Aziz Nesin ve Behçet Necatigil “özeleştirilerini” yapıyor

Yıl 1971. Aziz Nesin ve bu yıl 100. yaşını kutladığımız Behçet Necatigil Yeni Edebiyat dergisinde özeleştirilerini yapıyor...

14 Nisan 2016 15:00

Turhan Bozkurt’un sahibi olduğu, Doğan Hızlan’ın yazı işleri müdürlüğünü yaptığı ve Konur Ertop, Hilmi Yavuz ve Doğan Hızlan’ın birlikte çıkardığı Yeni Edebiyat dergisi ilk sayısını 1969 yılında yayınlar ve 1971 yılında yayın hayatına son verir. Dergi Zeyyat Selimoğlu, Tomris Uyar, Füruzan, Metin Eloğlu, Yusuf Atılgan gibi dönemin önde gelen yazar ve şairlerinin edebi ürünlerinin yanı sıra söyleşileriyle de dikkati çeker. Dönemin meşhur edebiyatçıları Yeni Edebiyat’ın sayfalarında bir araya gelmiş gibidir. Dergi, o dönem edebiyatçıları arasında kendisine çoktan bir yer edinmiş ve İkinci Dünya Savaşı kuşağı olarak adlandırabileceğimiz ve 1910-1920 yılları arasında doğmuş dört yazarın özeleştirilerini yayımlar. Bunlar sırasıyla Aziz Nesin, Necati Cumalı, Behçet Necatigil ve Kemal Bilbaşar’dır. Derginin 0cak 1971 tarihli sayısında “Aziz Nesin Özeleştirisini Yapıyor” başlığıyla çıkan ilk yazıdan sonra seri dizi Mayıs 1971’de Necati Cumalı, Haziran 1971’de Behçet Necatigil ve Ağustos 1971’de Kemal Bilbaşar ile devam eder. Son derece özgün bir yazı dizisi olan bu “özeleştiri” dizisi maalesef Kemal Bilbaşar ile sonlanır. Nitekim bir süre sonra dergi de yayın hayatına veda eder. Yazarların özeleştirileri kadar özyaşam öykülerine de yer verdikleri bu yazılar, onların edebi dünyalarını aydınlatmak açısından son derece önemli…

 

“Özyaşamda olduğu gibi özeleştiride de sorum ve suç, ister istemez
bizden başkalarına da bulaşır.”

 

AZİZ NESİN ÖZELEŞTİRİSİNİ YAPIYOR

 

İçtenlikle özeleştiri yapmanın, biri kendimize, biri de başkalarına dönük, iki zorluğu var. Kendimize dönük nedenden ötürü özeleştirinin zorluğu, kendimizi beğenmişliğimizden geliyor. Bir zorlama olmayınca, insan umarsız ve bir dar yerde kalmayınca özeleştirisini içtenlikle yapabilir mi? Sanmıyorum. Kendimizden memnun değilsek, bu, kendi yüzümüzden değil, başkalarının yüzündendir. Olsa olsa, ancak çok acı başarısızlıklara uğradığımız zaman bir özeleştiriyi gereksiniriz, ama o da yine kendimizi suçlamadan...

İçtenlikle özeleştiri yapmamızın başkalarına dönük nedenler yüzünden zorluğu da, bir bakıma özeleştirilerin (otokritik) özyaşamlara (otobiyografi) benzemesi, işin içine kendimizden başkalarının da girmesidir. Yeryüzünde tekbaşımıza yaşayamadığımıza göre, nasıl özyaşam salt kendimizi anlatmak değilse, özeleştiri de aynı nedenle, salt kendimizi eleştirmek, salt kendimizi suçlamak değildir. Özyaşamda ister istemez kendimizi savunma da vardır; özeleştiride de yine ister istemez, kendimizi eleştirenlere karşı nedenler, gerekçeler vardır.

Bir özeleştiride, şu işi yanlış yaptım, öyle değil, böyle yapmalıydım, diyoruz. Hemen arkadan kendiliğinden şu soru gelir: Neden, hangi nedenle? Bu neden, her zaman kendimiz değilizdir. Özyaşamda olduğu gibi özeleştiride de sorum ve suç, ister istemez bizden başkalarına da bulaşır.

