli Felix von Luschan ve 1898-99 tarihli Hubert Octave Pernot kayıtları. Diğer odağı ise, bu kayıtların bağlı olduğu zemine dair temel metinlerin çevirileri ve özgün metinler. Bu kitap öncelikle Türkiye üzerinden baktığımızda malzemenin ne olduğuna; bu malzemeleri derleyen araştırmacıların insiyaklarına ve yöntemlerine; tüm bu çıktıların, onların bu bağlamda kaleme aldıkları metinlere ve mevcut bulunan diğer yaklaşımlara nasıl oturduğuna dair sorulara bir kaynak olmuş oldu. Dolayısıyla kitap birbirini tamamlayan metinlerden oluşuyor. Elif’in bana attığı pas karşılaştırmalı müzikoloji disiplinin doğuş anının ürünü olan yazılı ve işitsel verilerin yer aldığı Berlin Fonogram Arşiviyle [BFA] ilgili. (“İlk Fonograf Kayıtlarının Membaı: Berlin Fonogram Arşivi” s. 121) Doktora çalışmam için yedi aya yakın bir süre BFA’da bulunmuştum. Bu araştırma sürecinde BFA’nın karşılaştırmalı müzikoloji, müzikoloji ve etnomüzikoloji alanlarındaki geçmişteki ve günümüzdeki önemine dair epey bir fikir sahibi oldum. Alan kayıtları üzerinden çalışan karşılaştırmalı müzikolojinin doğum hikâyesi de BFA, onun içinde yeşeren ekol ve bu kurumun öncülük ettiği diğer ilk ses arşivlerine dayanıyordu hâliyle. Ekip olarak bu bağlamda kurumlarla ilgili detaylı bir çalışma içerisine girerek kitaptaki ilgili bölümleri yazdık. Bu kurumların tarihi ve çalışma yöntemleri Pernot ve Luschan’ın çalışmalarının nasıl bir akademik ortamda gerçekleştiğini de gösterdi.

Kitap ekibi çevrimiçi bağlantıda. Soldan sağa sırayla, Elif Damla Yavuz, Nihan Tahtaişleyen, Erdener Önder, İdil Özcan, Ela Alpman, Divin Gençoğlan.

Bu kurumsallaşma mevzuunu ileride değinmek üzere not edelim. Bu kitabı yapmaya nasıl karar verdiniz ve sonraki süreç nasıl ilerledi? Sanırım bu sürece covid-19 pandemisinin birçoğumuzu soktuğu o üretken halin de bir katkısı oldu.

Nihan: BFA’da çalışmam kişisel araştırma tarihimde bir kıvılcım olmuştu fakat onun öncesinde Elif’in kendi çalışmalarında zaten bununla ilgili odaklandığı bir süreç vardı. Sonra birlikte çalışmaya başladık. Üstüne bir de covid süreci eklendi.

Elif: Almanca bildiğim için müzikoloji yaşamımda hep Almanya’yla ilişkili konulara eğilmiş oldum. Bu kitabın içeriğinde de Luschan’ın olması yine biraz Almancayla olan ilişkimden kaynaklanıyor. Kitabın kapsamı aslında uzun süredir aklımızdaydı. Sadece belli şartların oluşması gerekiyordu; kitapta yer alan çeviriler zaten uzun zaman önce “Bir ara nasıl olsa çeviririm” diye bir kenara ayırdığım makalelerdi. Fakat elimizde ses kayıtları yoktu. Bunun için belli ki Nihan’ın BFA’ye gitmesi gerekiyormuş. Ekibin etkin bir şekilde çalışabilmesi için ise galiba küresel bir salgın gerekiyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen bu dönemde evlere kapanarak günlük koşuşturmacalarımızın ortadan kalkması yoğun bir çalışma süreci yürütebilmemiz için olanak sağladı. Hepimiz kendi çalışmalarımızı yürüttük, bir yandan da her hafta bazen beş saati bulan çevrimiçi seanslar yaptık.

Kitabı yayına hazırlayan sizler ve Erdener Önder. Emeği geçen diğer isimler ise Ela Alpman, Divin Gençoğlan ve İdil Özcan. Bu altı kişilik ekibi nasıl kurdunuz, nasıl bir çalışma disiplininiz vardı? Buna ek olarak, hazırlık sürecinde herhangi bir kurumdan maddi destek aldınız mı? 

