Aramaya inanmak: Coğrafya nedir?

"Coğrafya kaderdir” sözünü sahipleniyoruz ve bunu önemli buluyoruz, ama aslında demek istediğimiz tam olarak “kader” değil

07 Eylül 2017 14:28

 

İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan... Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir...

Yılmaz Erdoğan, Vizontele

 

Edebiyat eğitimi aldığım -ve zaman içinde gereğinden fazla uzayan- yılların henüz başlangıcında, hiçbir zaman Divan edebiyatında pek başarılı olamayacağımı anlamıştım. Evet, Leylâ ve Mecnun’dan etkileniyor, Şeyh Galip’te ilginç bir şeyler olduğunu fark ediyor, Mevlânâ-Şems ilişkisinde (Elif Şafak kadar öngörülü olamasam da) kurcalanmaya değer yanlar bulunduğunu seziyordum. Ama vezinler, sözlükler, yazmalar, mazmunlar arasında kaybolmak, beni, şimdilerde kimileri son derece kıymetli edebiyat tarihçilerine dönüşen arkadaşlarım kadar heyecanlandırmıyordu. Geçmiş yüzyılların estetik zevkini tahayyül etmektense yaşadığım zamanın depresifliğini deşmekten daha fazla haz alıyordum. Bir müstensihin yanlış yazdığı ya da sırf canı istediğinden araya eklediği beyitleri çözüp, farklı nüshalarla kıyaslayarak, müellifinin elinden çıktığını umacağım asıl kopyaya ulaşabilmek için kaynaklar arasında mutlu bir dünya kuramadığımdan, elim hep Kafka’lara, Dostoyevski’lere, Pamuk’lara, Nabokov’lara kayıyordu. Gerçi, onları da pek anladığımı sanmıyor(d)um ama, bu kez anlamamaktan rahatsızlık değil, aksine heyecan duyuyordum.

Yine de, Osmanlıca derslerinin bana kalırsa ilgi çekici kimi yanları da vardı. Sonu gelmeyen ilalli vezinler, istisnai kullanımlar, failler, mefuller bir yana bırakılırsa, özellikle Arapça sözcüklerin türeme biçimlerini öğrendiğim üniversitedeki ilk yılımda kendimi epeyce havalı hissediyordum. Elinize üç harften müteşekkil bir kök alıyordunuz (yine istisnai harflerden oluşan kimi “sorunlu” kökler veya üç değil “dört” harften oluşan kimi çürük elmalar da söz konusuydu ama, bunlar sarhoşluğumu engellemiyordu) ve ardından bunların hızla başka başka kelimelere dönüşmesini, dönüşürken yepyeni anlamlar kazanmasını, sonra da zamanın etkisiyle daha da yeni anlamlara bürünmelerini hayranlıkla izliyordunuz. H-K-M bir araya geliyor ve oyun başlıyordu: Örneğin, fazla ahkâm keserseniz birileri sizi mahkemeye çıkarıyor, hâkimin kararına göre hüküm açıklanıyor, ardından mahkûm olup hatanın düzeltilmesi için hükümete dilekçe yazarak, konunun çözümünde hakem olmalarını rica eden hikmetli cümleler kurmaya çalışıyordunuz. Fakat hayallerde bile yaşadığımız ülkede muhakeme iyi işlemediğinden, haklılığınız ne kadar muhkem olursa olsun tahakküm gücünü elinde tutanlarca mahkûmiyetiniz yine de onanıyordu.

