Faruk Gürtunca'nın feryadı: dokunmayın!

"Her iki kitaptaki bu başarısız manzumeleri, klişe meydan okumalarla boş kahramanlık naralarını, çocuksu denebilecek kadar naif vatan millet anlayışını, bezdirici hamaseti mahkûm etmeden önce bir neslin ve bir dönemin psikolojisini de anlamak gerek. 1904 doğumlu Faruk Gürtunca ve onunla aynı kuşaktan olanlar, Balkan Savaşları’na, I. Dünya Savaşı’na ve sonrasında İmparatorluğun parçalanışına, İstanbul’un, İzmir’in işgaline, bağımsızlık mücadelesine kendi ömürleri içinde bizzat şahit olmuş, bütün bu karmaşanın ortasında yaşamışlardı."

Öğretmen, şair, yayıncı, yazar, gazeteci, 1957-1960 arasında Demokrat Parti İstanbul milletvekili Faruk Gürtunca (1904-1982) bugün pek hatırlanan bir isim değil. Fakat şu meşhur mısraların şairi olduğunu söylersem büyük ihtimalle hatırlarsınız: “Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu / Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu’yu”, hani Modern Folk Üçlüsü söylerdi bu şiirin sözleriyle bestelenmiş şarkıyı. Şayet bunları da hatırlamıyorsanız henüz gençsiniz demektir!

Birçok türde çok sayıda eser vermiş olan Gürtunca’nın, “dokunmayın” temalı iki ilginç kitabı bulunuyor; kurucusu ve sahibi olduğu Ülkü Kitap Yurdu tarafından yayınlanmış kitapların ilki, 1939 baskısı Bu Arslana Dokunmayın, ikincisi ise 1946 baskısı Dokunmayın Bu Vatana.[1] Yani kitaplardan biri II. Dünya Savaşı’nın hemen başında, diğeriyse hemen sonrasında basılmış. İkisi de büyük boy, ikisi de resimli, ikisini de resimleyen, Türk matbuat tarihinin efsanevi illüstratörü Münif Fehim. Bu Arslana Dokunmayın’ın iç kapağında, “Bu kitabın içindeki tablolar, büyük san’atkâr Münif Fehim’in eşsiz fırçasının eserleridir” şeklinde bilgi verilmiş. Kitapta Münif Fehim’in kapak resmi hariç on dört resmi bulunuyor, zaten bütününe bakıldığında, resim de yazı kadar ağırlıklı.

Kitap beş bölümden oluşuyor; “Genç İtalyan Şairlerinin Bir Şarkısı” ve Gürtunca’nın buna cevaben yazdığı “Bu Arslana Dokunmayın” adlı şiir, “Yurdumun Karşısında” adlı bir başka şiir, “İtalyan Şairi Azamı G. D’Annunziyo’ya” başlıklı bölüm, “Rados’un Özlemi” adlı bir başka şiir, son olarak da “İkinci Roma Radyo İstasyonu Spikerine” hitaben yazılmış şiir.

Kitabın başında “Genç İtalyan Şairlerinin Bir Şarkısı” başlıklı iki kıtalık şiirin hem İtalyanca aslı hem Türkçe çevirisi yer alıyor ve kitabın yazılış amacı da kendini ortaya koymaya başlıyor. Hangi tarihte, kim tarafından, ne vesileyle yazıldığına dair bilgi verilmeyen mısralarda genç İtalyanlar, Türkiye’yi, Atina’yı, Pire’yi ve bütün Ege’yi alacaklarını söylüyorlar. İşte Bu Arslana Dokunmayın, Faruk Gürtunca’nın, bunları yazan İtalyan şairlerine yine şiirle cevabı. Münif Fehim, on bir kıtalık bu şiirin her kıtası için bir resim çizmiş, fakat şiirde de resimlerde de çalakalem ortaya çıkarılmış gibi bir hal var. Şiir zaten bol miktarda hamaset  yüklü ve derinlikten hayli uzak. Mesela:

“Bilir misiniz kimdir, Türk denilen bu ulus,
Bilir misiniz, kimin, göz diktiniz yurduna!
Siz bizi, dedenizin dedesine sorunuz
Söz atmayın Asyanın yırtıcı bozkurduna!”

