Edebiyatta klişeleşmiş takdirler

Midhat Cemal Kuntay'ın Divan edebiyatı üzerine 1 Aralık 1949 tarihinde Vakit'te yayımlanan yazısı "Klişe" dosyamız kapsamında K24'ün Evvel Zaman sayfalarında...

06 Nisan 2017 14:11

Sanat eserlerinde, beğenmenin de kendisine mahsus bir hamle, bir faaliyet, bir külfet tarafı vardır. Bu zahmetten kurtulmak için en kurnaz tedbir edebi eserler hakkındaki takdirleri kendimizin tetkikinden beklememek ve ötedenberi kabul edilmiş kararları rahat rahat benimsemektir. Fakat bu kolay işin büyük mahzuru, edebiyatımıza kendi gözlerimizle değil, başkalarının gözlerile bakmak ve takdiri de, tenkidi de hazır esvap almak, yani kısacası kafamızı kullanmamaktır; ve bunun neticesi de, herhangi bir şairin birkaç manzumesini beğenerek, onu yarım yamalak ve takriben tanımaktır. Manzûm ve mensur edebiyatımızda aşktan felsefeye kadar en geniş tenevvüü gösteren, devrimizin tek büyük şairi Abdülhak Hâmid, “Tarık”daki dört mısraın herkes tarafından tuhaf bir ittifak ile beğenilmesinin ıztırabını “yazdığıma pişman ettiler” diye bana fısıldamıştı.

Şu mısraların:

Her yer karanlık pür nûr o mevki’

Mağrib mi, yoksa, makber mi yâ râb?

Yâ hâbgâh dilber mi yarab?

Rûya değil bu ayniyle vâki’.

Bu mısraların çalgılı kahvelerde şarkı olarak ve içki mezelerine karışması yetmiyormuş gibi, bazan da, zavallı Hâmid’in önünde okuyorlar, ve büyük şairin, sağ mı, sol mu, şimdi hatırlayamadığım kaşı, öfkesinin yegâne alâmeti olarak, yukarıya kalkıyor, ziyaretçisinin bu fena iltifatını hırçın bir yüzle dinliyordu. Ve galiba onun bu istiskalini, kendi eserinin okunmasından duyduğu heyecandan sananlar da vardı.

Şairlerde “şiir”i değil, “şöhret”i okuyanlar, tahmin edemiyeceğimiz kadar çoktur. Bu, bilhassa, Divan şairlerinin başına gelen kazalardan biridir. Meselâ “Nedim” bu türlü okuyucular için, şu beyitlerden ibarettir:

Âbı naz etmiş de bir fevvâre resm etmiş hayâl,

İşte ol sudur atılmış kaametin olmuş senin.

Ve:

Kız oğlan nâzı nâzın, şehlevend âvâzı âvâzın,

Belâsın ben de bilmem, kız mısın, oğlan mısın kâfir?

Ve şu bir iki beyit daha:

Âb-i gül taktir olunmuş, nâzın işlenmiş ucu,

Biyri olmuş hûy, biyri dest-mal olmuş sana,

......

Ayağın sakınarak basma aman sultânım

Dökülen mey, kırılan şîşe-i rindân olsun.

Bir de, “Bir çifte kayık” ve “Sammûrunu kaplat” diye başlıyan mısralar...

İşte ekseriyetin klişe “Nedim” i! Halbuki; beri yanda, derin ve büyük cephelerini keşfetmediğimiz bir kocaman “Nedim” var ki, bunları okuyunca, insan, bu büyük şairin, devrine nasıl sığdığına şaşmadan evvel “Nedim”in, bu taraflarile, devrimizde nasıl meçhul kaldığına hayret eder. “Nedim”i bir çoklarile konuştum, bir hayli sayfalarda da okudum, fakat büyük şairin bambaşka olan hüviyetini teşkil edecek kadar kuvvetli olan şu mısralara, ne tetkik kitaplarında, ne edebiyat sohbetlerinde rastlamadım:

Tâ kemergâhıne dek çeşmi serab-âlûde;

Tâ giriybânıne dek gamzesi hab-âlûde

......

Çeksin siyneye ol şuhu keşâ keşler ile;

Alasın busesin ammâ-ki itâb âlûde.

Ve:

Ne halet var şukun mahl-ı hadd-i canfezasında

Ki reftârın görüb yoldan döner ömr-i şitâbânım.

.....

Hayâl ettikçe zülfün tâ seher ol dâmen-i zülfe;

Çakıldı rişe-i reyhan gibi hâb-ı periyşanım;

Hele bir bahçenin havuzunu yazarken söylediği şu beytin, “Hamamname”sindeki mısraların hiçbiri kadar meşhur, hattâ malûm olmaması ne ha’zindir:

Leb-i havzı mâh-i nevin pâresi;

Süreyya-feşan ab-ı feyaresi.

Divanlarımız, tabirimi affediniz, keşfedilmeye muhtaçtır.

Bu şiir mecmualarında, şairleri hadiâzâm olarak gösteren şeyleri keşfetmek için aramıya katlanmak lâzımdır. Diyebilirim ki, meselâ Fûzuli bile ezbere büyük şairimizidir: “Aaah onun su kasidesi!” işte büyük şairden aldığımız şey, bu kaside, birkaç malûm beyit, ve “Leylâ Mecnun”undan birkaç mısradır. Halbuki divanında meçhul bir Füzulî var. Ve bununla göz aşinalığımız bile yok. Meselâ onun şu muazzam beyti, “Su kasidesi” kadar bilinmeye lâyık değil midir?

Gezdirir her yan gözüm, eşk üzre bağrım pâresin.

Hilat-i gûlgün ile rahş üzre cevlânın görüb

Meselâ Tanzimat devrinde en büyük tasavvuf şairi olan Osman Şems’i ancak “Döne döne” redifli manzumesile tanıyoruz; bu bilgimizi de, üstadı Ekrem’in Talim-i Edebiyat’ına borçluyuz. Halbuki Osman Şemsi’nin, eski tabirle müretteb divanı, basılmamış olarak, ve dostlarından hayatta olanların kütüphanelerinde mevcuddur. Onun kadar müstesna bir tasavvuf şairini, yalnız birkaç mısraile tanıtmak, edebiyatta çok az şeyle kaanat etmiye müsavidir.

Uzak şairlerimizi bırakınız, yakınları bile çok eksik tanıyoruz.

Meselâ Abdullah Cevdet’in şu çok güzel beytini biliyor muyuz?

Veremem istediğim şekli sana;

Ey hayât-ı – helecân- endâmım.

Manzûm edebiyatımızı, bilhassa divanlarımızı, okumak azdır, onları keşfetmek lâzım.

Midhat Cemal Kuntay (Vakit, 1 Aralık 1949)

Bu yazıyı bizimle paylaşan Tuncay Birkan'a teşekkür ederiz.