Ferzan Özpetek’le hayat, aşk, sanat ve ırkçılık üzerine

Ferzan Özpetek: Ben bazen kaybettiklerimin yüz ifadelerini buluyorum aynaya baktığımda, hareketlerini taklit ettiğimi fark ediyorum. Özlemekle ve acıyla kendimize göre başa çıkıyoruz demek ki, “öldü” demek yerine “gitti” demek gibi...

Filmleri başlangıçtan itibaren düzeni değiştirecek kadar cesurdu. İlk kitabı İstanbul Kırmızısı’ndan sonra Sen Benim Hayatımsın’la bunun edebiyat hayatı için de geçerli olacağı tescillendi. Bu sohbetin anahtar cümleleri de kendisi tarafından böylece belirlendi: “Dürüst ol, hayatın tadını çıkar, yaşadığın her şeyin arkasında cesaretle dur!” Sohbeti başlatan kişi olarak büyük keyif aldım ve aynısını sana da dileyerek sahneyi Ferzan Özpetek’e bırakıyorum sevgili okur…

“Omzunda bir çanta, apartmanın merdivenlerinden koşarak çıkan bir genç geliyor aklıma. Neyi varsa o çantanın içinde. İşte o genç, benim.” İtalya’daki hayatınızı bu sözlerle anlatmaya başlıyorsunuz romanda. Bir önceki kitapta sizi İstanbul’da bırakmıştık, nasıl oldu Roma’ya gidişiniz?

Ben sinema okumak istiyordum.  O zamanlar İtalyan, Fransız ve Amerikan sinemasının yanında en çok Türk sinemasına meraklıydım. Özellikle geçmişte yapılan Türk filmlerine büyük hayranlığım vardı. Önce Amerika’ya başvurdum, Los Angeles’a gidip sinema okuyacaktım. Ama ondan önce aslında “Ya, ben neden İtalya’ya gitmiyorum,” diye soruyordum kendime. Çünkü Halide Teyze ve annem sürekli İtalya’ya giderlerdi. Halide Teyze bir akşam yemeğinde İtalya’nın çok güzel bir ülke olduğundan uzunca bahsetmiş ve ben de çok etkilenmiştim. “Kendine has bir havası var, ışığı da çok güzel…” diye konuşuyorlarken ben gitmeyi düşünmeye başlamıştım aslında. İtalyan yönetmenleri de çok beğeniyordum. Ve böylece karar verip İtalya’ya gittim.

Önce babam çok karşı geldi. “İtalyanca hiçbir işe yaramayacak bir lisan. Amerika varken, bir dünya ustası varken İtalya’da ne işin var,”dedi ancak ben deneyeceğimi söyledim. Fakat gittiğimde 3-4 yılım babam tarafından karşılandı diyebilirim. Bana iyi bir aylık gönderiyordu.

Tanıdığınız ve karşınıza çıkan insanlar hayatınız için çok önemli; onlarla kurduğunuz yollar, onların size verdiği ve sizin onlara verdikleriniz. Benim hayatım da hep “insanlar”la yürüdü, onların verdikleri ve benim onlara kattıklarımla yürüdü. Bu yüzden de söz ettiğiniz o cümlenin gerçekleştiği günü ben çok iyi hatırlıyorum. Çünkü karşılaştığım o kişiyle iki-üç kez görüştük, bir beraberliğimiz oldu. Sadece hafta sonu onunla kalacağımı düşünürken 38 yıldır aynı binada oturuyorum ben.

Sen Benim Hayatımsın, Ferzan Özpetek, Can YayınlarıHalin ve gazhanenin olduğu, her zaman karışık olan o mahalle sonra benim Cahil Periler’imle çok meşhur bir mahalle oldu, fiyatlar arttı. Oyuncular ve tanıdık pek çok insan gelip orada oturmaya başladı, hâlâ öyle. Ama biraz aşırıya kaçıldı çünkü artık her tarafta pub’lar ve restoranlar var, hayat sabaha kadar sürüyor. O yanı biraz kötü tabii ama bir türlü ayrılamadım oradan. Hatta Bir Ömür Yetmez filmimi de o evde çektim, bırakamadım o mahalleyi.

Peki, sahiplendiğiniz, ait hissettiğiniz her şeyde böyle misiniz? Peşini bırakmayan biri...