Ayrıca Türklerin Roma’ya at koşturan Attila neslinden olduğuna dair birkaç gönderme, Preveze Deniz Savaşı’nda Kutsal İttifak donanmasının kumandanı Andrea Doria’nın gemilerinin batırıldığının hatırlatılması ve icabında bunun yeniden yapılabileceğinin bildirilmesi de mısralar arasında göze çarpıyor. Fakat bir başka dikkati çeken nokta, İtalyanların Türkiye’yi ve Ege’yi almak tehdidine Gürtunca’nın ‘daha önce biz sizin kadınlarla neler yaptık neler, bir düşünün hele’ teması üzerinden cevap vermesi:

“Bu ulus Venedik’te kanına bin bir kızın, / Türk tohumu aşlayan, Türk tohumu ekendir!”,

“Hele karıştır biraz, ananın anasının / Gönlünde hangi arslan yeniçeri yatıyor!”,

“Omzunda testi testi su taşıyan Sicilya / Kızlarının biliriz gönlüne de girmeyi. / Yiğit döller isteyen İtalyalı anaya, / Biliriz, Türk kanından yiğit döller vermeyi!”

On bir kıtalık şiirin üç kıtası bu temaya ayrılmış. Tabii o zamanlar cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımı bilinmezdi, ayrımcı dil kullanmak diye bir dert yoktu, kadın çalışmaları denen mümbit akademik alan henüz keşfedilmemişti, sosyal medyada linç edilmek ise daha hayallerde bile yoktu, dolayısıyla rahat rahat böyle laflar edilebiliyordu (hoş şimdi de aynı rahatlıkla aynı tarz lafları edenler az değil belki ama bir şekilde tepki görüyorlar en azından). Hıristiyan Avrupalı düşmanların kadınlarının yiğit Türk erleriyle aşna fişneye dünden teşne olmaları, bir dönemin popüler tarihi romanlarında da ‘kahpe Bizans’ temalı Yeşilçam filmlerinde de sevilen bir konu, bu açıdan aslında çok şaşırtıcı değil. Fakat Türkiye’nin toplumsal bilinçaltındaki bu dölleme saplantısının ya da yeni kullanıma giren terimle ‘eril falliğin’ herhalde konunun uzmanlarınca incelenmesi gerekir.             

Münif Fehim’in bu şiirin her bir kıtası için çizdiği tam sayfa resimlerde ise İtalya üzerinde at koşturan Attila, biraz şekilsiz bir Türkiye haritasının üzerinde nöbet bekleyen asker, arkada püsküren Vezüv’ün önünde Pompei’nin sütunları ve bir kurukafa, pala bıyıklı yağız yeniçeriye işveyle sarılmış Sicilyalı kız, kadırgalar, dişlerini gösteren bir bozkurt, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde ve Anıtkabir’in aslanlı yolunda görmeye alışık olduğumuz türden, Hitit aslanını hatırlatan stilize bir aslan görülüyor, keza kapak resminde de Türkiye haritası ve ay yıldızla birlikte aynı aslanı görüyoruz. O yıllarda Türk Tarih Tezi’nin henüz rafa kaldırılmamış olduğunu düşünürsek, gerçek bir aslan figürü yerine genç cumhuriyetin medeniyetini dayandırdığı tarihsel mirasın sembollerinden Hitit aslanının seçilmesi çok tuhaf değil. Nitekim aynı aslan, “Rados’un Özlemi” adlı şiirde de karşımıza çıkıyor: “Dikelim karşıda, Antalya’da Bozkurdumuzu: / Dikelim Fethiye burcunda Hitit arslanını”.