Ancak gerçekten çok büyük ve kendi büyüklüğüne inanmış –gerçekten büyük yazarlar, kendi büyüklüklerine herkesten önce inanmışlardır– sanatçılar, yaptıkları yanlışlarda kendilerini sorumlu görür ve bunu açıklamaktan çekinmezler. Bir yazarın büyük bir yüreklilikle, büyük bir yiğitlikle kendi sorum ve suçluluğunu ortaya koyduğunu varsaysak bile, başkalarına, özellikle yakınlarına zararı dokunacağı, onları sorumlu ve suçlu düşüreceği düşüncesiyle özeleştirisinde her şeyi açıklayacak denli içten olamaz.

Tolstoy, özeleştirisini yapmış olsaydı, daha çok eser vermemiş olmasının sorumunu karısına yükleyebilir miydi? Haydn, geçimsiz karısının yüzünden daha iyi besteler yapamadığını, özeleştirisinde açıklayabilir miydi? Beethoven de yeğeninden çektiklerini, özeleştirisinde anlatamazdı, sanırım. Ne var ki, sanatçı yapmak isteyip de yapamadıklarıyla değerlendirilmediği için, yanlış ve eksiklerine gösterdiği hiç bir neden, uydurulmuş bahaneden başka bir şey sayılmıyor ve mazur görülmüyor.

BİR SANATÇI OLARAK NE YAPMAK İSTEDİM?

Çocukluğumda ve gençliğimde, ne yapmak istediğimi, yapmak istediğim şeyin kesin olarak ne olduğunu bilmiyordum. Ama çok önemli, çok değerli, çok büyük bir şey yapmak istiyordum. Sanırım, bu “çok, çok”lu istek, her gençte, hiç değilse gençlerin pek çoğunda vardır. Öyleyse neden yapamadık? Kendimize dönük neden olarak kendimizi sorumlu gösterip “Kabiliyetimiz o kadarmış!” diyelim. Ama ya kabiliyetliler? Bozuk düzenli toplumlarda tesadüflerin insan yazgısına egemenlik oranının çok daha yüksek olduğunu söylemek, hepimizin bildiği bir gerçeği bir daha açıklamaktan başka bir şey değildir.

Çocukluğumdan beri yazar olmak istediğim, çevremdekiler de kabiliyetlerimin bu yönde olduğunu söylediği halde, tesadüflerin zorunlu itkisiyle yazarlığın tam tersi olan bir uğraşın içinde buldum kendimi, asker oldum. İyi ki mutlu bir tesadüfle asker olabildim de okuma olanağı elde ettim, hiç değilse böylece kırk yaşımdan sonra yazar olabildim. Yoksa yazar olmak isteyip olamamış, ama kendini yazar sanan, doyumsuzlukları ve aşağılık duyguları yüzünden o dünyanın kötü insanlarından biri olacaktım.

Aziz NesinSonra yazar olayım diye, ne uğruna olursa olsun, askerlikten kurtulmak için yıllarca çırpınışlar... İkinci Dünya Savaşı yılları, subaylar ne istifa edebilir, ne de emekliye ayrılabilirdi. On yıl önce emekli olmuş subayları bile orduya almışlardı. Sekiz yıl doğu ve batı sınırlarımızda görev. O koşullar içinde havaya uyarak erkenden evlilik... Bütün bunlar, özeleştiri değil de özyaşammış gibi gelebilir. Ama bunlar, yazarlıkta neleri yanlış, eksik yaptığımın gerekçelerini gösterir.

Genellikle yazarlar otuz yaşlarına doğru ün basamaklarını çıkar, ünlenirler. Oysa ben otuz yaşımda askerlikten kurtulup daha yeni başlamıştım yazarlığa.

 Olanaklarım, deneyimlerim, bilgim, yaşıtlarım olan yazarlardan çok eksikti. Her bakımdan düşünsel gelişmem o denli geç oldu ki, otuz yaşımdayken bile bilinçli bir sosyalist değildim. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun “Yeni Adam” dergisinde hikâyelerim yayınlanırdı. On hikâyemden dokuzunu geri çeviren Baltacıoğlu, hikâyelerimi yazdığım kâğıtların arkasına “Bu sosyalist bir hikâye, neşredilemez!” diye yazar, hikâyemi, geri veren Yeni Adam’ın idare müdürü Mahmut Bey’e “Ben sosyalizmin ne olduğunu bile bilmiyorum, sosyalist hikâye yazmadım!” diye hırçınlaşırdım.

