Emmanuel Bove ve Arkadaşlarım

"Arkadaşlarım’ın üzerine Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi okunursa eğer, Handke’nin bir anlamda Bove’un romanını kendi zamanına uyarladığı rahatlıkla görülebilir. Bove Türkiye’de pek bilinmediğinden Handke sürekli Beckett ile anılıyor, ama bu çok da doğru olmayabilir. Bove’un yapıtları çevrildikçe bunu daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum."

18 Haziran 2020 08:18

Önce yiğitlenir gibi bir soralım bakalım, belki sesimizin yüksekliği etki eder, etrafımıza toplanırlar, arkadaşlarım diyelim, dostlarım diyelim, yoldaşlarım neredesiniz? Baktık ıııı, ses eden yok gardımızı düşürürüz biz de, ‘beni neden yalnız bırakıyorsunuz?’ diye sorarız. Yine kimsenin verebilecek bir cevabı yok anlaşılan. Dünyada olmak, yalnız olmak, yoksul olmak bir tür meraklanmalar bütünü işte. Sorarsın sorarsın da cevap veren olmaz. İnsanlar kötü olduğundan, adi olduğundan değil de yani… Sorun senden de kaynaklanır, onlarla kaynaşamaz, diyaloğa giremezsin. Takıntıların vardır, savaşa girmiş ama çıkamamışsındır, yoksulsundur bir kere.

Emmanuel Bove’un Arkadaşlarım romanını okuyorum. Kitap Mart 2020’de Ebru Erbaş’ın çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayınlanmış. Taptaze bir dil, tertemiz bir çeviri. Bir iki tashih sorunu varsa da keyif kaçırır türden değil. Aşağıdaki satırlar romandan:

“Her sabah komşu kadın mobilyaları yerinden oynatırken sözsüz ezgiler mırıldanıyor. Aradaki duvar sesini perdeliyor. Sanki bir gramofonun arkasında duruyormuşum gibi.

Onunla sık sık merdivenlerde karşılaşıyorum. Kadın, sütçü. Saat dokuzda gelip evin işlerini bitiriyor. Terliklerinin keçesi süt damlalarıyla lekelenmiş oluyor. 

Terlikli kadınları severim: Bacakları yasaklanmış gibi görünmez. Yazları önlüğünün altından meme uçları ve gömleğinin vatkaları seçiliyor.

Seni seviyorum, dedim ona. Güldü, tipsiz ve yoksul olduğumdan kuşkusuz. Üniformalı erkekleri tercih ediyor o. Elini bir Cumhuriyet muhafızının beyaz palaskasına attığını görmüşler.”

Bove’un satırlarını okurken, evet ama ben bu kadını duyuyorum dedim, bütün söylediklerini, söylemediklerini, söyleyemediklerini de duyuyorum. Ne fena. Üstelik romanımın kişisi, adı sanıyla (Victor Batôn) onu seviyor da. Peki ama kadının adama verecek bir cevabı yok mu? Yok. Olmaz mı, var aslında. Çoğu insanın çoğunlukla yaptığı gibi, zalimane. Artık onun diyarından geçemem diyor adamımız, seviyorum ya benimle alay ediyordur bu kadın, diyor. Aşağılıyordur beni. Sevgime mi kalmış, hem yoksulum ben. Askere gittim, ıskartaya çıkartıldım. Üç otuz para emekli maaşım var. Bozdurur bozdurur harcarım.

Bove aslında herkesi yazabilen bir yazar. Onu okurken kendimi o kadar çok okuyorum ki, utanıyorum, bu kadar mı çıplağım, bu denli mi görünüyorum, biraz gizli saklım olsa fena mı olurdu, diyorum. Bütün erkekleri, bütün kadınları dile getirebilir bir yeteneğe sahip bu adam. Bundan dolayı okurluğu beraberinde yoğun bir kuşkuyu da getirir. Bireyi fazla mı genelliyor deriz, sonra da kafalarımızın birer kazan olduğunu, tüm bunları düşündüğümüzü, dönüştürdüğümüzü teslim ederiz. Onu okumanın vereceği zevk de buradan böyle başlıyor bana kalırsa. ‘Seni seviyorum’ dediğimizde seviyor muyuzdur, karşımızdaki bu sevgiyi alabiliyor mudur? Yoksa yalnızlıktan bezmek mi bizi bu sevgiyi uydurmaya itmiştir? Metin dışına çıkacak olursak eğer, bir yandan da Bove bizden bütün bu duygularımızı, düşüncelerimizi bir kez daha tartmamızı istiyor gibidir. Bove bir tek adamdan çok fazla insan yaratabilme yeteneğine sahip ama bu yetenek bizim yazısının yarısı abartı yazarımız Yaşar Kemal’in bir adamda bir toplumu anlatmasına hiç benzemiyor. 