Tabii kökler her zaman bu kadar verimli değildi, kimi zaman bir iki denemenin ardından alternatifler tükeniyor, kimi kez de hep o istisnai kullanımlar yüzünden yanlış harflerle uğraştığınızı anlıyordunuz. “Arif”ten “irfan”a gitmek zordu, hele “tarif” ve “itiraf” da bunlarla aynı kökten geliyorsa, “etraf” ve “taraf” sözcüklerinin aynı aileye üye olmaması akıl almazdı. Bunlara Arapçada farklı sesler çıkaran harflerin Türkçe telaffuzda genellikle aynı sesle karşılanması sorunu da eklenince (“ha, hı, he” harflerinin h, “se, sin, sat” harflerinin s okunması gibi), olmayacak kelimeleri birbirine bağlıyor, sonra da bunların arasında bir anlam birliği kurabilmek için boşuna uğraşıp duruyordunuz. Ama, bunları ne kadar vasat bir öğrenci olduğumu göstermek için anlatmıyorum. Zira, o kadar kötü bir eğitim hayatım olmadığı gibi, böyle hataları hemen fark eden hocalarımın beni düzeltmeleri de fazla zaman almıyordu. Biliyorum, bu yaşlanma emaresi hatıraların dosya konumuzla pek bir ilgisi yok. Öte yandan, yıllar boyunca kafamın içinde dönüp duran bu türetme oyununda beni her zaman derin düşüncelere sevk eden bir kelime kümesi ve oradan yola çıkarak deşeceğimiz İbn Haldun’un hikâyesi konumuzla epeyce ilgili. Üstelik, yazının sonuna kadar dayanabilirseniz, sürprizli de!

***

Mekân, imkân ve mümkün (oyunun zorluk derecesi artırılmak istenirse bunlara temkin de eklenebilir) sözcüklerinin aynı kökten oluşları, bence bu üç kelimenin arasındaki gerilimi harikulade biçimde açıklıyordu. Üstelik, o günlerde yeni karşılaşmaya başladığım ve beni ziyadesiyle zorlayan modern edebiyat kuramlarının “uzam” hakkındaki yorucu ve kavraması meşakkatli izahlarına da müthiş bir yalınlık kazandırıyordu.

Açıklayalım: Mekân, sadece yaşanılan yer anlamına gelmiyordu kuşkusuz, aksine çok daha geniş ve soyut bir evreni işaret ediyordu. Yalnızca somut dünyaya indirgenemeyeceğinden de, düşüncenin üretildiği, dönüştüğü, geçersiz kılındığı ya da yasalaştığı her yer de o soyut mekânın bir parçasıydı. O halde hem fizik hem de metafizik olarak mekân her şeyi kapsıyordu. Nitekim, Aristo’dan itibaren Üç Birlik kuralı da buna göndermede bulunmuyor muydu? (Olay- mekân- zaman birbirinden ayrılmamalıydı, birinde ne olduğu diğerini de belirlerdi.) Sopokhles, Oeidipus’un kaderini mekânı değiştirerek tayin etmiş denilemez miydi? Hatta, dini öğretiler düşünüldüğünde de cennet- cehennem karşıtlığı, bu kavramların sonsuzlukla olan ilişkisi gerçekleştirdiğiniz “olay”ların sonucu olarak, yani “mekân”ın “zaman”ı çerçevelemesi biçiminde okunamaz mıydı? (Dante’nin İlahi Komedya’sı için havalı başlığı olan bir tez yazmamak için kendimi zor tutuyordum...)

Dahası, bu yorum modernite öncesi ve sonrası için de son derece aydınlatıcıydı. Aristo ve takipçileri olay-zaman-mekân üçlüsünü bir arada düşünebilirdi; çünkü premodern dünyada henüz modernitenin yarattığı zihinsel kırılma gerçekleşmemişti. Oysa modern hayat (hepimizin şüphesiz bildiği gibi) zihnimizi geri dönüşsüz biçimde parçalamıştı, Lukacs’ın roman kuramı -anlayabildiğimiz kadarıyla- bu talihsiz ve tamiri imkânsız kırılmanın bir izahından ibaret değil miydi? Saat kulelerini dikmiş (Foucault), metropollerde birikmiş (Simmel), doğanın zamanını mekândan koparmış, emeği dönüştürmüştük (Thompson vd.). Soyut zamanın ardındaki mekân artık dokunduğumuz değil, yarattığımız, algıladığımız, düşünceyle inşa edip yıktığımız bir şeye dönüşmüştü.