Her bakımdan çok geç gelişebildim. İlk kitabım kırk yaşımdayken yayınlanabildi. O zamanlar yaşıtlarım ve arkadaşlarım olanlar, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Veli, Haldun Taner, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, daha niceleri birer ünlü sanatçıydılar. İlk kitabım kırk yaşımda çıktığına, bugün de elli beş yaşımda ve elli beş kitabım olduğuna göre, bütün bu gürültü patırtı on beş yıl içinde olup bitmiştir. Yani içimde hep geç kalmış olmanın yetişememenin, yetiştirememenin acelesi vardı, yine de var... İşte bu acele yüzünden eserlerime isteğimce özen göstermedim, daha dikkatli ve titiz davranamadım. Kısa zamanda çok şey öğrenmek ve çok şey yazmak zorundaydım. Salt kabiliyetle sanatçılığın bir yere dek yürüse bile, sonuna dek yürüyemeyeceğini anlamıştım. Kendimi yetiştirmem için, beş buçuk yıllık cezaevi yaşantım, benim için gerçek bir üniversite oldu. Ancak 1960’tan sonra bereketli yağmurlar gibi yayınlanabilen kitapları, biz cezaevlerinde, basılmamış çevirilerini elle çoğaltıp gizli gizli okurduk, üzerinde tartışmalı konuşmalar yapardık. İyileriyle, kötüleriyle, cezaevlerinde eğitilmeme yardım eden bütün arkadaşlarıma teşekkür borçluyum.

Yukarda anlattığım, çok yazmamın, yazılarımda titiz davranmamamın kendime dönük nedenidir. Bunun bir de dışa dönük nedeni var. Çok yazmamın bir nedeni de, bizde –hele o zamanlar– telif hakkının azlığı yüzünden kalabalık ailemi geçindirebilmek zorunuydu. 1955 yılına kadar Akbaba’nın her sayısına iki hikâye, beş fıkra, birkaç yergi, bir ya da iki taşlama, bir roman tefrikası, daha bir iki küçük mizah yazısı yazar, bütün bunların karşılığı olarak da haftada 50-80 lira telif hakkı alırdım ama bunun da yüzde on beşi vergi olarak kesilirdi. Bu durumda yaşayabilmek için elbette makine hızıyla yazmak zorundaydım. Yüzlerce röportaj, makale, binlerce günlük gazete fıkrası, on beş tefrika roman, eleştiriler, incelemeler, her türde yazı yazdım. Yayınlanmış kısa hikâyelerim iki binden çoktur; bunlardan ancak seçilmiş olan beş yüzü kitaplarıma girmiştir. Eski kitaplarımın yeni basımları yapılırken, kimi hikâyelerimi çıkarıp atmak, kimilerini de değiştirip yeniden yazmak zorunda kalıyorum. Nasıl yazmışım diye şaştığım, yazmış olduğum için utandığım yazılarım çoktur. Ama öğreti yönünden, bugün de altına imzamı atamıyacağım hiçbir yazım olmadığı için övünürüm. Gerçekte çok titiz, dilde çok özenli bir yazar olduğum halde, en büyük yanlışım, hiç olmazsa kırk beş yaşıma kadar, yazılarıma gereken özeni, titizliği gösterememiş olmamdır.

Yazar olarak yanlışlarımdan biri de yazarlığa gazeteci olarak başlamamdı. Gazetecilikle edebiyatçılığı bağdaştırmak, sonra da gazetecilik çemberini kırıp edebiyatçı olmak çok, çok zor bir iştir. İkisi de yazı işi olduğundan, gazetecilikle edebiyatçılık aynı iş, hiç değilse benzer iş sanılır. Gazeteciliğin, edebiyatçılığı beslediğini söyleyenler bile vardır. Oysa gazetecilik, edebiyatçılığı yer bitirir. Edebiyatta çok kabiliyetli arkadaşlarımız gazetecilik yüzünden dökülüp gittiler. (Bu gerçeği çok geç anlamış olan değerli yazar Çetin Altan, son birkaç yazısında bu dramı nasıl derinlemesine acıyla yaşadığını belirtmiştir; itiraf etmiştir demek daha doğru olur.) Bunun böyle olduğunu daha başlangıçta anlamıştım. Ama ne başlangıçta gazeteci olmamak, ne de sonradan gazetecilikten kurtulmak elimdeydi. Bizde yazarlıkta ün kazanmanın da, para kazanmanın da en kolay yolu, gazete yazarlığıdır. Bana önce gazetecilik kapısı açılmıştı ve geçinebilmek için gazetecilik yapmak zorundaydım.

YAPMAK İSTEDİKLERİMİ YAPABİLDİM Mİ?