Evet, öyleyim. Bir de şu var: İki romanda da bahsettiğim şeylerin ana merkezlerinde oturmak benim çok hoşuma giden bir şeydi. Aslında bana tam da Collesium’un karşısında bir daire göstermişlerdi, evi değiştirecektim neredeyse. Ama tam karar aşamasındayken Valleria Golera diye bir arkadaşımla görüştüm, kız ev arıyordu. “Ferzan, ne olur ben alayım burayı” dedi, ben de kabul ettim. Ve sonuç olarak ben o evden yine ayrılamadım. Bazen evime dünya çapında meşhur insanlar geliyorlar. Biraz şaşırıyorlar bazen. Gerçi buradaki, yani Kuledibi’ndeki evimde de aynı şeyler oluyor: Önce merdivenleri çıkarken şaşkınlıkla etrafa bakıyorlar, sonra eve giriyor ve yine şaşırıyorlar, “Bu mahallede böyle ev olur mu?! Ne kadar güzel…” diyerek. Bence onlar da benim hissettiğim sıcaklığı hissediyorlar ki o da beni çok besleyen bir şey.

Hayatınıza giren insanlar için de bu bırakamayış geçerli mi?

Kesinlikle! Mesela benim bütün eski sevgililerim hâlâ hayatımdadır. Şuna inanıyorum: Özellikle belli bir yaştan, zamandan sonra hayatından insan çıkarmayacaksın! Tam tersi, insan katacaksın. Örneğin bir adam ve kadın evleniyorlar. Süresi önemli değil ama uzun yıllar bir arada kalıyor ve birbirleri için pek çok şeye katlanıyorlar. Gece kusmaları oluyor, ateşlenmeler oluyor, büyük sevinçler oluyor, cinselliğin en doruk noktası yaşanıyor, dargınlıklar oluyor… Bütün bunlar oluyor. Ama o insanlar bir gün birbirlerinden sıkılıyorlar ve içlerinden biri, bir başkasına âşık olup diğerini bir daha görmüyor. Bu bana tuhaf ve doğaya karşı gibi geliyor. Onu nasıl olur da bir daha hiç görmezsin? Hayatında dursun o insan, bir dostluğun olsun.  Çünkü bunlar, her ilişkiyi besleyebilecek şeylerdir; en büyük aşklar ve en büyük dostluklar. En azından ben böyle hareket ediyorum.

Bu sahiplenme dürtüsüne karşı çıkarak, çok sevdiğiniz İstanbul’u terk edip başka bir ülkenin insanı olmak kolay mıydı?

İlk zamanlar gerçekten zordu ama şu an İstanbul o kadar değişti ki… Mesela Kalamış, ben orada doğdum ve 17 yaşıma kadar da orada yaşadım. Ben 6-7 yaşındayken boynuma havlu alıp mayoyla denize giderdim. Ve o yaşlarımdayken Kalamış’taki tren hâlâ çalışıyordu. Şimdi kaç kişi biliyor ya da hatırlıyor ki orada bir tren yolu vardı, askeri bir trendi ve çalışıyordu? Sonra kapatıldı ve çocukluğumun yarısı o rayların üzerinde oynayarak geçti. Bahçe içinde evler vardı. Bunlar da önemli değil belki ama Kalamış’ta ipucu bile bırakmadılar artık, eski Kalamış’la alakalı en ufak bir ipucu yok. Dolayısıyla ben burada da olsam çocukluğumun özlemini çekeceğim. Kısacası ben zaten sürekli özlem duygusu içinde biriyim. Bu hem çok zor hem de bana bir yaratıcılık bahşettiğine inanıyorum. Hem yazarken hem de düşünürken…

Yazarlık nasıl başladı Ferzan Bey? Aslında sizin gibi senaryolar yazan biri için çok da sert bir geçiş değil, tahmin edebiliyorum ama edebi metin kurgulamak… Bir de opera var hatta!