D’Annunziyo’ya ayrılan bölüm, İtalyan yazarın 1926 tarihli Genç İtalyanın İman Kitabı adlı eserinden yarım sayfalık bir alıntıyla başlıyor. Gürtunca burada da yine alıntılanan bölümün İtalyanca aslına da yer vermiş. Gabriele D'Annunzio (1863-1938) kendi döneminin son derece ilginç bir karakteri. I. Dünya Savaşı’nda, çeşitli askeri görevlerde bizzat savaşmış, savaş pilotu olarak dahi görev almış, Viyana üzerinde uçarak şehrin üzerine binlerce propaganda broşürü dağıtmış ve bir gözünü savaşta kaybetmiş. Deyimin tam manasıyla gözünü budaktan sakınmayan bu milliyetperver, savaşın sonunda yeni kurulan Yugoslavya’ya bırakılan Fiume kentinin İtalya’ya ait olması gerektiğini savunarak 1919’da adamlarıyla birlikte burayı işgal etmiş ve Aralık 1920’ye kadar kentte bağımsız bir diktatör gibi hüküm sürmüş, bu hareketiyle İtalyanlar arasında epey taraftar toplamış. İnanmış bir faşist olan D’Annunzio, resmi bir göreve getirilmemekle birlikte Benito Mussolini’nin takdirini kazanmış ve öldüğünde devlet töreniyle defnedilmiş. D’Annunzio, yaşadığı dönemde yazar olarak Türkiye’de de tanınan bir isim; Ölümün Zaferi adlı kitabı (mütercimi: Ali Fahri) ilk olarak 1900 civarında, daha sonra 1928’de basılmış, 1930’larda da Türkçeye çevrilip basılmış kitapları var.

Gürtunca’nın alıntıladığı metinde D’Annunzio “Anadolu denilen Türk ülkesi”nin çok zengin ve verimli toprakları olduğunu söylüyor ve Anadolu’dan “vaat edilmiş topraklar” şeklinde söz ediyor, İtalyanların kahramanlık dolu tarihlerini hatırlatıp “Asya er geç bizim olacaksın” diyor vs. Böylece hamasetin dilinin her yerde aynı olduğunu gözümüze sokuyor. Gürtunca’nın buna cevaben yazdığı şiir ise Bu Arslana Dokunmayın’ın basım tarihinden epey önce, 1926’da yazılmış:

“Danunziyo.. Danunziyo..
Elinde pipo,
Tütün dumanları arasından,
Roma sayfiyesi önünde Akdeniz manzarasından,
Akdeniz kıyılarında yükselen
Gümüşlü zeytin dallarından gelen,
Rüzgârla başı dönen şair...”

Bu şekilde başlayan ve kitaptaki diğer örneklerin aksine serbest tarzda yazılmış olan iki sayfalık şiir, bu toprakların kimlere ait olmadığını değişik ifadelerle tekrar tekrar vurguluyor:

 “Bu topraklar
Bunu bil,
KARA GÖMLEKLİLERİN DEĞİL!”

Bu toprakların gerçek sahibinin kim olduğunu ise farkında olarak ya da olmayarak, gayet sınıfsal bir bakışla ifade ediyor:

“Bu topraklar,
Zeytin dalları arasından gördüğün
                                  o muhayyel toprakların
Kimsenin değil:
B U G Ü N, Y A R I N :
Asırlardır kızıl güneş altında
Yedi kat yerin yedi katında
Kara toprak, sarı başak içinde
Ç A L I Ş A N L A R I N !.”

