Müstesna bir yazar: Fatih Altınöz

Edebiyat âleminin istisna dergisi Şizofrengi’nin -ismi dâhil- mucidi psikiyatrist Fatih Altınöz, yaklaşık çeyrek asır sonra yine bu dergi tadında bir kitapla çıktı karşımıza: Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum

25 Nisan 2019 10:30

Türkiye’de “psikiyatri”, “Bakırköy” ya da “delilik” denince, aklımıza hâlâ Mazhar Osman’ın ismi geliyor mu emin değilim. “Mazhar Osmanlık” ya da “Mazhar Osmanlık olmak” deyimi, genç kuşaklar için bir şey çağrıştırmıyor olabilir. Hâl böyleyse, onun kısa boylu asistanı Fahreddin Kerim’in ismini duymuş olmaları da hepten imkânsız. Bir zamanların İstanbul Valisi, Belediye Başkanı ve Ordinaryüs Profesörü olan “muktedir akliyeci” Fahreddin Kerim. Halk arasında “Mini mini valimiz, ne olacak hâlimiz?” diye çağrılan, İstanbul meyhanelerinde ise "35'lik rakı" istenirken adı anılan valimiz: “Ver şurdan bir Fahrettin Kerim.”

Tababet-i Ruhiye Edebiyatı

Meseleye ve bu yazıya, Fahrettin Kerim’den kısa bir alıntı vererek başlayalım. 1925 yılında yayımladığı Aklî hastalıkların teşhis ve tedavisi[1] başlıklı kitabının son iki sayfasını hastalara ayırmış, daha doğrusu hastaların yazdıklarına. Kitabın içindekiler kısmında bu bölümün başlığı “Hasta Edebiyatı” diye geçiyor, içerideki sayfada ise başlık “Tababet-i Ruhiye Edebiyatı” alt başlık ise “Hasta Yazılarından Numuneler”.[2] Bir numune okuyalım:

“Şimdi bir de manyak hastalardan Ö.’nin bir mektubunu kopya edeyim:

Laklakiyat ile Muvaffakiyat

Tebessüm ile tahrire mübaşeret

12 Kanun-i Sani 1341 Gecesi [ 12 Ocak 1925]

Hah, hah, hah, ha ilahî diyorlar ki! Kâğıda ne yazılırsa okunur ve mükâfatsız kalmaz ümidindeyim!.Tabib Fahri Bey bittabi kıraat ediyor ruhum okumaz mı hiç! Bana bugün sual ettiler ki kaç düşündüm! Düşündüm! Düşündüm? Sene hesabı biliyorum, yirmi yedi yaşıma gidiyorum. Öyle aklım eriyor ki yaprak açmasında yirmi yedi yaşıma geleceğim. Ben bir mal’ulüm [hastayım]. Ben bedbahtım.

Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan

Bedbaht olanın bağına bir katresi düşmez”[3]

Fahrettin Kerim, hastaların yazdıklarını da hastalığın teşhisine giden ya da teşhisini sağlamlaştıran birer “numune” olarak değerlendiriyordu şüphesiz. Tababet-i Ruhiye Edebiyatı yani Ruh Hekimliği (Psikiyatri) Edebiyatı ise bence dönem itibariyle orijinal bir buluş. Tabii bunu biraz daha genişleterek düşünecek olursak, psikiyatri edebiyatını “tımarhane edebiyatı”, “delilik edebiyatı”, “psikiyatri hastalarının yazdıkları”, “hastalar/hastalıklar hakkında yazılanlar” veya “psikiyatristlerin yazdığı edebi yazılar” şeklinde çok daha geniş bir edebiyat alanı olarak tanımlayabiliriz. Belki de doğrusu “delilik ve deliler hakkında her türlü edebiyat!”