Arkadaşlarım, atmosferinin karamsarlığı yetmezmiş gibi, üstüne yaşadığımız günlerin karanlığıyla ortak bir kaderi yaşadı Türkiye’de yayınlandığı sıralarda. Covid-19 dünyayı kırıp geçirirken sıradan metinlere pek âşık okurumuz böylesi bir kitapla tanışacak halde değildi. Haliyle bir kez daha iyi bir şeyi ıskaladı. 

Kitabı okuyorum ama hemen bitmesin diye de çırpınarak okuyorum. İşe gidip geliyorum, orada saatler geçiriyor, romanın insanlarını düşünüyorum. Yok efendim biterse bitsin nasılsa yoksulum, nasılsa değer görmüyorum, bu öykü hayat boyu benimle yaşayacak zaten, karar verdim dönüp bir kez daha okuyamayacağım, diyorum bazen de. Almancasını okudum Meine Freunde, Türkçe’sini okudum Arkadaşlarım, çevrilirse bir de Zazacasını okumak isterim. Çok şey anlatır Almanya’daki Fransa’daki yaşlı, yalnız Adıyamanlılara, Dersimlilere, Diyarbakırlılara bu roman. 

Birçok yazar birçok dile gecikiyor. Ben Emmanuel Bove’u kütüphanelerde görüp okumadım, dergilerde onun kitaplarını tanıtan, eleştiren yazılar da okumadım. Bunları normal de karşıladım. Epeydir ölmüş adamcağız. Fransa’da yaşasam belki bir ‘Hommage a Emmanuel Bove’ afişiyle karşılaşır, hakkında düzenlenen bir seminere bile katılabilirdim. Ama yazarımız Fransa’da yarı yabancıydı. Avusturya’da iki kat yabancı. Onu anan eden yoktu pek. Arkadaşlarım romanında kahramanı sokaklardadır, bir dost arar ona değer vermek, arkadaşından değer görmek için. Komiktir, içtendir, yalancıdır ama farkında değildir. Zengin olmadığına, olamadığına o kadar içlenir ki, biraz parası olsa kendinin farkına varacaktır. 

Bove’un kitaplarıyla sokaklarda karşılaştım desem yeridir. Viyana Sokaklarında offener bücherschrank vardır.  Adına açık kütüphane dendiğine, hem bakın hem bakmayın. Bakın çünkü senelerce aradığınız, umudu kestiğiniz bir kitabı o iki üç raflık kütüphanede bulabilirsiniz. Okuyan kitabını koyar, okuma sırası sizdedir. Bakmayın ama tek dostunuz kitaplarsa bu raflar size yetmez. 

Kütüphaneye üyeliğim var. Bir yoksul için azımsanmayacak da bir aidat ödüyorum. Yazarımız Bobovnikoff’un kahramanı olsa bunu da sorun edebilirdi. Kütüphaneler ne işe yarar ki? Oysa bilse şimdi Ukraynalılar, Doğu Avrupalılar, evsizler ayyaşlar yazın sıcağından kışın ayazından o kütüphanelerde korunuyorlar, açılıştan kapanışa kadar oturuyor, uyuyor, günü akşam ediyorlar; akşam dileniyor, içki alıyor, gece otobüslerinde günü sabah ediyorlar –sevinirdi belki. 

Benim de çok bir işime yaramıyor, çok az uğruyorum kütüphanelere. Ama öğrenciler için, yabancı öğrenciler ve kız çocukları için önemli bir vaha. Müslüman kızları kütüphaneye ders çalışmaya çıkıyorum bahanesi de olmasa bir hayli tutsaklar o Samsunlu, Trabzonlu, Kırşehirli olmadı Ammanlı, Bağdatlı evlerinde. (Hem sendika daha fena, o da bir sürü aidat alıyor, ama işçi sınıfından çok çok uzak. Üyesi olduğum sendikanın kapı komşusu bir banka şubesi.)