Elif ve Nihan: [gülüşmeler]

Elif: Hem olmama ihtimali çok yüksek olduğu için böyle bir girişimde bulunmadık hem de ne olursa olsun –özellikle Türkiye’de böyle oluyor galiba– bir yerden bir fon aldığınızda özerkliğinizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Biz, içimize sinen ve çok istediğimiz bir işi üzerimizde maddi veya manevi bir otorite figürü, kurumu olmadan yapmak istedik. Zaten bir sürü sebebin yanı sıra biraz da bu yüzden Berceste Yayınevini tercih ettik. Ekip olarak, birbirini iyi tanıyan, birbiriyle hoca-öğrenci, arkadaşlık ilişkisi olan istekli, gayretli ve uyumlu altı kişiyiz. Aramızdaki disiplini sağlayan da aslında birbirimizi bu kadar iyi tanıyor olmamız. Aynı kurumda olmamızın da bunda çok etkisi var. Çalışma disiplinimizle ilgiliyse, yazarların hepsi hem kendi çalışmalarına hem de diğer herkesin çalışmasına hâkim vaziyetteydi, bu da kitabın bütünlüğü için çok önemliydi.

Nihan, doktora tezi çalışman sayesinde bu arşiv kayıtlarına ulaştınız. Avrupa’nın ilk büyük ses arşivi BFA’dan biraz bahsedebilir misin?

Nihan: Öncelikle BFA, koskoca akademik bir gelenek demekti; orada çeşitli bilim dallarından araştırmacıların alandan aldıkları ses kayıtları yine farklı veya benzer bilim dallarından uzmanlar tarafından inceleniyor. Sonra bunlar derhal bir yayına dönüştürülüyor. Bütün bunlar devlet desteğiyle fonlandıkları için gerçekleşebiliyor. İşte ben de araştırma süreçlerinin ve çıktılarının oturmuş bir şekilde işlendiği ve yürütüldüğü bu köklü kurumdan, oraya kendi imkânlarıyla gidip çalışma ayrıcalığına sahip olmuş yabancı bir doktora araştırmacısıydım. Aynı zamanda danışmanım olan Elif’le hep konuştuğumuz konulardan biri de hep sahanın içinde olmamıza rağmen daha önce yapılmış saha çalışmalarının verilerine dair çok az şey biliyor oluşumuzdu. Bildiklerimiz de çok kişisel gayretlerle yapılmış çalışmaların neticesinde ortaya çıkmıştı – bunu ülkemiz için söylüyorum. Ben de daha önce hiç ses arşivi çalışması yapmamıştım. BFA’dan döndükten sonra Elif’le çıkan malzeme üzerine çalışmaya başladık. Belki de böylece kitabın kıvılcımları da alevlenmiş oldu.

 

Bu kitabın hem uluslararası hem de Türkiye müzikoloji alanındaki önemini nasıl tarif edersiniz?

Elif: Her ne kadar 20. yy.’dan itibaren uluslararası bir bilim dünyamız olduğunu söyleyebilsek de pek çok noktada hep bir dil engeli var. Türkiye gibi ülkelerde eski tarihlere gidildiğinde bunun üstüne bir de devreye Osmanlıca, Yunanca, Ermenice giriyor veya Almanca ve Fransızca... Dolayısıyla bu kitap, birbirinden bağımsız olmasa da literatür içinde dağınık bir halde duran metinleri bütünlüklü bir şekilde bir araya getirmiş oldu. Bir diğer önemi, Luschan’ın yaptığı metin transkripsiyonlarını ve Hornbostel ve Abraham’ın müzik transkripsiyonlarını kayıtlardan teyit etme şansımızın olmasıydı. Luschan’ın yaptığı kayıtlarla yazdığı metinleri karşılaştırdığımız zaman pek çok şarkı metninin doğru transkripsiyonunun yapılmadığını gördük ve bunları böylece düzeltebildik. Malzemeye de odaklanmaktan kastettiğim buydu işte.

Doğru transkripsiyonların yapılmamasının ne gibi sebepleri olabiliyor?