Eminim bu edebiyat türüne ait herkes mutlaka bir şeyler okumuştur. Özellikle son yıllarda, çok sayıda öykü ve romanın merkezinde bir “delilik” var. Biraz daha abartarak “delilik edebiyatı”nın bir salgın hâline geldiğini de söyleyebiliriz. Ne var ki, bu kitapların çok büyük bir kısmı “dışarı”ya ait yani “içeri”yi yaşayan psikiyatri hastaları ya da içeride(n) çalışan psikiyatristlere ait değil. Hâl böyle olunca, tuhaf bir şekilde kendilerini “aklın dünyası”nda konumlandıranlar, oturdukları yerde sıkıldıkça ya da sıkıştıkça, kendilerini “deliler dünyası”na atma ihtiyacı hissediyorlar galiba, ya da “deliliği” “rasyonel/gerçekçi ve bunaltan bir akıl dünyası”na tercih ediyorlar. “Delilik edebiyatı”nın bir salgına dönüştüğünü öne sürdüğümüze göre, salgının tipik belirtisini de kolayca tespit edebiliriz: metinlerde bol bol “delilik güzellemesi” ya da “deliliğin yüceltilmesi.” Elbette salgına kapılmayan, doğuştan bağışıklı ya da çocukluğunda delilikle aşılanmış kalemler ve o kalemlerin yazdığı “müstesna delilik kitapları” da var. Örneğin tanıdığı, bildiği delileri hiç de tanıdık, bildik olmayan bir üslûpla yazan Zeki Bulduk’un Müstesna Deliler Albümü.[4] Delileri bir “şehrin hafızası” ve “vicdan ışıkları” olarak anlatan, “Deliler ölünce çocukluğumuz biter” diyen Zeki Bulduk’un kitabını, bir başka müstesna yazar Fatih Altınöz iki cümleyle özetlemiş aslında: “Çok çok güzel yazmış. Bir halk şiiri kadar güzel.”[5]

Firengili psikiyatri ya da bir zamanlar Şizofrengi

Fahreddin Kerim’e dönersek, her ne kadar kendisi Tababet-i Ruhiye Edebiyatı’nı bir “Hasta Edebiyatı” ya da “Hastaların Yazdıkları Yazılar” şeklinde tarif etmiş ise de, kendisi gibi “akliye ve asabiye mütehassısları”nın sayısı arttıkça, içlerinden bazılarının edebiyata (gerçek edebiyata mı demeli?) merak saldıklarını görüyoruz. Mesela Bakırköy’ün eski başhekimlerinden hikâyeci Fahri Celâl Göktulga[6] ya da yaşadığı dönemin akıl çağını reddeden akliyeci ve belki edebiyat âleminin gerçek bohemi Fikret Ürgüp.[7] Hani, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde vefat eden ve ölüm ilanında “Bu dünyadan kurtuldu” yazan Dr. Fikret Ürgüp.

Türkiye’de psikiyatristlerin edebiyatla ilişkisi ya da edebiyatçı psikiyatristler başlı başına bir yazı ya da kitap konusu.[8] Psikiyatrist şairler örneğin, Sivas katliamında yakılarak öldürülen Behçet Aysan. Evet, aynı zamanda bir ruh hekimiydi Dr. Behçet Aysan. “Bir Eflatun Ölüm” [9] şiirine şu dizelerle başlayan bir ruh hekimi-şair: “kırgınım, saçılmış/ bir nar gibiyim/ sessiz akan bir ırmağım/ geceden/ git dersen giderim/ kal dersen kalırım.” Şiire tutulmuş bir şair (ve psikiyatri profesörü) Yusuf Alper örneğin, daha yeni yayımlanan şiir kitabından[10] birkaç dize: “sonu yok, bir kuşum kanatları kırılmış/ sonu yok, kanadında gümüş yok, kuşum/ suskun bir muhabbet kuşuyum/ ağzım var dilim yok, tutulmuş/ sonu yok yolların, sonu yok, tutulmuş.”