Yapmak istediklerini yapabildiğini söyleyecek o talihli yazar tarihin ve dünyanın neresinde? Yoktur böyle yazar, olamaz. Onun için bir yazar, kaç yaşında ölmüş olursa olsun, hâlâ eser verebilecek durumdaysa, yine de erken ölmüş demektir. Bu düşünce, bir yazar bencilliği değil, bir halk ve kamu elcilliğidir. Yazarın yazarca bencilliği, okurlar uğruna elcilliği demektir.

Ben de yapmak istediklerimin pek, pek azını yapabildim. Oysa her yazar, her eserine bütün soluğunu koyar. (Kimi eserleri için böyle olmadığını söyleyen yazarlar, o eserlerinden memnun olmadıkları için, kendilerini kandırırlar.)

Bilindiği üzere mekanik bilimindeki hesaplarda, bir makine, kâğıt üzerinde hesaplanmış teorik olarak vereceği verimin, pratikte ancak yüzde birkaç eksiğini verebilir. Pratikteki bu kaçak verime “tecviz-i hata” benimsenebilecek yanlış denilir. Yazarlıktaki verim, makinelerdeki kaçak verim kadar bile değildir. Yani yazarlar, verimlerinden çok kaçak verirler. Her eserimize bütün soluğumuzu koyduğumuz, koymak istediğimiz halde, gücümüzün, bilgimizin, yeteneğimizin, kısacası varlığımızın yarısını koyabilmişsek bu, bir yazar için büyük başarıdır.

Makine makine, insan da insan olduğu için, insanın verim kaçağı daha çoktur. Verimimizi azaltan nedenler, sayılamayacak kadar çoktur: aşk, doyumsuzluk, kapı zili, telefon zili, parasızlık, çok para, yalnızlık, kalabalıklık, ünsüzlük, ünlülük, her şey, her şey...

Yaptıklarımla yapmak istediklerim arasında o denli çok aralık var ki, bütün hızımla bu aralığı kapamaya çalıştıkça, yapmak istediklerim daha da çoğaldığından bu aralık gittikçe artıyor. Şu kadarını söyliyeyim; hiç başka bir şey yapmadan bir makine hızıyla durmadan çalışsam, yalnız elimdeki dosyalar dolusu oyun notlarımdaki oyunlarımı yazabilmem için en az altmış yıl daha yaşamam gerekiyor. Oysa bu notlar hiç durmadan artıyor. Bir yazar, ölümünden sonra, başka hiçkimsenin yapamayacağı geriye neler, neler bırakır ve bunların hepsi de o yazarla birlikte gider. Bence iyi yazar, yüz yıl yaşasa da, bin de eser vermiş olsa, ölümünden sonra “Ne erken öldü, ne az eser verdi...” denilebilen yazardır.

BANA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLERDE
DOĞRU YA DA YANLIŞ BULDUKLARIM

Çalakalem yazdığımı söyleyenler haklıdırlar. Kırk beş yaşıma dek böyle yazdım. Yukarda bunun nedenini açıkladım. Şu konuyu çok düşünmüşümdür: Bir yazar, yayınlanan bir yazısını sonradan değiştirebilir, düzeltebilir mi? Yayınlanan bir yazı, kamunun malı olduğuna göre, artık yazarın o yazıyı sonradan değiştirmeye hakkı olmamalıdır. Ama yazar biryanda yaşamakta olduğuna, yani kendisi değiştiğine göre, eskiden yayınlanmış bir yazısını sonradan değiştirebilir. Hangi düşünce daha doğrudur, bilemiyorum. Ama ben, yeni basımlarında eski kitaplarımı değiştiriyorum. Bir bakıma böylece günahlarımı ödemeye çalışıyorum. Örneğin iki basım yapmış ve çok da satmış olan “Gol Kralı” adlı romanımı üçüncü basıma hazırlamak için, bir romanı ilk yazışımdan daha çok zaman harcadım, üç – dört katı kadar... Ya onun zorluğu, düzeltmek, yazmak çok daha zor.

Yazılarımda, tekrarlar olduğunu söyleyenler haklıdırlar. Ama ben bu tekrarları, sanatımın aleyhine olduğunu bilerek, isteyerek yaparım. Çünkü, yaptığım sanat kadar da okurlarıma, seyircilerime yararlı olmaya çalışıyorum. Okur ve seyirci olarak kendime yalnız seçkin aydınları almıyorum. Az okuryazarları, hattâ hiç okuryazar olmayanları da düşünüyorum. Böylelerine, ne demek istediğimi dönüp dönüp yeniden anlatmak zorundayım. Sanatımın aleyhine olan bu durum yüzünden yazılarımın yaygınlığı sağlanabilmiştir.