Elif: Mesela Luschan Türkçe bilmediği için İstanbullu bir beyefendi Hakkı Tevfik’ten şarkı metinlerinin transkripsiyonu için yardım almış. Kayıtları dinlediğimizde Hakkı Tevfik’in, 12 yaşındaki Ermeni delikanlı Avedis’in söylediği birtakım kelimeleri pek çok noktada rafine ederek Luschan'ı yanlış yönlendirdiğini gördük. Daha sonra iki masabaşı müzikolog bu kayıtları bizim geleneksel biçimde yapacağımız gibi notaya dökmemişler. Kitapta da buna değindik [bkz. Hemen aşağıda bir örnek alıntı mevcut], çünkü hedef kitleleri Avrupalı dinleyiciler; diyelim ki anlaşılması zor ritimler var, onlar da o zaman hedef kitleleri için bunları biraz esnetiyorlar. Dolayısıyla sadece o nota transkripsiyonlarını elimize alıp onu icra etmeye kalkıştığımızda kayıtta olandan son derece farklı bir parça elde ederiz.

Nihan: Her ne kadar kayıtlarla sınama imkânı bulamamış olsak da Pernot için de benzer şeyler söyleyebilirim. Tabii işlerin bu şekilde olmasının bir diğer nedeni de, âşina olmadıkları bir müziği notaya aktarmakla yükümlü olan bu araştırmacıların, müzikologların müzikal deneyimlerinin buna ancak bu ölçüde elveriyor olması.

Abraham ve Hornbostel, makalelerinde transkripsiyon yaklaşımlarını hitap ettikleri Avrupalı kitleye göre şekillendirdiklerini, bu nedenle pek çok noktada inisiyatif aldıklarını açıkça belirtmekteler. Tam da bu nedenle aksak ölçülerde alışkın oldukları ölçü birimlerini kullanmayı, dizileri ve ezgilerin ağırlık noktalarını geleneksel makam çerçevesi içinde değerlendirmeden saptamayı tercih ettikleri görülüyor.” (Sunuş, II)              

Bu çalışmanın önemini tarif ediyordunuz ki ben araya girmiş oldum. Bahsettiklerinizden sonra bu kitabın birincil katkısının Türkiye’deki müzikoloji literatürüne olduğunu söyleyebiliriz.

Elif: Kesinlikle öyle. Ben mesleki çevirileri çok önemseyen bir müzikoloğum. Çünkü yaptığım çeviriler Türkçe literatürün içine girdiğinde bilgi üretebilecek pek çok başka insanın da erişimine açılmış oluyor. Mesela Luschan ve Pernot’nun bu metinlerinin İngilizce çevirisi bile yok. Halbuki bunlar çok temel metinler. Hem bizimle ilgili malzemeler oldukları için hem de uluslararası literatüre eklemlenebilmemiz için çok önemli. Ayrıca Türkiye’de müzikolojinin yetkinleşebilmesi için de bu metinleri okuyup anlamamız gerekiyor.

Felix von Luschan Zincirli Höyük kazısında bekçi Hasan Bey ile birlikte dinlenirken ve yine kazı yerinde hasta kabul ederken

Bu noktada kitabın bağlamından uzaklaşmadan Pernot ve Luschan’ın hikâyelerine inmeyi öneriyorum; Pernot Modern Yunancada uzmanlaşmış Fransız bir dilbilimci, Luschan ise Avusturyalı bir doktor, antropolog, kâşif, arkeolog ve etnograf. Bu iki karakterin ilgilendikleri kültürlere, kaydettikleri seslere dair tutumları arasındaki farkı nasıl değerlendirirsiniz? Sakız Adası ve Zincirli Höyük’de yaptıkları fonograf kayıtlarına dair sizin nazarınızda öne çıkanlar nedir?

Elif: Çalışırken bizim de çok dikkatimizi çeken noktalardan biriydi bu. İkisi de aynı çağın ve bilimsel iklimin aktörleri ama birbirinden son derece farklı profiller. Birinci fark senin de altını çizdiğin gibi ikisinin farklı disiplinlerden geliyor olması. Luschan bir tıp doktoru, bir arkeolog ve dönemin piri bir fizik antropolog. Ayrıca Luschan’ın kurumsal bir kimliği de var. Dönemin Prusya'sının ve Berlin’inin önde gelen kurumlarında yönetici. Dolayısıyla o kurumlarla bağlantılı olan farklı disiplinlerden isimlerle de ilişki içinde, onların çalışmalarını takip edebiliyor, dönemin gelişmelerine koşut önerilerde bulunabiliyor. Daha 1902’de Berlin’de bir ses arşivi kurulması gerektiğinden bahsediyor. Zaten bu arşiv de sonradan BFA oluyor. Luschan’ın bir arkeolog olarak gittiği Zincirli’ye bir fonograf cihazı götürmesi de hem o çalışmaları çok yakından takip ettiğinin hem de öngörüsünün olduğunun göstergesi. İyi kayıtlar yapabilmek için farklı kişilerle denemeler yapıyor. Kayıtları yaptıktan sonra da boş durmuyor. Bunları müzikologlara götürüp kaydettiği şekilde incelenip incelenemeyeceğini irdeliyor. Yazılarının hiçbir yerinde Avrupa merkezci ya da oryantalist önyargılara kapıldığı hissine kapılmadım.