Geçen yıl kaybettiğimiz Engin Geçtan örneğin, 1990’ların başından itibaren yayımladığı romanlarla, belki de psikiyatrist romancılar kuşağının işaret fişeğiydi. 1990’larda, özellikle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne asistan olarak girip şiir, öykü, roman gibi edebiyat ya da sinemacılık ve dergicilik gibi diğer farklı alanlarda ustalaşan isimler oldu. Deyim yerindeyse edebiyat dünyasına bir nar gibi dağılan bu yeni edebiyatçı psikiyatrist kuşağının ortak bir özelliği de, psikiyatri otoriteleriyle ya da otoriter psikiyatristlerle olan kavgalarıydı. Kraldan çok kralcı ya da yarım asır sonra bile Mazhar Osman’dan çok Mazhar Osmancılık oynayan klinik şefleriyle olan kavgalarıydı. Diğer pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de kurumsal psikiyatriyi ve onun pratiğini önce psikiyatristler eleştirmeye başladı ve “içeriden” yapılan bu eleştirilerle birlikte, karşı (anti)-psikiyatri söylemi ve yazını nihayet Türkiye’de de oluşmaya başladı. Diğer pek çok ülkeden farklı olarak, Bakırköy özelinde bu eleştiriler, bir dergi yoluyla ve kelimenin her iki anlamıyla “içeridekiler” tarafından ve “içeriden” yayıldı. Daha açıkçası, Bakırköy’deki hastalarla hekimler aynı dergide birlikte yazmaya başladı; okurlar ise daha ilk sayıdan itibaren kimin “deli” kimin “deli doktoru” olduğundan şüphe etmeye başladı. Evet, genç kuşaklar da dâhil her okurun, önüne “efsane” kelimesini eklemeden, adını anmadığı bir dergi: Şizofrengi. Hani, ikinci sayısından itibaren artık bir halk deyişi zannedilecek kadar halka mal olmuş sloganı olan dergi: “Bütünüyle kuşkudayız!”

Şizofrengi, 1992-1998 yılları arasında 27 sayı yayımlandıktan sonra, üstelik zirvedeyken, yazarlarının deyişiyle “turp gibiyken” hayata veda etti. O gün bugündür ismi bir fısıltı ya da bir hayalet hâlinde dolaşır durur. İşte, o efsane ve edebiyat âleminin istisna dergisi Şizofrengi’nin -ismi dâhil- mucidi psikiyatrist Fatih Altınöz, yaklaşık çeyrek asır sonra yine bu dergi tadında bir kitapla çıktı karşımıza: Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum.[11]

Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum

Fatih Altınöz, çok yönlü bir “psikiyatrist yazar.” Yukarıda özetlediğim “başyapıtı” Şizofrengi’nin yayımlandığı yıllarda, yazılarını topladığı Şaşkın Karayolu Balinaları (1994) kitabıyla ilk defa çıktı okur karşısına. Okur demişken, nasıl bir dağıtım ağı ya da nasıl bir okur ağı vardıysa artık o dönemde, ta Artvin’de, ağabeyimin kütüphanesine kadar ulaşmıştı Şaşkın Karayolu Balinaları. Altınöz, 1988-98 yılları arasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikiyatri asistanı ve uzmanı olarak çalışıyor. 1996 yılında en az Şizofrengi kadar önemli bir başka örgüt/lenme inşa ediyor: Şizofreni Dostları Derneği. Evet, Türkiye’de psikiyatri alanında kurulmuş ilk hasta hakları örgütünün kurucusudur Fatih Altınöz. Altınöz’ün bir de müzik, sinema ve şarapçılık yönleri var. Sinema filmi Güle Güle’nin senaristidir demekle yetinelim, hani Zeki Alasya ile Metin Akpınar'ı 13 yıl sonra yeniden buluşturan ve 2000 yılında Antalya Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve En İyi Film dalında (ve başka dallarda) Altın Portakal Ödülü’nü alan Güle Güle. Fatih Altınöz, bu filmin geçtiği Bozcaada’da yaşadı ve 2000’li yıllar boyunca neredeyse ismini unutturacak bir sessizliğe gömüldü.

2010 yılında Kutsal Aile romanıyla bir ses verdi yazar ama esas 2017 yılında bu romanın yeni baskısıyla birlikte, biri deneme (Absürd Yeni Dünya), diğeri roman (İktidarsızlar) olmak üzere üç kitapla döndü edebiyat şehrine. Altınöz, bu metinlerde, hepimizin aşina olduğu sıradan durumları, ciddi ve acı gerçekleri, benzersiz mizah diliyle sıra dışı ve kahkaha ile okunan birer roman hâline getirmiş. Bu romanlarda, dupduru bir Türkçe ile mizahını daha da incelttiğini ayrıca ekleyelim.