Faruk Gürtunca’nın, yer yer Faşist Parti’nin paramiliter örgütlenmesi “Kara gömlekliler”e de atıfta bulunarak İtalyanlara yönelen bu öfkesini anlamak için iki savaş arası dönemin gerilimli Türk-İtalyan ilişkilerini hatırlamak gerek. Roma İmparatorluğu’nu yeniden yaratmak hayalindeki Mussolini İtalyası o dönemde Balkanlar, Akdeniz ve Anadolu’ya yönelik yayılmacı bir dış politika izliyordu. İtalyan milliyetçileri I. Dünya Savaşı’nda, hak ettikleri halde bazı toprakların kendilerine bırakılmadığı kanısındaydılar. İtalya 1935’te Habeşistan’ı, 1939’da Arnavutluk’u işgal etmişti, ayrıca o sırada Türkiye’nin yanı başındaki On İki Ada İtalya’nın kontrolündeydi ve İtalya buraya asker çıkarmaya başlamıştı. Dolayısıyla Türkiye’de temelsiz olmayan bir İtalyan saldırısına maruz kalma endişesi vardı. Nitekim, Türkçülük-Turancılık denince ilk akla gelen isim olan Nihal Atsız’ın (1905-1975) da aynı dönemde, doğrudan Mussolini’ye hitaben yazılmış 1940 tarihli “Davetiye” adlı bir şiiri bulunuyor (Atsız, Yolların Sonu, Afşın Yayınları, Ankara 1963, s. 23 (1. baskı 1946)):

“Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,
İtalyanlar başvekili muhterem Duçe!
İşittim ki yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar… Bizim için savaş düğündür;
Din Arabın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.”

Şiir böyle devam edip gidiyor, İtalya’ya meydan okuma niteliğinde. İtalyan tehdidinin o tarihlerde ne kadar gündemi işgal eden bir sorun olduğu açık. Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde, Faruk Gürtunca maddesinde, “Bu Arslana Dokunmayın (1939) kitabı epik şiir türünde ün kazandı.” diyor (Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul 1970, s. 148). Bu ünün sebebi de herhalde, kitaptaki şiirlerin epik şiir türünün müstesna örnekleri olmasından ziyade o günlerin atmosferinde hissedilir bir endişeye parmak basması, okurun gündeminde gerçek bir karşılık bulmasıydı.

1946 baskısı Dokunmayın Bu Vatana adlı ikinci kitabın alt başlığı “Moskoflara Cevaplar”. Bu iki kitabın basım tarihleri arasında geçen sürede neler olduğuna kabaca göz atalım: dört yıl boyunca son derece kanlı bir savaş yaşandı, insanlığa karşı korkunç suçlar işlendi, dünya atom bombasıyla tanıştı ve sonraki on yıllar boyunca dünya siyasetini belirleyecek nükleer savaş tehdidi insanlığın gündemine girdi. Saldırgan politikalarıyla savaşı başlatan İtalya ve Almanya tam anlamıyla yenilgiye uğradı ve özellikle iki ülke savaştan güçlü çıktı; ABD ile Sovyetler Birliği.

İşte kitap, bu kanlı savaşın resmî olarak bittiği fakat ortalığın hâlâ toz duman içinde olduğu, nihai antlaşmaların bir kısmının henüz imzalanmadığı bir tarihte yayınlanmış. Faruk Gürtunca bu kez de Sovyetler Birliği’ne had bildirmek zorunda kalmış.

İç kapağın hemen arkasında, ay yıldızlı Türkiye haritasının önüne göğsünü siper etmişçesine uzanmış aslan figürünün altında İnönü’nün, Türk topraklarından ve haklarından kimseye borcumuz olmadığı yolundaki sözlerine yer verilmiş.

İlk sayfada “İki Gürcü Profesörün Türk Topraklarına dair yazısı” başlıklı bölüm bulunuyor, bu kez de kitap, bu iddialara cevap mahiyetinde. “Sovyet Rusya Akademisi azasından” iki Gürcü profesör “Tiflis’te çıkan komünist mecmuasında”, Türkiye’den toprak talepleriyle ilgili uzun bir makale yazarlar, Pravda, Kızıl Yıldız gibi Moskova gazeteleri de bu makaleyi “iktibas eylemişlerdir”. Gürcü profesörler şöyle söylemektedir:

“Gürcü milleti kendisine ait olan toprakların kendisine verilmesi ve tarihî haksızlığın tamir olunmasını talep etmektedir. Çünkü hükûmet bu hakkından hiç bir zaman vazgeçmemiştir.