Luschan’ın şu ifadesinden yaptığı işe yaklaşımına dair epey fikir edinebiliyoruz. Zira alçakgönüllü bir tutumu olduğunu da söyleyebiliriz:

“Avedis tarafından söylenen şarkıların metinlerini(n) [...]daha sonra üzerinde çalışma yapınca bu metinlerden bazılarının iki farklı şarkıda kullanıldığı ortaya çıktı. Hata şarkıcının mı yoksa benim mi, şu anda bilemiyorum; birinci olasılık, metinlerin çoğunu üzerinde uzunca düşünmeden tamamen mekanik olarak öğrenmiş olan delikanlının kusursuz saflığı ve art niyetsiz oluşudur. Hata benimse de malzemeyi korumak için gösterdiğim tez canlılıkla delikanlıdan da özür dilemek isterim. İnsan 200-300 kişilik bir kazıyı yönetmek zorunda kalınca, sadece nadiren ve birkaç dakikalığına başka bir işe vakit ayırabiliyor.” (Luschan - s.151)

Elif: Luschan’ın da belli önyargıları veya kabulleri var fakat bunlar en azından dönemin bilimsel meseleleriyle sınırlı. Pernot’nun yazılarında ise “Avrupalı kibri” net bir şekilde görülüyor. Sakız Adasında çalışırken bütün kartlarını Yunanlılardan yana kullanıyor, ki bunda da aslında bir sakınca yok. Sonuçta kendisine öyle bir odak seçmiş olabilir. Fakat bunu yaparken adada yaşayan Türklerle ilgili bizi ekip olarak hakikaten zorlayan ifadeleriyle karşılaştık.[1] Bir yandan da Osmanlı idaresiyle de çok ciddi sürtüşmesi var Pernot’nun. Osmanlı arşivlerine baktığımızda Pernot’nun varlığının Osmanlı idaresini son derece rahatsız etmiş olduğunu görüyoruz.

 

En Pays Turc: L’île de Chio (Türk Diyarında: Sakız Adası), Hubert Octave Pernot

Nihan: Pernot zamanında Fransa’da özel bir Şark dilleri okulunda eğitim görmüş. Oradaki hocalarından biri olan Psiharis, Yunanistan’ın uluslaşma sürecindeki dil-lehçe tartışmalarında oldukça aktif biri. Zaten Pernot da bu konuda uzmanlaşıyor. Sakız Adasına da genç bir Fransız doktora öğrencisi olarak bu insiyak ve birikimlerle gidiyor. Orada Yunanca halk şarkılarını derliyor. Yunan dili lehçelerine hizmet ettiği için bu bilimsel çalışmanın odağında etnosantrik bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Döndüğünde ise yazdıkları gerçekten taraflı oluyor. Osmanlı idaresi ise neye hizmet ettiğini bildikleri ya da hissettikleri bir araştırmayı haliyle denetlemek istiyor. Tabii burada araştırmacılar olarak bizim belli bir noktada durmamız ve bir denge kurmamız gerekiyordu, bunu da yapabildiğimizi zannediyorum.

Sizin de yer yaptığınız kimi tespitlere göre fonografın icadı bir dönüm noktası olmuş. Kitabın ismini de bu minvalde “...ve fonograf sahaya iner!” olarak okuyabilir miyiz? Bir de Thomas Edison icadı olan fonografın müzikoloji alanına katkısından bahsedelim mi biraz.