Ve 2018 yılının sonunda (yani Şizofrengi kapandıktan tam 20 yıl sonra), Fatih Altınöz, “psiko-politik hikâyeler” alt başlığı ile bu defa “delilik edebiyatı”nın müstesna kitaplarından biriyle çıktı karşımıza: Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum. Kitapta 16 hikâye var ve bunların önemli bir kısmı 90’lı yıllarda tanıdığı delilere ait. Tabii, kitapta deli doktorlar(ı) da var. Yazar kitabın önsözünde, bu hikâyeleri gerçek kişilerden yola çıkarak (müstear isimleriyle) yazdığını belirtiyor. “Kim doktor, kim hastadır bu hayatta” başlıklı önsözde, kitabını şu şekilde tanımlıyor:

“Kim doktor, kim hastadır bu hayatta? Kim, kime nereye kadar ve ne kadar sağlık, sıhhat verebilir? Doktoru kadir-i mutlak, bütün güçleri sonsuzcasına kendisinde toplamış, hikmetinden sual olunmaz bir varlık olarak görmenin saçmalığına dair trajik örnekler var kitapta. Son kertede psiko-politik hikâyeler bunlar.” (s.7-8).

Deliliğin psikolojiyle (ruhsallık ile) ilişkisi olduğu muhakkak ama aynı zamanda ruhsallığın politikadan (siyaset, siyasa) bağımsız olmadığı da ortada. Fatih Altınöz, birbirinden çarpıcı (okurun ruhuna ve asabına çarpan) hikâyelerde meseleyi yani deliliği sadece hekim-hasta ilişkisine hapsetmiyor; işin içine tüm zavallılığıyla insanlık hâlleri, otoriteler ve kurumlar giriyor. Kitaptaki bazı hikâyeler başlı başına bir film sanki; hani okurken izlediğimiz ya da kendiliğinden hayalimizde canlanıp sürüklenen hikâyelerden. Bir bozkır hayal edin (Erzurum’un Uzunahmet köyü diyelim), bozkırın ortasında kayalıkların üzerinde, kavruk bir adam (bir baba), 14 yaşındaki zihinsel engelli çocuğunu yıkıyor. Babanın elinde, bakır bir tas, içinde ılık su hayal edin, bir de onun önünde dizlerini karnına doğru çekmiş hâlde oturan çırılçıplak bir evlat. Uzaktan, kayaya tüneyen bir kuş gibi görünen çocuğun ağzında bir de sigara hayal edin, birazdan ıslanıp sönecek. Filmin daha doğrusu hikâyenin adı: Bir evlat nasıl sevilir?

Kitaptaki birkaç hikâyenin başlığını yazmak bile içeriği hakkında ya da içeride bizi neyin beklediği hakkında zannedersem yeterince ipucu veriyor: “Tımarhaneler çoğu zaman Rahmiler içindir”, “Tımarhaneler insan müzeleridir”, “Nereden düştüm bu servise”, “Sado ve Deli Ozanlar Derneği”, “Her an bir delilik yapabilirim!..” Hikâyelerin çoğu bir zamanlar benim de sağlık memuru olarak nöbet tuttuğum Bakırköy’ün psikiyatri acil servisinde geçiyor. Bir kısım hikâyeler ise mecburi hizmet yaptığı köyde (evet Uzunahmet köyü), asistanlık yaptığı serviste, psikiyatrist olarak çalıştığı askerlikte ve kuruculuğunu yaptığı dernekte geçiyor. Hikâyeler aslında 12 Eylül 1980’den günümüze, yaklaşık 40 yılın psiko-politik hikâyeleri olarak da okunabilir.