Bove adını ilkin andığım bu kitaplıklarda gördüm. Şimdi bahsini ettiğimiz Arkadaşlarım’la olmadı ilk tanışıklığımız. Kitaplıktaki diğer kitaplara nazaran kısa, nasılsa fazla kafa ütülemez diye Armand adlı eserini diğer 15-20 kitabın arasından çekip aldım. Parkta okudum, yolda okudum, arkadaşımın pizzeria’sında okudum, kitap bitti gitti ama kafa ütülemez mi? Çok ütüledi. Kitabın çevirmeni Peter Handke idi bu arada.

Bove öyle aleni gıdıklamıyor, eğlendirmiyor, dövmüyor, hatta doğru düzgün üzmüyordu bile ama neyin nesiyse kendini önemsetiyordu. Öyle ki iyi bir kitap kurdu olan pizzacı arkadaşım ben bitirince kitabı ödünç almıştı. Dükkân dolup taşıyor, insanlar pizza istiyor, o kitap okuyordu. Haliyle Türk müşterisi mahalle yanarken pizzacı saçını tarar diyordu ona. İtalyan farklı bir küfür ediyordu, Sırp başka, Fransız başka şeyler söylüyordu. Adama alışmışlardı, küfretsen de değişmiyordu. Küfrediyor ama bu ‘yeni’ yazarı onlar da merak ediyordu. Arkadaşım Arkadaşlarım’dakine benzer bir kaderi yaşıyordu ama farklı bir açıdan. Kendini aşağılayamıyordu. Buna zamanı yoktu. Arkadaşlarım’ın sürekli küçük görüldüğünü sanan karakteri onda ete kemiğe bürünmüştü. ‘Müşteri velinimettir!’ denen şey yerini bulmuştu. Çalışıyor olsanız, işe yarar biri olsanız kaç yazar, insanlarla ilişkiye girdiğinizde sürekli aşağılanıyordunuz.

Böyle böyle Bove’un birçok romanını okudum. Emperyal dillerin, o diller üzerinden yayın yapan şirketlerin şöyle bir takıntısı var genelde, Fransızca bir kitap Almancaya, Almanca İngilizceye çevrilemeyebiliyor. Nasılsa herkes adı anılan ikinci üçüncü dili biliyor rahatlığının payı da var bunda. 

Neyse ki bu saçma tutumdan Emmanuel Bove nasibini almamış. Die Ahnung, Armand, Ein Ausenseiter, Ein Jungeselle vesaire, epeyce kitabı yayımlanmış. Kalın ince pek çoğunu okudum ben de ama henüz hepsine zamanım olmadı. Emmanuele Bove’un Almancadaki şansının Peter Handke olduğunu da düşünebiliriz. Handke’nin Bove ile alakası Armand’ın, Meine Freunde’nin çevirisiyle sınırlı kalmaz çok daha fazlası vardır. Çeşitli programlarda eleştirmenler, akademisyenler bu ilişkiye fazlasıyla değinirler.  Arkadaşlarım’ın üzerine Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi okunursa eğer, Handke’nin bir anlamda Bove’un romanını kendi zamanına uyarladığı rahatlıkla görülebilir. Bove’un satırlarındaki koyu yoksul, birbiriyle didişmekten bitkin Avrupa gitmiş, yerine birleşmiş, ayağa kalkmış bir Avrupa gelmiştir. Yoksulların cebinde eskiye oranla üç beş kuruş daha fazla para vardır ama bu para onların kendini ifade etme olasılıklarını ellerinden almıştır. Bove’da insanlara ulaşamayan kişi, Handke’de ulaşır, sinemalara gider, Viyana’nın çevresini fır döner, Arkadaşlarım’daki gibi yaya da değildir üstelik. Para harcar. Ama huzursuzdur. İletişim kuramıyordur. Şiddete eğilimlidir. Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşıyla birlikte dağılmasını, sıradan insanı kendi kaderine terk etmesini Arkadaşlarım’da okuyorsak eğer, İkinci Dünya Savaşından sonraki sermaye birliğini, küçük insanın hiçleştirilmesini de Handke’den okuruz. Diyeceğim, Bove Türkiye’de pek bilinmediğinden Handke sürekli Beckett ile anılıyor, ama bu çok da doğru olmayabilir. Bove’un yapıtları çevrildikçe bunu daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. Bove’da da Handke’de de insan şimdiyi yaşar. Arkadaşlarım’da adam kırklı yaşlara yaklaşmıştır ama sürekli bir şimdiyle uğraşıyordur. Savaşta yaralanmıştır ama anlatmaya değer bir mazisi yoktur, buna tenezzül bile etmez. Geleceği de yoktur. Her şey şu anda yaşandığı gibidir. Dün de böyleydi, yarın da böyle olacak karamsarlığı hakimdir anlatıcımızın diline. Handke’de de bu durum şaşmaz. Ama anlatının biçimine değinilebilir belki. Handke’nin kitabı roman tekniği açısından Bove’unkine oranla daha eskidir.  Özellikle Arkadaşlarım bu anlamda yeniliğiyle hâlâ çok şey anlatıyor yazı insanlarına.