Elif: Sesin kaydedilebilir olması aslında müzikle ilgili her şeyi dönüştürdü. Müzikoloji bağlamında kalırsak, Avrupa dışı kültürleri araştıran bir gelenek zaten fonograf icat edilmeden önce de vardı ama çok fazla öznellik unsuru çok fazla devreye giriyordu. Bu icatla birlikte Avrupalı bilim insanları bir anda bilimselliklerini öznellikten soyutlayabilme imkânına sahip olduklarını düşündüler. Karşılaştırmalı müzikologlar başından itibaren bunun çok önemli bir icat olduğunun farkında. Dolayısıyla en başından itibaren de bunu nasıl kullanacaklarını, alan çalışmasının işlevinin ne olacağını, alana giden müzikologların yanlarına fonograf cihazı alıp almamaları gerektiğini tartışıyorlar. Bu aslında hâlâ gündemde olan bir tartışma alanı; bugün de bir sürü teknolojik gelişme var ve hâlâ bunları alan çalışmalarına nasıl dâhil edebileceğimizi, alanı ve alan çalışmasını nasıl tanımlamamız gerektiğini tartışıyoruz.

BFA’daki bir fonograf cihazı. 

Peki Pernot ve Luschan’ın bu kayıtlarından sonra ülkede neler olmuş? Mesela Türkiyeli araştırmacılar ne zaman bu teçhizatları edinip de sahaya inmişler?

Elif: Kitabın içinde alttan alta bir kurumsallık tartışması yürüttüğümüzden bahsetmiştim; 1920’lerde Türkiye’nin kurumları da alanda kayıtlar yapmaya başlıyor. Bu, kesintiler olmakla birlikte belli bir süreklilik içinde en azından 60’lara kadar devam ediyor. Fakat bizim kurumlarımız nedense bu kayıtlarla, bu çalışmalarla ilgili çok ketum. Arşivlerinde ne olduğunu bile çok iyi bilmiyoruz. Mesela Ankara Devlet Konservatuvarının yaptığı derlemeleri ancak TRT’ye aktarılan kısmıyla bilebiliyoruz. Kayıtların hepsi TRT’ye geçti mi geçmedi mi, arada ne kayboldu, fikrimiz çok az.

Burada müzikolojinin veya etnomüzikolojinin ülkemizdeki durumunu konuşmaya yerimiz dar gelir fakat en azından ödenek ayrılmayan alan çalışmaları ve paylaşıma kapalı arşivlere dair deneyim ve tespitlerinizi duymayı çok isterim.

Elif: Arşivlerin ulaşılamaz olmasının temelinde yatan asıl mesele Türkiye’nin kurumsal olgunluğunun maalesef hiçbir zaman gelişememiş olması. Şöyle bir örnek vereyim, zamanında Ankara Devlet Konservatuvarının kurulmasıyla ilgili olarak Paul Hindemith’in raporlarını çevirmek için sorduğumda Konservatuvar da Kültür Bakanlığı da “Bizim arşivimizde yok,” dediler. Raporları Frankfurt’taki Hindemith Enstitüsü'nden alabildim. Hatta sonra Kültür Bakanlığının arşivinde bulunsun diye bir kopyasını da onlara verdim.

Nihan: Kayıtlara çoğu zaman orada olmadıkları, dinlenemez halde oldukları veya çeşitli şekillerde bazı kişilere dağılıp tekelleştikleri için ya da başka sebeplerle kurumlardan ulaşamıyoruz. Öncelikle bu kayıtlar kurumda yoksa kişilerde nasıl oluyor? Normal şartlarda böyle bir şey olmamalı.

Elif: Müzikle ilgili malzemeler açısından yolumuz maalesef hep yurtdışındaki arşivlere düşmek durumunda. Birtakım belgelere ulaşabileceğimiz araştırma merkezleri var ama alanda yapılmış kayıtlar çok önemli. Çünkü bunlar bir araştırmanın olmazsa olmazı olan ham malzemelerdir. Türkiye’de bu yok işte. Diğer taraftan Nihan’ın da altını çizdiği gibi kimi zaman ham malzemelerin arşivlerde değil de kişilerde olması durumu var...

Bu bağlamda bu kitabın olumlu anlamda nelere yol açabileceğini tahayyül edebiliriz?