Fatih Altınöz’ün kitabını, delilik edebiyatında müstesna kılan özelliklerinden biri, yaşadığı olayları, karşılaştığı kişileri hikâyeler yoluyla anlatırken, bir yandan “içeriden” çok sert bir psikiyatri eleştirisi yapması, diğer yandan da “dışarıdan” saldırılara karşı mesleği savunması. Kulağa büyük çelişki gibi gelebilir bu cümle ama kitabı okuyup bitirdiğinizde, ruh sağlığı alanıyla ilgili yapılan tartışmalarda tam da bu iki seçenekten birine körü körüne teslim olmadan da bir dil (politika da diyebiliriz) inşa edilebileceğini gösteriyor. Hani, yazının başında bir salgın olarak nitelediğim “delilik edebiyatı”nın bir belirtisi olan, içi boş, mesnetsiz “delilik güzellemesi” yok bu kitapta. Hatta yazar, kimi yerlerde tam da buna karşı nokta atışı uyarılarda bulunuyor. Çift yönlü uyarılar bunlar, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye:

“Süslü ortamlarda süslü sözcüklere boğulacak bir şey değildir, şizofreni. Şizofreni ateşin düştüğü yerdir ve oradaki sıcaklığı hastanelerdeki doktor odalarında tam hissedemezsiniz.” (s.99)

“Şizofreni kişilik yarılması değildir, bir bedende birden fazla kişilikle yaşamak hiç değildir, ama tek başına bir beyin hastalığı da değildir. Şizofreninin akla bilinçli bir reddiye, yeni bir avantgarde başkaldırı türü olduğunu, biyolojik bir ard alana dayanmadığını söylemek de başka bir indirgemeciliktir…Sonuçta bu hastalık ergenlik döneminde boy vermeye başlayarak kişiyi anasının babasının yanına onlar ölünceye kadar mıhlayan bir hastalıktır, özellikle bu ülkede.” (s.104-5)

Gelelim son söze. Fatih Altınöz, kitabın sadece son hikâyesinde müstear isim kullanmıyor; çünkü anlattığı kendi hikâyesi. Hastalığına çare arayan bir doktorun gerçek hikâyesi. Ne sandınız, Fatih Altınöz’e “müstesna yazar” derken sıfatın her iki anlamını kastetmiştim:

  1. Bir bütünün veya kuralın dışında olan. 2. Benzerlerinden üstün olan, benzerleri az bulunan.

 

 

 

 Görsel: Cutting the Stone, Hieronymus Bosch, 1494


[1]Fahrettin Kerim [Gökay], Aklî hastalıkların teşhis ve tedavisi, Toptaşı Bimarhanesi Külliyatı-3 İstanbul: Kader Matbaası, 1924[5].

[2] s. 151.

[3] s. 152-153. Beyit Ziya Paşa’ya (1825-1880) ait, orjinali şu şekildedir: “Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez/Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan”. Yani, “Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez!”

[4] Zeki Bulduk Müstesna Deliler Albümü, Hayy Kitap, 2014.

[5] http://www.afilifilintalar.com/mustesna-deliler-albumu

[6] Fahri Celâl, Kedinin Kerameti-Bütün Hikâyeleri, YKY, 2017.

[7] Öykücü, şair, denemeci, ressam ve psikiyatrist Fikret Ürgüp’ün Van (1966) ve Kısa Lodos Hikâyeleri (1968) adlı yayımlanmış iki öykü kitabının yanı sıra kitaplaşmamış öyküleri ve şiirlerini de içeren külliyatın ilk cildi yakın zamanda yayımlandı. Fikret Ürgüp, Çivili Sandıklar-Öyküler ve Şiirler (Yayına Hazırlayanlar: Sevengül Sönmez, Haldun Soygür) Everest Yayınları, 2018.

[8] Çağdaş Türk edebiyatında “romancı psikiyatristler” hakkında güzel bir inceleme için bkz. Burcu Alkan, “The Psychiatrist as Novelist in Contemporary Turkish Literature: Pushing the Boundaries of the Real”, Border Crossing, 2018 (1): 64-75.

[9] Behçet Aysan, Düello, Kırmızı Kedi, 2013.

[10] Yusuf Alper, Bir İnsan Sesi Duymak, Vapur Yayınları, 2019.

[11] Fatih Altınöz, Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum, Çınar Yayınları, 2018.