Biz bu büyük hakkımızdan hiç olmazsa bir kısmının tanınmasını istiyoruz. İstediğimiz yerler şunlardır:

Kars, Ardahan, Artvin ile Olti [Oltu], Tortum, İspir, Bayburt, Gümüşhane ve Giresun’a kadar bütün Lâzistan.”

Gürcüler pek ellerini kokak alıştırmamışlar anlaşılan! O sırada Sovyetler Birliği’nin başında Gürcü kökenli Stalin’in bulunduğunu da hatırlamakta fayda var. Bunun ardından, dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun (1887-1953) bu iddialara cevabına yer verilmiş. Saracoğlu Kars ve Ardahan’ın Türkiye’ye verilmediğini, zaten Türkiye’ye ait olduğunu söylüyor ve tarih profesörlerini tarih bilmemekle ve “okuttukları dersin icabı sanarak mâsum kanların bir kere daha döküldüğünü görmek ve yazmak hastalığına tutulmuş” olmakla suçluyor. Aynı sayfada, konunun dünya radyolarındaki yankılarına yer verilmiş. Londra Radyosu ile Brazzavilla Radyosu’ndan (bugünkü Kongo Cumhuriyeti o tarihte Fransız sömürgesiydi, dolayısıyla Brazzaville Radyosu biraz Fransız Radyosu anlamına geliyordu) yapılan alıntılar, Gürcülerin, dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin toprak taleplerinin ve Türkiye’nin “Bir karış Türk toprağı için bütün Türkler ateşe atılmağa hazırdır” yolundaki cevaplarının dünya basınını bir süre işgal ettiğinin bir göstergesi. Gürtunca her ne kadar bunu öne sürmüş olsa da meselenin sadece iki Gürcü profesörün kendinden menkul fikirleri olmadığı malum; zira Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin doğu sınırıyla ilgili düzenleme ve Boğazlar’ın kontrolü üzerinde söz sahibi olma talepleri savaş sonrasında Türk diplomasisini epey meşgul etmişti.

Faruk Gürtunca’nın kitabın ana bölümünü oluşturan yirmi dört kıtalık ve yine Münif Fehim’in tam sayfa resimleriyle süslü “Dokunmayın Bu Vatana” şiiri, İtalyanlara cevaben yazdığı “Bu Arslana Dokunmayın” şiiriyle geniş paralellikler taşıyor; hatta kıtalardan bir tanesi tamamen aynı, yalnızca hitap kısmı değiştirilmiş. Önceki kitapta faşist radyo spikerine hitaben yazılan şiirin bir kısmı da, “Türk’e Saldıran Herhangi Yabancı Bir Radyo Sözcüsüne” başlığıyla buraya alınmış. Yine hamaset yüklü şiirde özetle bu vatanın Türke ait olduğu ve gereğinde ölümüne savunulacağı söyleniyor. Bu kez –her ne kadar sonu yenilgiyle bitse de– 93 Harbi sırasında Rusların çok büyük kayıplar vermesine sebep olan Plevne Müdafaası, Volga boylarından ses veren Attilâ, Sibirya’dan Tuna’ya at koşturan Türkler hatırlatılıyor. Elbette bu şiirde de Türk erkeklerine meftun yabancı kadınlar unutulmamış; Gürcü ilinden gelen sarışınların Kanuni’nin önünde bel kıvırmaları ve Petro’nun güzel Katerina’yı Baltacı’nın çadırına göndermesi, Katerina’nın kaleyi teslim ederek ona mücevherler sunması işlenen konular arasında. Ayrıca “Kaç döğüşü seyretti şu yıldız, şu mehtaplar / Burcunda korku duyar bir arslandan bir ayı!” mısralarıyla, Moskof imgesinin popüler bir temsili olarak ayı da kitapta yerini almış. Şiirin son kıtası ise şöyle:

“Kimseden bir karış yer, bir toprak istemeyiz,
Bize yeter bu vatan: Bu sular, bu gökkubbe!
Göz dikmeyin bu yurda, istemeyin bunu siz,
Arslanlar arslanına dokunmayın!.. Yeter bee!”

On yılı bile bulmayan bir süre içinde arka arkaya gelen bu toprak taleplerine cevap yetiştirmekten Faruk Gürtunca da yorgun düşmüş anlaşılan. Aslında bu kıta, Atatürk’ün öngördüğü, Türk dış politikasının geleneksel çizgisinin biraz vulgaire bir ifadesi sayılabilir; kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok, kendi toprağımızdan da bir karış vermeyiz! Gürtunca’nın kitabın başına, İsmet İnönü’den yapılan alıntının hemen altındaki küçük notu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Şöyle diyor yazarımız/şairimiz:

“Bu kitabın içindeki yazılar hiçbir zaman kışkırtıcı mahiyette yazılmış değildir. “Tarih” diyerek tarih bilmeyenlere cevaptır ve bir vatan müdafaanamesidir.”

Böyle bir açıklamaya ihtiyaç duyulmuş olması yazarın saldırgan değil korumacı bir milliyetçilik anlayışını ve kimseyle kavga istemediğini vurgulamak için olsa gerek, zira o tarihlerde, herhalde aklı başında herkesin en son isteyeceği şey, Türkiye’nin yeni bir savaşın içine itilmesiydi.

Kitabın en sonunda “Bu Toprak Parçalanmaz” adlı yine aynı minvalde bir şiir bulunuyor. Bunun başında da Daily Mail’in İstanbul muhabiri Miss Rona Churchill’in haberinden bir alıntıya yer verilmiş:

“Rusyanın başlıca istediği şeyler, Doğu Türkiye’deki Kars ve Ardahan müstahkem şehirleriyle, Boğazların müstahkem deniz üsleridir. Türkler, bu bölgelerin savunması için ölmeğe hazır olduklarını bildiriyorlar. Zira bunların kaybedilmesi demek, Türkiye’nin sonu demektir….”

Münif Fehim’in bol bol Türk askeri, bayraklar, Aziz Vasil Katedrali’nin masalsı kubbeleri üzerinde koşan atlarla bezediği şiirler, gayet basmakalıp sözlerle vatan sevgisini, yurdu savunma iradesini dile getiriyor.

Gelin görün ki, her iki kitaptaki bu başarısız manzumeleri, klişe meydan okumalarla boş kahramanlık naralarını, çocuksu denebilecek kadar naif vatan millet anlayışını, bezdirici hamaseti mahkûm etmeden önce bir neslin ve bir dönemin psikolojisini de anlamak gerek. 1904 doğumlu Faruk Gürtunca ve onunla aynı kuşaktan olanlar, Balkan Savaşları’na ve sonrasındaki ağır toprak kayıplarına, I. Dünya Savaşı’na ve sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanışına, İstanbul’un, İzmir’in işgaline, Anadolu’da onca imkânsızlık içinde en güçlü ülkelere karşı verilen bağımsızlık mücadelesine, kaybettik zannettikleri yurdun neredeyse mucizevi biçimde kurtuluşuna kendi hayat süreleri içinde bizzat şahit olmuş, bütün bu karmaşanın ortasında yaşamışlardı. Ülkenin onca zorlukla bağımsızlığını elde etmesinin üzerinden daha yalnızca on altı yıl geçmişken yayılmacı niyetlerle başlatılan yeni bir savaşın kapıya dayanması; savaş sonrasında ise, 93 Harbi’nden beri Türkiye’nin doğusunda dinmeyen bir tedirginlik yaratan Rusya’nın mirasçısı Sovyetler Birliği’nin doğu illerinde ve Boğazlar üzerinde açıkça hak talep etmesi muhakkak ki çok ciddi bir huzursuzluk yaratmıştı. Bugün çeşitli vesilelerle dillere pelesenk edilen beka meselesinin o neslin dünyasında muhtemelen çok daha gerçek bir karşılığı vardı. Bu iki kitapta, bugünden bakıldığında gülünç görünenler muhtemelen o günlerde gayet ciddi kaygıların yansımasıydı.