Evet, doğru. Senaryo yazmak zaten bir başlangıç gibiydi. Ama operada da aynı şeyi yaptım ben; onu da hiç yapmamış, denememiştim. İlk Aida’yı yaptım ki çok önemliydi. Dünyaca ünlü Hint asıllı şef Zubin Mehta’nın yönettiği orkestrayla bir Verdi başyapıtını sahneye koyduk. Önce San Carlo Tiyarosu’nda yapmıştım. San Carlo, Leyla Gencer’in yıllarca star olduğu bir yer. Leyla Gencer hep orayı seçmiş kendine ve San Carlo’nun bir numaralı starı olmuş, yıllar boyu hep orada operalar yapmış. O da çok ilginç bir şey…

Sonrasında Maggio Musicale Fiorentino’ya geçtik ki burası en prestijli yerlerden birisidir. Operaya yaklaşımım da belki kitaba yaklaşımım gibi oldu: “Ferzan, sen amatörce ve içinden geldiği gibi davran. Senin hoşuna giden, sende duygu yaratan şeyleri yap. Yap ki onları başkalarıyla da paylaşabilesin.”

İkinci operam La Traviata da görülmemiş bir gişeye ulaştı. Fakat gişeden de güzel bir haber vardı benim için; hayatında hiç opera izlememiş insanlar oraya geldiler. Ve onlar bir yıllığına operaya abone oldular. Bir sürü insan bana “Senin sayende operayı tanıdım ve sevdim” dedi. Bu nasıl güzel bir şey, biliyor musunuz? Bunu, bu duyguyu paylaşmak çok güzel! Bunun yanı sıra eleştirmenler de çok iyi tepki verdi. Bunlar bana rüya gibi geliyor ve çok hoşuma gidiyor.

Siz gerçekten amatör tarafınızı muhafaza ediyorsunuz anlaşılan, bu sadece sözden ibaret değil…

Öyle olması lazım, hepimizin amatör yanı canlı kalmalı. Ve zaten bu bence insanın kafa yapısına da bağlı, şaka değil, ben gerçekten profesyonel olamıyorum.

“Birisiyle ilişki kurmak için bir password girmeye ihtiyacımız yoktu…” diyorsunuz romanda. Doğru anlıyorsam, bu şifre girme işi üzerinde konuştuğumuzda sizin insan ilişkilerine bakışınızı çok net öğreneceğiz?

Aslında hayır, orada çok daha basit bir şey anlatmaya çalışmıştım. “O zamanlar bilgisayarlar üzerinden birine ulaşmaya çalışmıyorduk” demek istiyordum.

Çok özür dilerim, ben bu cümlenin altında çok daha komplike bir şey aramıştım. Ama tek başıma suçlu olamam çünkü romandaki çoğu cümle aslında öyle…

Çok teşekkür ederim. Ama o cümleyle sadece şunu söylemek istiyordum: O zamanlar insanlarla direkt tanışabiliyordunuz. Bir akşam yemeğinde, yolda, bir kahvede, herhangi bir okazyondaki bir bakışta, bir gülüşte tanışabilirdik. Şimdi insanlar birbirlerini tanımak için internet, envai çeşit sosyal medya mecrası kullanıyorlar. Hayat resmen bilgisayar şifresi girerek başlıyor. Ben de bunu söylüyordum. Ama bunun altını çizmeniz benim için çok güzel bir şey.

Yazdıklarınızı okurken bazen de kendimi kötü hissettim, itiraf edeyim. “Doğru aşk, doğru insan” konusunda öyle kendinizden emindiniz ki… Hem çok etkileyici hem de korkutuyor. Siz nasıl anladınız doğruyu bulduğunuzu?

Ben 41-42 yaşlarıma kadar çok sayıda farklı kişiyle karşılaştım. Şunu söylemeliyim: Bence sizin o anki kafa durumunuz, başınıza o ana kadar gelenler çok önemli. Değerlendirme gücünü bunlardan alıyorsunuz. Belki de o hayalini kurduğum kişi yanımdan çok daha önce de geçmişti ama ben onu fark edecek halde değildim o an. Bu pek çok kişinin başına geliyor, mutluluğun elini kolunu sallayarak yanınızdan geçip gitmesine izin veriyorsunuz öylece. Farkında bile olmuyorsunuz. Hatta bunu Cahil Periler’de bir replik olarak da kullanmıştım: “Hayat yanımızdan gelip geçiyor, farkına bile varmıyoruz” derken tam da bundan söz ediyordum.

Tesadüf diyorum, hatta güzel tesadüf. Bir de tabii şunu biliyorum; bir birliktelikte her şey harika olamaz. Olmaması lazım, inişli-çıkışlı olmalı. Bu gerçekte olduğunun ispatıdır.

Genelinde ben kendimi çok şanslı hissediyorum. Hatta bazen de her şeyin bu kadar iyi olmasından korkuyorum, başımıza bir iş gelir diye… Kitabı da bu yüzden yazdım.