Yazılarımda ekonomik olmadığımı söyleyenler, kimi yazılarım için haklıdırlar. Bunu da istemiyerek, ama bilerek yapıyorum; yine daha iyi anlatabileyim, o konuda anlatamadığım bir şey kalmasın diye...

Her yayınlanan yazısını kitaba alıyor diyenler haksızdırlar. Çünkü onlar benim ne çok yazdığımı, bunlardan pek azını kitaplarıma aldığımı, kitaplarımın yeni basımlarında da bunlardan ne kadarını çıkardığımı ya da değiştirip düzelttiğimi bilmiyorlar. Ama yine bu yaşımdan sonra –ilerde düzeltmeye vakit kalmadığına göre– daha titiz davranmam gerektiğini biliyorum ve böyle yapıyorum.

EN BÜYÜK YANLIŞIM

Yazarlıkta en büyük yanlışım, vazgeçilemeyecek, dönülemeyecek, başka türlü yapılamayacak olan bir yanlıştır. Bu yanlış ya da bu eksik, yalnız bende değil, kuşakdaşım olan bütün yazarlarda vardır. Bizden sonraki kuşak yazarları bizim yanlışları yapmamıza, kendilerinin de görmelerine –görebilenler elbet– borçludurlar. Bu yanlış şuydu: Biz her yana birden koştuk, koşmak zorunda bırakıldık... Tarih, ekonomi, politika, sosyoloji, daha neler, neler... Olmaz, olmamalı böyle şey. Olur, demek, hiçbiri tam olamaz demektir. Biz, bu denli dallı budaklı alanlara yayılmayı isteyerek yapmadık. Yaşadığımız toplum koşulları bizden bunu istedi. Tıpkı, içinde bulunduğumuz bir gemi delinip su almaya başlayınca, salondaki kemancının bile kemanı bir yana bırakıp deliği tıkamaya koşması gibiydi bizim durumumuz. Her açılan delikten öbür deliğe koşuşup durduk; onun için günlük politikaya girmek zorundaydık, ekonomiye, tarihe, sosyolojiye el atmak zorundaydık. Bir yandan da sanatçıydık ve bu durum sanatımızın aleyhine oldu. Ne var ki, her zararlı olan şeyin yararı, her yararlı olanın da zararı vardır. Bugünün bizden sonraki kuşaktan sanatçıları, pek zor anlayacakları bizim bu delikten deliğe koşmamız yüzünden sanatımızda uğradığımız kayıpları kınasalar da, biz bu yöndeki yanlışımız ve doğrularımızla ancak ne yapılabilirse onu yaptık. Sanırım, Sartre’in “Yalınayaklara ayakkabı yapmak dururken yazı yazmanın yanlışlığını” anlatan sözü, bizim kuşak yazarların 1940 – 1960 durumunu çok iyi anlatmaktadır.

ÖZELEŞTİRİMDE KUŞAKDAŞLARIMLA BENZERLİKLER

Her kuşaktan yazarın birbirine benzerlikleri vardır ama, bizimki denli benzerlikler olabileceğini sanmıyorum. Bikez yetişmemiz ve kökenimiz bakımından kuşakdaşım yazarlar birbirlerine çok benzerler. Hemen hepimiz halk çocuklarıyız, ya emekçi sınıfından ya da küçük burjuvanın en yoksul kesiminden geldik. Kaynağımızın bütün meziyet ve kusurlarını ortaklaşa taşırız. İyi eğitilmedik, iyi öğrenim görmedik, yabancı okullarda, Avrupa’da yetişmedik, çoğumuz yabancı dil bilmeyiz, bilenimiz de iyi bilmez. Her nereye ulaştıksa, dirseklerimizle ite ite, anlatılmaz zorluklarla, soluk soluğa geldik. İster istemez içine daldığımız politika bizim için ne lüks, ne fanteziydi. Ana-baba parasıyla, devletin verdiği bursla yapmadık politikayı. Bu yüzden göze aldığımız tehlikeler de, yaptığımız işe oranla çok büyüktü. İşte bu nedenlerle özel yaşantımızda da, sanatımızda da kayıplarımız büyük oldu.