Gürtunca, en başta sözünü ettiğim, 1926’da yazılmış olan, birkaç kuşağın hafızasında yer etmiş “Anadolu” şiirini, “Uğrunda kanımızı son damlasına kadar feda edeceğimiz öz yurdumuz Anadolu” başlığıyla Dokunmayın Bu Vatana’nın içine de almış:

“Sen ne güzel bulursun
Gezsen Anadoluyu!
Derdlerden kurtulursun
Gezsen Anadoluyu!

Billûr ırmakları var,
Buzdan kaynakları var,
Ne hoş toprakları var,
Gezsen Anadoluyu! 

Gülerken köylü kızlar
Güler sanki yıldızlar..
Ne kalbin, gönlün sızlar.
Gezsen Anadoluyu!

Derde şifa bulursun,
Halkta vefa bulursun,
Kim der cefa bulursun
Gezsen Anadoluyu?

Kırlarında koşar at,
At, ruhunu savur, at,
Ruhun da açar kanat
Gezsen Anadoluyu!

Dağdan serin yel eser,
Soğuk suları kevser;
Güzelliği şaheser
Gezsen Anadoluyu! 

Ne eşsiz yerleri var,
Beldeler dilberi var,
Bin Bursa, İzmiri var
Gezsen Anadoluyu!

Bir ağaç kabuğundan,
İçince bir tas ayran,
Erir, varsa her yaran
Gezsen Anadoluyu!

Hanlar, köprülerden aş,
Ellerden ele dolaş,
Yumuşak gelir her taş,
Gezsen Anadoluyu!

Orda bahar başkadır,
Kışlar yazlar başkadır,
Ah... Bu diyar başkadır,
Gezsen Anadoluyu!”

Şair, uğrunda can feda edilecek bir yurt güzellemesi olarak Anadolu’yu idealize ediyor bu şiirde elbette, fakat okuyunca, hele de 1926 yılında insan Anadolu’yu gezse dertlerden kurtulur muydu yoksa durduk yerde dert sahibi mi olurdu diye sormamak elde değil. Ancak Faruk Gürtunca haklı, “Ah… Bu diyar başkadır”. Evet, Türkiye toprak kaybetmedi. Evet, ayran hâlâ yerli ve milli içeceğimiz. Gerçi o billûr ırmakların üzerinde sayısız HES’ler var şimdi, buzdan kaynaklarından çıkan suların epey bir kısmını küresel sermayeye ait şirketler şişeleyip pazarlıyor, o hoş toprakların üzerinde kimi yerde dizi dizi betonlar yükseldi, kimi yerde yine küresel sermayenin maden şirketleri derin derin çukurlar açtı; fakat Gürtunca’nın ruhu müsterih olsun, bütün Anadolu bir uçtan bir uca duble yollarla bağlı şimdi.


[1] Faruk Gürtunca’nın yine aynı yayınevinden, yine Münif Fehim’in resimlendirdiği, 1964 baskısı Kıbrıs Destanı adlı ve “Dokunmayın Bu Arslana Varan: 3” altbaşlıklı, yani aslında bu dizinin parçası olarak düşünülebilecek bir kitabı daha olduğunu da belirtmek gerek.