Gerçi bu durumda mekânın soyutlaşması, bize aynı anda premodernin kısıtlayıcılığını kıran yepyeni bir imkânlar evreni de sunmaya başlıyordu. Ne var ki, imkânları kullanmak artık pek çok değişkenle ilgiliydi. Postmodernizm “anything goes” diyordu; her şeyin oluru, yapılabilirliği, imkânı vardı ve bunların hepsi soyut/ somut mekânda içkindi. Ve fakat, neyin özgün neyin sahte, neyin yeni neyin eski, neyin öğrenilmiş neyin iradenin eseri olduğunu nasıl ayırt edecektik? Baudrillard her şeyin “always already” gerçekleştiğinden söz ederken, mekân- imkân arasındaki bu kendini imhaya mahkûm ilişkiden bahsetmiyor muydu? Ayrıca, hem modernlerin hem de postmodernlerin nadiren de olsa üzerinde uzlaştıkları meselelerden birindeki gibi, eğer düşüncemiz bizim dışımızdaki pek çok başka etkinin de denetimi altındaysa (sübliminal sevenler buraya dikkat!) o halde eylemlerimiz de aslında yapmak istediklerimizden çok, yapmaya rıza gösterdiklerimizle, daha kötüsü farkında olmadan yapmak zorunda bırakıldıklarımızla ilgili olabilirdi. Bu durumda içinde olduğumuz bir imkânlar bütünü olduğu kadar, temkinli olunması da gereken bir evrendi; çünkü neyin mümkün olacağına dair kararlarımızı belirlemeye çalışan sayısız uyarıcının etrafta salındığı ve durmadan yeni stratejiler geliştirmek zorunda bırakıldığımız bir mekânı deneyimliyorduk. Mekân- imkân- mümkün (ve tabii temkin) arasındaki ilişki gördüğünüz gibi kusursuzdu. Hepsi birbirine göbekten bağlıydı ve birbirlerini sürekli yeniden tanımlıyorlardı.

Değil mi?

Yine de, sunduğum imkânlarla hâlâ ikna olmayan şüphecilere (12 Kızgın Adam'da Henry Fonda’nın temkinli duruşundan hangimiz etkilenmemiştir?) mekânın bu belirleyiciliğine dair başka örnekler de vermek mümkün elbette (oyuna başladıktan sonra durmanın ne denli zor olduğunu fark etmiş olmalısınız).

***

Yazının başlığına dikkat edenler, göndermesi pek de gizli sayılamayacak olan soruyu fark etmiş olmalılar: Coğrafya nedir? İbn Haldun yüzyıllarca önce ünlü eserinde bu zor soruya, aslında yukarıdaki uzun açıklamayı iki kelimeyle özetleyebilecek kadar sarahatle yanıt verir: “coğrafya kaderdir”. Son yıllarda giderek daha çok duyduğumuz, üzerine sayfalarca, kitaplarca, günlerce konuşabileceğimiz bu iki kelimelik açıklama bize bugünle ilgili ne söyler? Yaşadığımız yer hayatımızın nasıl devam ettiğiyle gerçekten de bu denli ilgili midir? Mesafelerin azaldığından, uzakların yakınlaştığından, dünyanın en ücra köşelerinin parmağımızın ucunda olduğundan, seyahat etmenin bizden önce yaşayan insanlarla kıyaslanamayacak kadar kolaylaştığından söz ettiğimiz bir dönemde, nasıl olur da kaderimiz coğrafyanın hükmüne böyle temelden bağlı kalabilir? 14'üncü yüzyılda yaşayan bir âlimin iki kelimesi, hangi gerekçelerle modern zamanların en çok hatırlanan, her müşkülde sarıldığımız ve bizi düşüncelere iten vecizelerinden birine dönüşür (üstelik kadim eserleri okuyup anlamaya çalışmaktansa, onlarla aramıza surlar inşa edenlere hayıflandığımız bir çağda). Bu kısa cümlenin ardında iki kelimeden daha fazlası yattığı aşikâr olduğuna göre, hem bağlama hem de arşivlere daha yakından bakıp cehaletimizle yüzleşmeye çalışmak akıllıca olabilir. O hâlde biraz tozlanalım.