Bove’un Almancadaki şansının Handke olduğunu mu söyledik? Evet ama şanssızlığı da Handke’dir. Kitapları yayımlanmış, bir süre ilgi görmüş, sonra Handke linç edilince Bove da kendi haline bırakılmıştır. Bunu Handke’nin Alman dilindeki gücüne istinaden söylüyorum. Kara kamunun hoşuna gider şekilde düşündüğünde çevirileri ‘bile’ önemli, ters düştüğünde hemen değerini yitirebiliyor.

Bove’un yazarlığında, (özellikle Arkadaşlarım üzerinden konuşursak) benim ilgimi çeken yabancılığı oldu. Öyküsü birçok yönüyle Joseph Roth’un Aziz Ayyaş’ın Efsanesi adlı novellasıyla örtüşüyor ama ikisinde de anlatıya yabancılık, (nasıl söylesem tam da bilmiyorum ama kitap üzerine Fatih Özgüven’in yazdığı yazıdan el alarak söyleyeyim,) ‘bir yabanilik hâkim.’  İsim seçimi bakımından Aziz Ayyaş’ın Efsanesi düz anlamda Arkadaşlarım adına çok daha layık. Ayyaş’ımızın gerçekten de arkadaşları var, ona el uzatıyorlar ama bizimki onlarla nasıl yaşayacağını bilmiyor. Baton’un böylesi bir şansı yok. Arkadaş arıyor, biri onu dolandırıyor, diğerini intihardan vazgeçiriyor, adam az önce ölecekken şimdi genelevde elindeki üç kuruşla fuhuş yapıyor. Hadi gel de arkadaş ol böylesiyle. 

Handke’nin romanındaki gibi tipik Avusturyalı bir tip değil bu öyküsünü okuduğumuz adam. Hani belgesellerde filmlerde hep görürüz, anlatılan insan hikâyesidir, Çar’ın, Bolşeviklerin, küçük insanların, büyümek nedir bilemeyen kodamanların hikâyesidir ama fonda hep bir orman vardır, doğa vardır, balıklar sulardan taşar, toprak zengindir, ağaçlar karla kaplıdır, ama sıradan insan bu nimetlerden payını alamıyordur da... İşte Arkadaşlarım’ın da fonunda bu ırmaklar, ormanlar var gibime geliyor. Oralarda gizlenme arzusu var. Yeryüzü çok zengin, inanılmaz bereketli, ama insanlık inanılmaz yoksul, bunun ironisi, sıradanlığı, bu sıçrayamama hali onda günümüzde de pek çok yazara yazma gerekçesi sunacak parçalarla dolu diye düşünüyorum. Bove’u okurken belki İzak Babel’in sesini duymuyorsunuz ama ne bileyim ben Aharon Appelfeld’in karamsarlığından da mı bir şey almıyorsunuz, Bernard Malamud’un, Tamirci’sinin içine düştüğü cehennemi de mi göremiyorsunuz? Ukraynalılık Ukrayna kökenli yazarlarda dinmeyen bir çağlayan gibime geliyor benim çoğu zaman. Hangi dilde yazarlarsa yazsınlar, neyi kaynak alırlarsa alsınlar, birbirlerini selamlamanın bir yolunu buluyorlar.

Emmanuel Bove’un yazarlığı üzerine başka bazı tartışmalar da var. Alman dilinde yazsa şu geçici unutkanlığa hiç yakalanmayacağını düşünüyor söylüyorlar. Ama Bove’un bir süreliğine de olsa unutulmasını sağlayan şeyin yazı dili değil, bakma görme biçimi olduğunu da düşünebiliriz. Onun insanları Avrupa merkezli yaşayan kimseler değiller. Hindistan’da da var olabilirler, Vietnam’da da. Anlaşılmamış olan Bove’un Fransızcası değil ama ‘öteyi beriyi omuzlayan’ bakışıdır belki.