“Anlatırsam bu tehlike azalır” diye mi düşündünüz yani?

Evet, bu korkudan.

Kaderci bir bakışa sahip olduğunuzu söyleyebilir miyiz öyleyse?

Kesinlikle.

Okuduğumuz kadarıyla çok çizgili, çok keyifli, özellikle de sosyal açıdan çok çeşitli, zengin bir hayatınız olmuş. Beni yadırgamazsınız umarım ama bu tür bir hayattan kaderciliğin çıkmasını hiç beklemiyordum, biraz şaşkınım.

Ama bazen buna inanmamak elde değil. Olaylar tamamen kontrolünüzden çıkabiliyor.

Romanda muazzam betimlemeler var; muhtemelen çoğu kişi Vera’nın avluya girişini okumaktan öte izlemiştir benim gibi. Arkada duran yönetmenin yazar tarafınıza büyük avantaj sağladığını söyleyebilir miyiz?

Çok ilginçtir; senin o zamanlar gördüğün gerçekle hatırladıklarından çıkan gerçek tamamen farklı olabiliyor. Yani gözlem yeteneği çok da kâr etmeyebiliyor sanırım. Mesela Vera hayattayken bir filme almışım onu, buldum, izledim kitaptan sonra. Çok şaşırdım, yazdığımdan, onu hatırladığımdan çok farklı görünüyordu. Ve bu çok hoşuma gitti çünkü hatıra ve gerçek arasındaki fark büyüleyici bir şey! Ama tabii hatıralar yani hatırladıklarımız da bir gerçekten hareket ediyor.

Vera gibi renkli, güçlü, aykırı pek çok kişiyi bir araya getiren, muhteşem bir aileniz olmuş orada. Onlardan söz ederken “yaşamayı bilen insanlar” diyordunuz romanın bir yerinde. Yaşamayı bilmek ne demek sizin için?

Çevrenizdeki insanlar ve hayatla uyum sağlayabilmek. Bence yaşamayı bilmek demek budur. Uyum sağlamaktan da kimseye zarar vermemeyi, kimsenin yolunu kesmemeyi, yaşam boyu size yapılan haksızlıklara sert cevap vermeden gülümseyebilmek.

Ve onlar öyle insanlardı?

Bir şekilde öyleydiler ama Vera değildi mesela. Ama istisnasız herkes kendini bir diğerine adayabilir, verebilirdi. Örneğin o gün bir imtihanım var, girdim ve kazanamadım. Bir yemek hazırlanırdı, herkes sanki imtihanı kazanmışım gibi kutlamalara başlardı. O zamanlar öğrenciydim, “Kazanmaman çok iyi oldu, zaten o da hiç iyi bir okul değildi” gibi cümlelerle beni korur, okulu kötülerlerdi. Onlar benim ailem gibiydiler gerçekten ve çok da farklı bir sevgileri vardı. Çünkü asıl aile başarısız olduğuna üzülür, onlar ise benim daha fazla üzülmemem için “Bu çok iyi oldu” gibi bir tavır alır ve üzüntüyü anında silmeye çalışırlardı.

O gruba kitap boyunca “Mumyalar” diyorsunuz. Neden böyle bir isim seçtiniz?

Hâlâ da öyle diyoruz kendimize. Çünkü yıllar geçti, yıllardır beraberiz ve hep aynı insanlar. Bir gün içimizden biri çıktı ve “Halimize bak, mumyalara döndük” dedi. “Mumya sensin,” falan, atışırken adımız bu kaldı.

Onları ne kadar çok sevdiğiniz aşikâr ve aranızdan biri gidince ona bir türlü “öldü” diyemiyorsunuz kitap boyunca. Hep alternatif bir söz ya da ima bulup yazmışsınız…

Genel olarak da bu böyle, hayatta da kullanmamaya çalışıyorum. Gitti diyorum sadece.

Kimse için kolay değildir, benim için de değil. Ben bazen kaybettiklerimin yüz ifadelerini buluyorum aynaya baktığımda, hareketlerini taklit ettiğimi fark ediyorum. Özlemekle ve acıyla kendimize göre başa çıkıyoruz demek ki, öldü demek yerine gitti demek gibi. Onun gülüşünü ve jestlerini kendi bedenine alıp, sen yaşadıkça onu da yaşatmaya devam etmek gibi. Hafızayla insan yaşatmanın sırrı da bu; gidenden bir parçayı kendine kopyalıyorsun.