Sayın Google’a (elbette tırnak içinde) “coğrafya kaderdir” biçiminde sorduğunuzda size tam 45.100 sonucu olduğunu bildiriyor. Ancak Sayın Google’ın abartmaktan biraz hoşlandığını ve başlangıçta verdiği rakamları biraz daha irdelememiz gerektiğini geçmişteki tecrübelerimizden öğrenmiş bulunuyoruz. Bu yüzden tekrarlanan sonuçları elemesini istediğimizde, bu kez 218 gibi çok daha mütevazı(!) bir rakam sunuyor bize. Şaşırtıcı olduğunun farkındayım, ama bunun için aceleci olmayalım (ileride şaşırmak için daha elverişli anlar bulacağınıza dair kuvvetli bir his var içimde). Yine de bu sonuçtan bir anlam çıkarmak isteyenler, “coğrafya kaderdir” üzerine tefekkürümüzün bu özlü sözü olur olmaz yerlerde paylaşmaktan ibaret olduğunu, ne İbn Haldun ne de bu sözün bağlamı hakkında ürettiğimiz bir fikir bulunduğunu düşünmekte özgürler. Nitekim, ilk birkaç sayfanın ardından sonuçları ele geçiren twitter, instagram, facebook vb. sosyal medya paylaşımlarında bu vecizenin aldığı kalplere, like’lara, retweet’lere bakarsanız, asıl amacın gerçekleştiğinden, “coğrafya kaderdir... ” yazanların neticeden epeyce hoşnut kaldıklarından emin olabilirsiniz.

Fakat hemen vazgeçmeye gerek yok. Bu kez de Google’a “coğrafya kaderdir”in yanı sıra, İbn Haldun yazarak soruyorum. Rakamlar daha dramatik biçimde azalıyor önce: 7.600. Fakat tekrarlar çıkarıldığında 182 sonuç elde ediyoruz ki, en azından bu sözün İbn Haldun’a ait olduğuna dair inancımız pekişiyor. Zira internetteki bütün ünlü- ünsüz yazarlarımız güvenle bu sözün sahibinde uzlaşmış görünüyor (hatta Kim Milyoner Olmak İster yarışmasının resmi facebook hesabı, “coğrafya kaderdir” sözünün kime ait olduğuna dair bir soru soruyor ve doğru yanıt olarak İbn Haldun’u işaret ediyor; kısacası rahatız, şüphelenecek bir şey yok). Bu durumda bir çılgınlık yapıp arama kısmına, İbn Haldun’un bu sözün alıntılandığını öğrenmiş bulunduğumuz Mukaddime eserini de ekliyorum. Ve sonuçlar giderek netleşiyor: Önce 617, tekrarlar çıktığında da 181 farklı sayfanın linkine ulaşmış durumdayız. Ancak bu noktada arama çubuğuna eklediğimiz her yeni kelimeyle sonuçların biraz daha kontrolünü kaybettiğimizi, dolayısıyla tek tek verilerin üzerinden geçmek gerektiğini belirtmem gerekiyor. Öte yandan amacımız, sözün kime ait olduğunu ve nerede geçtiğini teyit etmek olduğundan bu kadarcık hata payı kabul edilebilir. Ben de bu durumda “coğrafya kaderdir”in Mukaddime’de nasıl bir bağlamla ele alındığını öğrenmek üzere, gözümü dijital dünyadan eski usul kitaplara çeviriyorum.

Ne yazık ki metni yazıldığı dilden takip etmem mümkün değil, bu yüzden kaçınılmaz biçimde çevirilerine dönüyorum. Elimde iki ayrı araştırmacının yayına hazırladığı ve her biri iki ciltten oluşan Mukaddime mevcut. İlki ve benim de daha sıklıkla yararlandığım Dergâh Yayınları’ndan çıkan beşinci baskısı 2007 yılında yayımlanmış olan Süleyman Uludağ’ın çalışması. İkincisiyse, ondan biraz daha kapsamı dar olmakla birlikte, karşılaştırma için kullanışlı olan, Halil Kendir’in çevirdiği, 2004 yılında Yeni Şafak gazetesinin armağan olarak dağıtılmak üzere yayımladığı baskı. Süleyman Uludağ çevirmen değil, yayına hazırlayan olarak künyede yer alıyor ve birinci cildin başında da 150 sayfalık bir sunuş yazısıyla kitap hakkında kapsamlı ve öğretici bir girizgâhta bulunuyor. Bu bilgileri vermemin nedeni, Türkçede bu iki çalışma dışında tam metni çevirme iddiasında olan başka kitaplar bulunsa da, elde edemediğim bilginin çevirmenlerle değil, metnin esasıyla ilgili olduğunu vurgulamak için. Zira, toplamda iki bin sayfaya ulaşan bu iki Mukaddime’nin hiçbir yerinde “coğrafya kaderdir” diye bir cümle geçmiyor (sanırım şimdi şaşırmak için daha uygun bir an).