NELER YAPMAYI DÜŞÜNÜYORUM?

Bir yazarın firma haline gelmesi, yeni sanat kişiliğini kabul ettirmesi zordur. Ama bir yazar firma haline geldi mi, daha yaşarken ölümü de başlıyor demektir. Bizim edebiyat piyasamız bu türlü canlı kadavralarla doludur. Bunlar hâlâ yaşayabiliyorlarsa, eski ünlerinin gölgesine sığınarak yaşayabiliyorlar.

Bir yazar için kişiliğini bulduktan, ustalaştıktan, yani firma olduktan sonra, bundan daha zor olanı kendi çizgisini aşabilmek için kendisini değiştirmesi, yenilemesidir. Bu, gerçekten çok zordur. Çünkü yenileşeceğim, değişeceğim diye yazarın maskara olmak ihtimali çok kuvvetlidir. Bundan başka, artık firma haline gelmiş yazarın kendi kalıplarından kurtulmasını okurlar kabul edemez, karşı korlar. Okurlar, eczaneden aldıkları bir aspirin tüpü içinden, diyelim müshil hapı çıkmış gibi, kendilerini kandırılmış sayarlar. Yazar, kendisini değiştiremez, yenilemezse, yaşarken ölmüş olur; değiştirir, yenilerse bu kez de reddedilir, benimsenmez. Yazar bu engeli de yenmek, kendini yeniden kabul ettirmek zorundadır. Ben işte, zurnanın zırt dediği bu yere, yazarlığımın bu bıçak sırtı yerine gelmiş bulunuyorum. Son altı-yedi yıldır böyle bir savaşın içindeyim. Son hikâyelerimin, genellikle oyunlarımın kimilerince yadırganış nedeni budur.

Özellikle oyunlarımda bir tiyatro yeniliği yaptığıma inanıyorum. Yaptığım işin anlaşılması ya da kuramlarını açıklayabilmem için, en az aynı türde on - on beş oyun yazmam gerekiyor. Bu bakımdan benim için “Mizahı küçümsediği için böyle oyun yazıyor” diyenler çok haksızdırlar. Mizahı nasıl küçümsemiş olabilirim ki, yazarlık yaşamım mizahın çok ciddi bir iş olduğunu anlatmakla geçti. Bugün bu gerçek anlaşıldıysa, bunda benim çabam yok sayılabilir mi?

Yapacaklarım, yapmak istediklerim o kadar çok ki... “Böyle gelmiş böyle gitmez” adlı özyaşamımın öbür ciltlerini yazmam, okurlarıma karşı bir borç oldu benim için. Sonra Nâzım Hikmet’in özyaşam romanını yazmayı tasarlıyor ve üzerinde çalışıyorum yıllardır.

Kısa hikâye türünde kendi çizgimde üç aşama var sanırım. İlk aşamada, sayıları ençok olan mizah hikâyelerimde, çağdaş Türkiye’nin toplumsal topografyasını vermeye çalıştım. İkinci aşamada, masallarla sembolik ve alegorik satir yolunu denedim. Sonra “Namus gazı” kitabımdakilerde olduğu gibi, mizahta soyutlama ve genellemeye yöneldim. Açıkça söyliyeyim ki, mizah hikâyelerinde bundan sonra yapabileceklerim bundan önce yaptıklarımın değişik biçimde, aynı doğrultuda başka denemeleri olabilir. Çok isterim ama, mizah yolunu o denli çok zorladım ki, uzun zaman mizahta bir yenilik, bir değişiklik, yeni bir aşama yapılabileceğini sanmıyorum.

Sonra oyunlarım, oyunlarım, oyunlarım...

İşte nice içten olunabilirse onca içtenlikle yazdım özeleştirimi. Elli altı yıllık yaşamın, elli beş kitabın özeleştirisini daha da özetlemek olanaksız. Elbet yazamadıklarım yazdıklarımdan, eksiklerim ve yanlışlarım doğrularımdan, yapamadıklarım yaptıklarımdan çok...