Vera’nın küllerini denize dökmek isterken rüzgârın azizliğiyle sizlere savruluşu… Hiç unutmayacağım bunu sanırım. Gerçekten olmuş bir şey mi bu?

Çok komik bir olaydı ve evet, gerçekten oldu. Onun nedeni de Vera’yı kıskanan ve bizimle o gün gelen Roberta adlı bir trans vardı, onun yüzünden oldu. O her yerde öne çıkmaya çalışan biriydi. Orada ve o anda da bunu yaptı. Külleri kendisi atmak isteyince ve elimizden çekiştirmeye başlayınca böyle bir kaza oldu. Ben önce çok rahatsız oldum küllerin bizi sarmasından ama sonra çok hoşlandım ve hatta komik geldi.

En benim diyen hür düşüncenin bile zaman zaman aşk ile farklı cinsel tercihleri yan yana koyamadığını görüyoruz. Bu neden böyle?

Bana filmlerimde (ve şimdi kitaplarım için de) hep eşcinsellik temasını işlediğimi söylüyorlar. Bunun nedenini sorduklarında benim filmlerimde eşcinselliğin olmadığını söylüyorum. Ben koymuyorum, başkaları çıkarıyor. Birçok ünlü Türk ve İtalyan yönetmen tanıyorum: Kendi cinsinden birine (bakın, asla eşcinsel kelimesini kullanmıyorum) âşık olan yüzlerce insan tanırlar fakat asla filmlerine koymazlar. Yani hayatlarından çıkarırlar. Ben de diyorum ki ben koymuyorum, zaten var! Benim yaptığım şey sadece buna sansür uygulamamak.

Bunun da sadece bu ülkede böyle olduğunu düşünmenizi istemem: Özellikle ilk filmlerimde İngiltere ve Amerika’daki eleştirmenlerin yazdıklarına çok dikkat ettim; onlarda da böyle bir fobik durum söz konusu. “Film iyi ama gay filmi” diyen var. Bu İngiltere’den gelen bir eleştiriydi. Hâlbuki İngiliz ve Amerikalıları biz çok ileri topluluk olarak görürüz, gelin görün ki onlar ileriliklerini gay kategorisine koyarak gösteriyorlar. Bunun ilerici bakışla alakası olamaz, düpedüz gericiliktir! Amerika’ya ya da İngiltere’ye gittiğimde Haman ve Cahil Periler’i dvd satan bir dükkânda arayıp bulamamıştım. Birine sordum, “Neden yok burada çıktığı halde,” dedim. “O dvd’ler gay bölümünde” dediler. Bunun adı ırkçılıktır ve bu korkunç bir şey! Birçok kişide hâlâ var ve devam edecek ama bunların olması ya da olmaması beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü ben hayatı, hayatımı anlatıyorum ve hiçbir şeyi değiştirmedim.

Yazar ve yönetmen olmayan Ferzan Özpetek’e sorularım var: Nasıl bir okursunuz?

Bazen altı ay boyunca hiçbir şey okumayıp sonra iki ay boyunca onlarca kitap okuyabilen biriyim. Kitap hediye etmekten de çok zevk alan biri Ferzan. Bazen çok sevdiğim bir kitap olur ve ondan yirmi tane birden alırım, sevdiğim herkese hediye ediyorum. Evime geldiğinizde dört-beş tane aynı kitaptan bulabilirsiniz çünkü onlar birisine hediye edilmek üzere bekliyorlardır.

Peki, siyasetle aranız nasıl?

Çok yakınım ve her şeyi çok yakından izliyorum. İtalya’daki siyasilerle çok dostluğum oldu ama bunun basına yansımasının yanlış olduğunu görüyorum. Çünkü o insanlar tamamen değişebiliyor. Siyaset insanları çok kirletebiliyor, bozabiliyor. Harika gördüğüm, taptığım insanlardan bazıları 3-5 yıl içinde gücü ele geçirince değiştiler. Bu yüzden artık kendimi o cenahtan uzak tutuyorum. Bir de neyin ne olduğunu bilmeden hareket etmiyorum ki eskiden ederdim.

Ben insana yakın olan, onu kollayan, iyiliğe teşvik eden bir siyaseti tutuyorum. Gerisinin ne olduğunu da siz anlayın!