Elif: Öncelikle, kurumlarımızın bir noktada ses çıkarmasını bekliyorum, umuyorum. Mesela Dârülelhan ve Ankara Devlet Konservatuvarının kayıtlarıyla ilgili… Belki bu kitap bir teşvik olur. Ayrıca yabancı araştırmacıların yaptığı çok fazla ses kaydı var. En azından bizim hedefimiz o ses kayıtlarıyla ilgili çalışmaya devam ederek kitabın da devamını getirebilmek. Bir de, başka birilerinin de diğer dillerdeki temel metinleri sadece kendilerinin anlamasıyla yetinmeyip çevirmeye odaklanacağını umuyorum. 

Nihan: Bu kitap aynı zamanda şunlara da hizmet edebilir: Türkiye’de halk müziği kayıtları çalışmalarının tarihi yazıldığında, burada yapılmış derleme ya da ses kayıt çalışmalarını da içerisine dahil etme zorunluluğu hissedilecek; Türkiye’deki araştırmacılarla yabancı araştırmacıların yaptığı kayıtların karşılaştırılmasının veya tarih yazımının içerisine dahil edilmesinin yolu açılacak; bir ezginin bu coğrafya içerisinde farklı dillerde var olduğu ön kabulüyle, çok dilli üretimleri, hem akademik anlamda irdelemek hem de hammaddeyi çok dilli yapısıyla bu çalışmalara dahil etmek mümkün olacak.

Kitap Kasım ayında yayımlandı. Hem akademik ortamda hem de müzik camiasında nasıl yansımaları oldu? Bu arada bu kitabın bir akademik çalışma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz değil mi?

Elif: Evet, bu akademik bir kitap. Dili dolayısıyla da müzikolojiye ya da müziğe özgü bir terminoloji içeriyor. O açıdan korkutucu görünebilir. Ama anlattıklarının büyük bir kısmının bu konuyla doğrudan ilgilenmeyenler için de ilginç olduğunu düşünüyorum. Meslektaşlarımızdan şu ana kadar çokça tebrik aldık. İTÜ Müzikoloji bölümünden Songül Karahasanoğlu Eurasian  Journal of  Music and Dance'ta bir kitap incelemesi yazdı, o da o da yenice 31 Aralık’ta yayınlandı. 1 Ocak 2021 günü de Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Ergur Halkbilim, Kayıt ve Emperyalizmin Sinsi İdeolojisi başlıklı kitabın içeriğinin de yer aldığı epey etraflıca bir köşe yazısı kaleme aldı. Zamanla daha da geri dönüş olacak gibi görünüyor, tabii okunması ve sindirilmesi için daha zamana ihtiyaç var. 

Berceste Yayınevi’yle çalışma pratiğinize dair neler aktarmak istersiniz?

Elif: Türkiye’de çok şükür müzik yayınları yayımlayan yayınevleri var. Ama müzikolojinin bir akademik disiplin olarak sesini duyurmasını sağlayacak, temel metinleri Türkçeleştirerek müzikoloji eğitiminin içine katarak buna zemin hazırlayacak bir yayınevi maalesef çok yok. Berceste ticari kaygılar taşımadan bu eksikliği doldurmayı hedefleyen bir girişim. Müzikolojik yayınlar yayımlıyor ve editörleri de müzikologlar. Kendisi de bir müzikolog olan bu girişimin sahibi, aynı zamanda kitabın editörlerinden biri olan arkadaşımız Erdener Önder. Bu girişimin hem kıymetini bilmeye çalışıyoruz hem de onu büyütmeye, desteklemeye çalışıyoruz. Yayınevinin bir önemli özelliği de kitapları ciddi bir editoryal süreçten geçiriyor olması. Ayrıca Berceste bize de bir çalışma ortamı sağlıyor.

Nihan: Ciddi bir editoryal süreçten kastımız; akademik üretim içerisinde olan herkes bilecektir ki editör, bir yayının yayımlanmasına icazet vermenin ötesinde o yayını kendi birikimiyle ve literatürün içerisinden malzemeyle nasıl zenginleştirebileceğine bakan ya da şayet hatalar varsa onların nasıl düzeltilebileceğine dair destek sunan kişi. Bu süreci doğru işletmek yayınevinin, özellikle de akademik yayın yapan yayınevlerinin birincil hedefi olmalı.

Türkiye’deki müzikolojik yayınlara dair görüş ve hayallerinizi duymayı da çok isterim.