 

***

 

BEHÇET NECATİGİL ÖZELEŞTİRİSİNİ YAPIYOR

 

Kendi kendimizi eleştirmek, Ben’i aşağılamaktır; kolay alınamaz göze. Kuzgun ve yavrusu. Can gibi, onur da tatlı. Sonra zaten bu yolda her konuşma dolaylı, kaçamak bir kendini – savunmadır. Bir yandan elleri kollayacaksınız. Kendimizi alaya alırken bile, bir bağışlanma isteğinin, ümidinin yerçekimindeyiz. Neyi değiştir özeleştiri? Bildiğimizden şaşacak, bilinçaltımızdaki şaşmaz doğrultumuzdan sapacak mıyız? Evet her seçme, seçmediğimize karşı bir sorumluluk da yükler bize, ve her tutsaklık bir özgürlük kısıtlamasıdır ya, mutlu tutsaklıklardan da söz edilebilir. Bu tür bir tutsaklık bizi bir kişiliğe, kendimizi bulmaya, saptamaya (sapıtmaya değil!) götürür.

Şikâyetçi değilim şiirde, radyo oyunlarımda kendi bildiğime gitmelerden. Günün eğilimi! Gün yatar ufkun büyüklüğünde. Başka türlü yazamıyorum demek, bir yakınma, bir özür dileme olsa gerek. Kendi türkümü söylemek, ortak algıları kendi mizacıma göre yorumlamak veya geçiştirmek, kamu zararına bir suç mudur ki, dolambaçlı yollardan temize çıkarmaya kalkışayım kendimi?

Başka türlü de yazılabilirdi. Bugün otuz yılını doldurmuş bir edebiyat öğretmeniyim. Sınıflarımda zaman zaman bir ders konusuna, bir edebiyat sanat ya da tekniğine örnek diye hece veya aruz vezniyle, oracıkta beyitler düzenleyiverdiğim; bazan da bir meslektaşlar toplantısına “ber-vezn-i aruz” bir kaside, bir gazel özentisiyle gittiğim çok olmuştur. Öz şiirime bir ihanet mi bu? Böyle oyalanmaları daha artistik plânda, bilinçli-güdümlü uygulayıvermek, birçokları gibi benim için de zor değil sanırım (Öz övgü!).

Yok ama, kendi şiirimi başka şiirlerin yanında, önünde görmek de hakkım! Bu benim iflâsımı, tekrarlarda tükenmemi de hazırlarsa öz sesimi vurgular, özel çizgilerimi kalınlaştırıp görünür biçimlere sokar. Narkissos’un sudan aynası? Acaba? Yüzlerde istihzâ gülücüklerinden güller açtıracak taraflarımdan biri ne midir: Zaman zaman “İyidir böyle yazmış olmam!” deyişim. Fakat çuvaldızları kendime batırmam da mümkün. Vardır öyle zamanlarım. Ansızın gözümden düşerler; hiç birini görmek, duymak istemem kendi yazdıklarımın. Boşalmış, hiçlenmiş, kendime içerlemiş, bir süre ölü çizgimde kalakalırım. Derken gecenin bir vaktinde, şiirlerimden biri, özletir kendisini. Çok azı ezberimdedir; basılı olduğu dergiyi, kitabı bulur, açar, okurum. “Güven bana!” demiştir o şiir o anda, olduğu yerden. Güvenirim. Çokluk dumanlı zamanlarda olur bu. Araştırmadım ya, sanırım, dumansız barut bile dumanlı kafa ile bulundu. (Öyle olsaydı sevinirdim, ama gene de bir iddiayı belgelemem şart değil!) Sonra yalnız kafa mı sisli, dumanlı olmak yüklemlerinin öznesi? Ruhumuzu unutmayalım! En olumlu sislerimiz, seslerimiz içerde, gönülde yoğunlaşır, somutlaşır. Ruhun da embriyolojisi vardır. Bazı konuların, ya da şiir olan her şiirin beni açmayışı, o şairin o şiiri yazarken sarıldığı sislerin silik, enez oluşundan, tez dağılır türden oluşundan ileri gelir. Koyu sisler sarmalı bizi.

Özeleştiri diyoruz. Aslında her şair kendi özeleştirisini her şiirinde kendi yapar, yapmalıdır. Yani bir baskından, bir zorunluktan gelen şiiri baskıya verinceye kadar yapar. Bir kerede yazılmış bitmiş şiirler çok azdır. Şiir bir kolda adım adım ilerler, ve sonunda?... Bu işin sonunu harcanan emek ve uygulanan tedavi tâyin eder. Yarım tedavilerde veya başından şifasız durumlarda kol gider. Kurtuldu sanırız ya, gitmiştir. Edebiyat tarihimiz “Ağlarım benden önce can veren eserime” hayıflanmalarıyla doludur. Ahmet Haşim’in “Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı / Baştan başa efgan ile nâle” beytini bir başka yoruma iliştirelim de âlem-i ervâhı dolduran şairlerin duyulur – duyulmaz pişmanlıklarına, yakınmalarına kulak verelim! Evet, ameliyatlar, tedaviler tamam sanırım, şiiri taburcu ederiz. Şu var ki, çok geçmez, yavaş yavaş durumu ve sağlığı ümitsizleşir o şiirin. O zaman bizim yaşayabilmemiz için onun unutulması; yani elden gözden çıkarılarak ölmüş şiirler mezarlığına gömülmesi gerekir.