Aslında bu sonuç sürpriz sayılmaz, çünkü internetteki hiçbir sayfada da Mukaddime’de geçtiği iddia edilen bu cümleye dair bir kaynak ibaresi bulunmuyor. Yani hepimizin doyasıya paylaştığı, bilgi yarışmalarında sorduğu, yazıların başına epigraf yaptığı bu cümle İbn Haldun’a ait değil. Ama böyle bir cümle mevcut, yani internet yalan söyleyemeyeceğine göre çevirmenler bir yerde hata yapıyor olmalı. Ben de böyle düşünerek, Sayın Google’a geri dönmeye karar veriyorum.

Bu kez yeni taktiklerim var: Önce “geography is destiny” diye aratıyorum. Sonuç, 16.800, tekrarlar çıkıncaysa 179. Pek vaatkâr değil, çünkü İbn Haldun’un çevrildiği pek çok dil mevcut ve İngilizce konuşulan dünya Türkçe sayfalardan daha kısıtlı bir kullanıma işaret ediyor, bu pek alışkın olduğumuz bir durum değil. Devam edip yanına “Ibn Khaldun”u ekliyorum, netice: 561 ve 48. Üstelik sayfaların neredeyse tamamı Türkiye merkezli sitelerin İngilizce çevirilerinden oluşmakta (Agos’un bir haberinin İngilizce çevirisi dışında hiçbir “Google Books” sonucu elde edemememiz de bunun bir göstergesi), geri kalanlar ise paylaşımlarını dünyaya da açma gayretindeki münevver sosyal medyacılarımıza ait. Ancak listelenen sonuçlar içinde sıklıkla gözüme çarpan başka bir adı, Napoleon’u arama çubuğunda “geography is destiny”ye eklediğimde yeni rakamlar elde ediyorum: Tekrarlı 5.130, tekrardan arındırılınca 128 ve maalesef “Google Books” sonuçları da epeyce kalabalık. “Aldırma 128” diyerek Batı’nın bu oyununu bozmaya karar veriyorum.

Sonuçta Doğu’nun ilmini ilk kez çalmıyorlar, pekâlâ alıntılarını da araklayabilirler. Gerçi, İngilizce internetteki en eski tarihli sonuçlar bizim en eski tarihli sonuçlarımızdan daha eski görünüyor ama, internetin kimin kontrolünde olduğu da malum. Üstelik başka türlü de çevrilmiş olabilir bu cümle. Örneğin, “destiny” yerine “fate” kullanılmış olabilir. Kendimi şanslı hissediyorum diyorum Sayın Google’a ve yazıyorum: “Geography is fate”. Sonuç: 11.200 ve 119. Ya “Ibn Khaldun”u eklersem? 47 ve 16 (bütün sayfalar Türkiye’den). Ve fakat bu kez de gözüme Heraclitus çarpıyor sayfaları kontrol ederken, deniyorum. Sonuçlar 6.730 ve 58. Napoleon’la baş edebilirdik, ama Heraclitus tarihsel olarak İbn Haldun’dan daha eski. İşin kötüsü elimizdeki çevirilerde kendimizi kanıtlayabilecek bir emare de yok. Şimdi ne yapacağız? Çünkü “coğrafya kaderdir” ve bu söz İbn Haldun’a aittir. Hepimiz bundan eminiz.

Değil mi?