Elif: Türkiye’de müzikoloji Cumhuriyet döneminden beri var ama üniversiteye girişi 80’lere dayanıyor. Gençliğine binaen gayet iyi bir literatür var. Özellikle son beş-altı yılda, müzikoloji bölümlerinde yüksek lisans ve doktora çalışmasını tamamlayan arkadaşların genellikle o çalışmalarından türettikleri birçok kitap çalışması var. Yalnız daha önce söylediklerime benzer bir şey daha söyleyeceğim, bizim uluslararası müzikoloji literatürüyle bağımız biraz kopuk. Biz onları takip ediyoruz. Birtakım bilgileri sadece nakletmektense o bilgileri alıp onlardan yeni bilgiler üreterek o literatürün içinde çok daha etkin ve yetkin bir şekilde yer alabiliriz. Bu kitapta da Luschan ve Pernot’dan aldığımız bilgilere yenilerini ekleyerek bunu yapmaya çalıştık. Bu bizim için yeni bir alan ve daha doyurucu müzikolojik çalışmalar görebilmemiz için önümüzde epey uzun bir zaman var.

Nihan: Türkiye’de halk müziği kayıtları üzerine hiçbir şey yapılmıyor değil fakat yapılanlar hakikaten kısıtlı imkânlarla, çok zor koşullarda ve özellikle de ses kayıtlarıyla ilgili çalışmalar söz konusu olduğunda çok kişisel çabalarla ortaya çıkan şeyler. Literatürle ilgili de Elif’in dediğine yüzde yüz katılıyorum. Avrupa’da güncel etnomüzikoloji alanında birtakım belli çalışma alanları, belli yeni kavramlar var. Türkiye ilk bakışta uluslararası literatürdeki bu güncel çalışmalarla entegre görünüyor. Fakat bir yandan da belli şeyleri oturtmak istediğinizde altlarının boş olduğunu görüyorsunuz. Bunun için de bu alan kayıtları, arşiv çalışmaları mevzuunun irdelenmesini ve uluslararası literatürün takip edilmesini kendi açımızdan çok gerekli görüyoruz.

Ben de bu dediklerinize ek olarak, misal fonograftan sonraki özellikle günümüzdeki teknolojik kimi gelişmelerin bu bahsi geçen bireysel çaba gösteren insanların ürettiklerini, kaydettiklerini kamuya mal etme, sunma imkânını olumlu buluyorum. Bu sayede bilinçlenmeye dair bir umut ışığı da ufukta beliriyor sanki.

Elif: Hatta bunun bir de sosyal medya tarafı var. Nasıl iş artık vatandaş gazeteciliğine döndüyse Facebook sayfalarında da artık görüyorum ki “vatandaş müzikologlar” var. Sosyal platformların bilginin kamusallaştırılmasına katkısı büyük.

Son olarak, kitabı Avedis’e ithaf etmenizin öyküsünü nedir?

Elif: En önemli nedeni kitabı başlatan kayıtların aktörü olmasıydı. Bir bakıma her şeyi o başlattı. Tazecik sesi ve şarkı söylerkenki mutluluğu çok etkileyiciydi. Luschan’ın diğer metinlerini Avedis hakkında başkaca bir bilgi bulur muyuz diye irdeledik, fakat maalesef bulamadık. Ona müteşekkir olduğumuzu böyle göstermek istedik.

Nihan: Türkiye sınırları içindeki, o dönem Adana’da bugün Antep sınırları içinde olan Zincirli'de yapılmış en eski kayıtlar Avedis'le yapılanlar. Bilinene göre kaydedilmiş en eski yerel ses. Luschan da malum sadece Avedis'ten kayıt alıyor. Geçmişin derinliklerinde kaybolmuş bu Ermeni delikanlının sesi nelere vesile oldu diye bakacak olursak: BFA’nın kuruluşunun fitilini ateşlediği gibi Avrupa’nın ve sonra da dünya ses arşivlerinin fitilini de ateşledi. Bu çalışmaya da vesile oldu kendisi. Biz de böylece günümüze sadece ses olarak ulaşmış o zamanın delikanlısı bu müteveffaya bir selam etmiş olduk.

• 


[1] Burada ekibin Pernot’nun Sakız Adası kayıtlarını kitaba aktarırken başvurdukları, yine Pernot’nun Sakız Adası’ndaki Yunanlıların ve Türklerin yaşayışları hakkındaki gözlemlerini kaleme aldığı Türk Diyârında: Sakız Adası adlı kitabındaki ifadelerinden bahsediliyor.