Diyeceğim, bir şiir üzerinde, yayımlanıncaya kadar sürmüş, hattâ uzun sürmüş düzeltmeler, değiştirmeler, yani bunları yaparken kendimizi boyuna eleştirmemiz bile yarımdır, noksandır. Buna göre özeleştirme, özbeğenme, öz melâmet, sonuç bakımından bir aldanıştır. Neye güveneceksiniz? Tam bilinemez nedir tam, nedir kesin? Ve dahi (durulamadan ekleyebiliriz:) evet, özeleştiri rahat düşkünlüğünün tam karşıtıdır; sürekli bir tedirginlik ve acaba’lar toplamıdır. Ama tabiî, başkalarını eleştirmeye oranla, eh bir dereceye kadar, daha olumlu, daha ümit vericidir. Şu var ki “Nasıl dökülmüşse lav, öyleyiz, üstümüze.” Kızgın lavlar bir çığlık, bir organ kasılması, bir erime ve taşlamada dondurur bizi. İki durum da bizim irademiz dışındadır: Ne öz eleştirmenlerimizi kendimize tam uygulayabilir, bizde bir ezâ gibi sürüp giden taşlaşmış gömleklerimizden sıyrılabilir, başkalarında küçümsediğimiz dikkatsizlikleri kendimizden öteye itebiliriz; hele ne de bizden sonranın, ağzımızla kuş tutmalarımızı dahi, anlayış ve iyi niyetle takdir etmelerini garantileyebiliriz.

İster kendimizden gelsin, ister başkalarından, eleştirme; donmuşu, oluşmuşu, olup bitmişi değiştiremez, kendisini yeni bir biçimde onaracak, düzeltecek duruma getiremez. Her şey o tabloda acıma ve alaylara göğsü açık, mahkûm, öylece kalacaktır. Bu tutsaklık, eser yaratılırken kendini yaşatma çabalarını sonralara duyurabildiği, türlü birikim ve yatırımları yansıtabildiği oranda ancak, mutlu bir tutsaklık olur, bağışlanabilir.

Sonra, özeleştiri, varlığını biraz da tutarlılıkda belli eder; bir yere diretiştir. Sanatçı, yüzyılların geçit töreninde günün eğilimlerini fazla önemsemez. Kendine inanmıştır. Bencillik mi? Pek değil. İkide bir aklıma takılan Narkissos sularının görüntülerinde de gerçekler vardır. Ben kesinlikle söyleyemem, özeleştirinin sadece sudan bahaneler olduğunu; ya siz?

Bazı kitap isimleri yanında şu hazin not görülür: Tükendi. Kitap mı, yazarı mı, şairi mi? Düşündürür insanı. Özövgüyle hemşîre özeleştiri de bir tükenişi, bu örnekteki Allah söyletiyor benzeri, bilmeden, veya bilmezden gelerek kabul; fakat bir onuru korumak için sigaya çeken, suçlayan bakışlara karşı, bu tükenişi inkâra yelteniş olmasın? İhtiyarlık çağlarında ömrümüzün muhasebesini yapmak gibi, ince bir hüznü de beraberinden getiriyor özeleştiri.

Özetleyim: Yazdıkları ister özgüven’in dev aynalarında büyüsün, ister özkınamanın kılpranga süzgeçlerinden geçsin, ben, gene de, “ben” diyen şairleri seviyorum. Kendi yazdıklarımdan da bu ben’lerden birini yazdığım için, memnunum. İnsan, kızgın yaz sıcaklarında boyuna susar (susamak kökünden). Narkissos suları, sonu bir serap da olsa, susuzluğu giderecek tek ümittir. Ha öz, ha koz eleştiri; değil mi ki çok kurak tarla.

 

Aziz Nesin ve Behçet Necatigil’in 1971 yılında Yeni Edebiyat dergisinde çıkan “özeleştiri” yazıları orijinallerine sadık kalınarak dizilip yayımlanmıştır.