(Küçük bir tesellim var, ama onu daha özel bir ana saklıyorum.)

***

Aslında İbn Haldun Mukaddime’de “coğrafya kaderdir” demese de, Batlamyus’un yazdıklarından da yoğun biçimde etkilenerek coğrafyanın belirleyiciliğinin üzerinde uzun uzadıya duruyor. Örneğin, Süleyman Uludağ’ın işaret ettiği gibi:

İbn Haldun, beşerî coğrafya (human geography) üzerinde durmuş, hava ve iklim şartlarının insanın fizikî yapısı, rengi, ahval ve ahlâkı üzerindeki tesirlerini incelemiş, coğrafî şartların bol veya kıt gıda maddeleri vermesinin ortaya çıkardığı neticeleri ve bunun umran üzerindeki tesirlerini gözden geçirmiş, bunun insanın bedeni ve ruhu üzerindeki tezahürlerini değerlendirmiştir. Coğrafî muhite (geographical envirenment) ve coğrafî icabîliğe (geographical determinisme) büyük önem veren İbn Haldun, coğrafî şartların sevk, idare, siyaset ve medeniyetle olan münasebetlerini de göstermeye gayret etmiştir. (2007, s. 70)

Öte yandan, itiraf edelim, İbn Haldun’un bahsettiği kaderle bizim kastettiğimiz arasında ciddi farklar var. Zira Mukaddime’de coğrafya, iktisattan karaktere, giyim kuşamdan inançlara kadar neredeyse hayatın bütün temel cihetlerini kontrol eden ve belirleyen mutlak bir güce sahip. Evet, “coğrafya kaderdir” sözünü sahipleniyoruz ve bunu önemli buluyoruz, ama aslında demek istediğimiz tam olarak “kader” değil. Çünkü modern insan hiçbir kuvvetin hayatını bu denli kesin belirlemesine (öyle olsa bile) inanmak istemiyor. Daha doğrusu başarılarını iradesine, hezimetlerini kaderine yüklemeyi arzuluyor. Veya tersinden söylersek zaferlerini kadere rağmen, kayıplarını kader yüzünden tatmak istiyor. Tabii dünyaya bakışımız doğrultusunda hayır ve şerrin bir yaratıcıdan ya da Batı’dan ya da emperyalizmden ya da “karma”dan gelebileceğine de inanabiliriz, ama eğer “to make a difference” mümkün değilse, yarışmanın hiçbir zevkinin kalmayacağını da biliyoruz. Üstelik, birileri sonu gelmez hatalarını coğrafyayla gerekçelendirmeye kalksa, ona hayat hakkında iki çift laf etme hakkını da kendimizde pekâlâ görüyoruz. Fakat İbn Haldun’un tezleri -dediğim gibi- bundan biraz farklı. Örneğin Uludağ, Mukaddime’deki şu fikirleri aktarırken biraz rahatsız olmuyor, İbn Haldun’un düşüncelerinde hafif de olsa yanılıyor olabileceğini düşünmüyor muyuz?

"Mesela, bedeviler ve Araplar deve eti ve sütü ile beslendikleri için, deve gibi sabırlı, tahammüllü, dayanıklıdırlar. Coğrafî şartları da buna eklersek, İbn Haldun’un ahlâkî ve manevî değerler sahasında dahi ne kadar çok maddî şartlara önem verdiği açıkça ortaya çıkar. Ona göre çok sıcak ve aşırı derecede soğuk iklimlerdeki insanlar, her türlü ahlaki ve dini kayıtlardan uzak yaşarlar (hayvanlara yakın bir hayat). Bu durum tamamiyle coğrafyanın eseridir. Buralarda nübüvvetten eser görülmemesinin sebebi de iklim ve havanın durumudur." (2007, s. 117)

Peki, artık İbn Haldun’dan nerede ayrıştığımız az çok ortaya çıktığına ve “coğrafya kaderdir” cümlesinin son derece kıymetli bu âlime ait olmadığını öğrendiğimize göre, meramımız hakkında biraz daha açık olmayı deneyebiliriz belki.

Yazının başında yer alan Yılmaz Erdoğan alıntısı, ortak hafıza denilen o tanımı zor bütünün epeyce görünür bir yerinde duruyor. Hakkâri’ye gelen ilk televizyonun kullanıma açılması şerefine düzenlenen törende, Altan Erkekli’nin canlandırdığı belediye başkanı Nazmi karakteri söyler bu cümleleri. Yaşadığımız memleketi (mekânı) neden severiz gerçekten? Başka çaremizin olmaması bir gerekçedir elbette, ki bu bizi hüzünlü bir “coğrafya kaderdir” bahanesine ulaştırır. Fakat yaşadığımız yeri sevmeye de biliriz. Ki bu durumda elimizden alınan imkânlar; başka bir hayat yaşayabilecekken, irademiz dışında mecbur bırakıldığımız mümkünler için üzgünüzdür. Demek istenen de aslında “coğrafya kaderdir” değil, “coğrafya kederdir” olur. Çünkü “kader”le “keder” aynı kökten değildir, ama “kader”le “iktidar” aynı kökten gelir. Belki bu sayede şimdilik ortada kalmış gözüken bu deyişi elden geçirip topluca sahiplenebileceğimiz, içinde değişime de pay bırakan bir biçime sokabiliriz: Coğrafya iktidardır ve iktidarlar yenilenebilir.

***

Yine de bu yazıyı hüzünlü bir tonla bitirmek zorunda değiliz. Üstelik, henüz gerçekleştirmediğimiz vaatlerimiz olduğunun da farkındayım. Öncelikle kimsesiz kalan deyişimize bir yazar atayıp cümlenin telif haklarını yeniden ülkemize kazandıralım. “Coğrafya kaderdir” kimseye ait olmayan bir özlü söz olsa da, “coğrafya bir kaderdir”in altında çok bildik bir imza bulunuyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi adlı kitabında yer alan “Savaş ve Barış Hakkında Düşünceler” adlı yazısında, II. Dünya Savaşı’nın nihayete ermesiyle ortaya çıkan sonuçları değerlendirirken şöyle der: “Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki, bunun gereklerini kabul etmek, ona ayak uydurmak şartıyla onunla iyi kötü uzlaşılabilir. Fakat bu şartları büsbütün unutanlar için perişanlık mukadderdir” (Dergâh, 2000, s. 78). Tam da Tanpınar’dan umacağımız gibi dengeli, terkipli, uzlaştırıcı bir bakış açısı.

İkinci olarak, Sayın Google bize aksini iddia etmiş olsa da, ne “geography is destiny”nin Napoleon’a ne de “geography is fate”in Heraclitus’a ait olduğuna dair elde bir kaynak bulunuyor. Her iki cümle de (tıpkı bizde olduğu gibi), bir biçimde bu karakterlerle özdeşleştirilmiş ve kuyuya atılan ilk taşın ardından diğer herkes kendinden öncekini kaynak göstererek bu ifadeleri alıntılamayı sürdürmüş gözüküyor. Bu da demektir ki, başlarken umduğumuz gibi olmasa da, coğrafyanın kaderiyle ilgili somut kayıtlar hâlâ bizi işaret ediyor.

Son olaraksa, bazılarınızın çoktan fark etmiş olduğu bir yanlışımı düzeltmem gerekli. Her ne kadar yıllar boyunca mekân- imkân- mümkün birlikteliğini hayranlıkla kafamda döndürüp durmuş olsam da, “mekân” sözcüğü “imkân ve mümkün”ün kaynağı olan “M-K-N” kökünden değil, bahsettiğim sorunlu köklerden biri olan “K-W-N”den türeyen bir kelime. Ama bu oyunumuzu bozmak zorunda olduğumuz anlamı taşımıyor. Çünkü başından beri göstermeyi denediğim gibi, aramaya inanırsak bir yanlıştan da pek çok şey öğrenilebilir, çünkü iktidar gibi oyunun kuralları da kaderden farklı olarak gerektiğinde değiştirilebilir ve çünkü her şeyi kapsayan kâinat, mekân ile aynı kökten gelir.

Değil mi?