Edebiyat Kanonu ile “edebiyat mezbahası” arasında

"Edebiyat tarihinin yasaları hatırlama değil, aksine, unutma üzerinden işler. Tüm metinleri hatırlamak, hatırlatmaya devam etmek mümkün değildir. Her ne kadar edebiyat tarihinin yasaları unutmayla işlese de, Türkiye’de son 20 yılda “edebiyat mezbahası”ndan kurtarılan metin sayısında ciddi bir artış oldu. Unutturmanın değil, hatırlatmanın makbul bulunduğu bir dönemdeyiz."

09 Haziran 2022 20:00

 

Bir edebi yapıtın “gölgede kaldığı”nın ya da aksine, kanonik olduğunun üzerinde durmak, hangi mekanizmaların bu sonuçları belirlediğini tartışmak, edebiyat eleştirmenlerinin genelde ilgilenmediği konular olagelmiştir. Metinlerin kendileriyle ilgilenmenin, metinleri analiz edebilmek ya da daha teknik tabirle “yakın okuma”ya tabi tutmak için geliştirilecek yöntemleri bulma arzusunun olağan sonucudur bu. Kısacası, metnin okur ya da kanon nezdindeki konumu üzerine düşünmek, metin merkezli bir yaklaşımın dışladığı ya da en azından öncelik vermediği bir meseledir. Dolayısıyla edebiyat sosyolojisinin ve edebiyat kanonunu tartışmanın pek de rağbet görmediği bir ortamda hangi metinlerin hatırlandığı ya da unutulduğu ihmal edilebilir bir konudur.

Dahası, genelde bir yapıtın kanonik olması ya da aksine, ihmal edilmesi “estetik kıymet”in olağan sonucu olarak görülegelmiştir. “Zamana direnen yapıt”ın bu direnci metnin bünyesindeki estetik kıymeti sayesinde geliştirebildiği sıkça iddia edilir. Estetik kıymet gibi hayli değişken bir kavrama bu denli keskin bir sabitlik atfedilebilmesi ve dahası, bu anlayışın hayli yaygın olması şaşırtıcıdır. Çünkü edebiyat alanı ve tarihi, unutturma ya da tersine hatırlatma stratejilerinin sıkça devreye sokulduğu bir mücadele alanıdır. Bir mücadele alanı olduğu için de birtakım isimlerin ya da yapıtların kanona dahil olduğuna ya da aksine, çepere itildiğine sıkça tanıklık edilir. Hatta edebiyat kanonunu analiz etmek, bu mücadeleler tarihini yorumlamak demektir. Kimler, hangi nedenlerle kanonik kabul edilerek unutturulmamaya çalışılırken, niçin başka birileri çepere itilmekte ve üzerine “unutuşun o tunç kapısı” kapatılmaktadır? Bu soruya cevap vermek için önce edebiyat kanonunun nasıl inşa edildiğini tartışmak gerekir.

“Türkçe bir edebiyat kanonu var mı?” tartışması yaklaşık 20 yıl önce yapılmış ve haklı olarak bir kanonumuz, en azından tekil bir kanonumuz olmadığı sonucuna varılmıştı.[1] Ancak şu son 20 yılda kanon bağlamında ciddi değişimler yaşandı. Ahmet Hamdi Tanpınar ve İkinci Yeni başta olmak üzere bir kanonlaşma sürecine tanıklık edildi. Yine bu son 20 yıl, geçmişin ihyası açısından yoğun emeğin harcandığı bir dönem oldu. Çeperde kalmış yazarlar ve metinler yeniden yayımlandı.

Kitaplar bir yana, tefrikalar bile derlenip toparlandı ve toparlanmaya da devam ediyor. Genelde “Türk Klasikleri” adıyla Osmanlıcadan (“Osmanlı Türkçesi”nden!) pek çok metin yeniden dolaşıma sokuldu ve şaşırtıcı biçimde bu kitaplar peş peşe baskılar yaptı. Telifi düşmüş her kitap yayıncı nezdinde kıymetli bulunduğu için “vefa”, “unutulmaz eserler”, “unutturmadıklarımız” gibi birtakım serilerle “ihmal edilmiş” kitaplar yeniden dolaşıma sokulmaya devam ediyor. Edebiyat tarihimizde geçmişin bu denli ilgi ve itibar gördüğü başka bir dönem olmamıştı. Aksine, uzun yıllar geçmişin metinlerinden kurtulmak makbuldü. Üstelik modern Türkçe edebiyat çok genç olduğu ve henüz kanonu kurulamadığı için, dahası, ekonomik nedenlerle yayıncılık alanı hayli dar olmak zorunda kaldığı için “eski metinleri” basmaya hevesli yayıncı bulmak da zordu. Ama son yıllarda bu durum dramatik biçimde değişti.

Edebiyat tarihini daha kuşatıcı biçimde yazmak için ihmal edilmiş metinlerin dolaşıma sokulması elbette gerekiyor ama şaşırtıcı olan, keşfedilen neredeyse her metne müthiş bir estetik kıymetin atfedilmesi ve neredeyse her metnin haksızlığa uğradığının dile getirilmesi. Oysa Franco Moretti’nin “edebiyat mezbahası” kavramıyla ifade ettiği gibi, yayınlanmış metinlerin çok azı edebiyat alanında dolaşımda kalabiliyor. Şöyle diyor Moretti:

“Dünya tarihi, dünya mezbahası olduğu kadar, meşhur bir Hegelci vecizenin de işaret ettiği gibi edebiyat mezbahasıdır da. Kitapların ‘önemli bir kısmı’ yok olmaya mahkûmdur ve [aslına bakılırsa ‘önemli bir kısmı’ ifadesi durumu gözden kaçırmaya neden olur]: 19. yüzyılın Britanya romanlarına ilişkin bugünün kanonunu iki yüz başlık altında toplasak bile (ki bu çok yüksek bir rakamdır) yayımlanmış tüm romanların yalnızca % 5’ine ulaşacaktık. Peki diğer % 95 nerede?”[2]

Moretti’nin sorusu önemli bir sonuca varmaya imkân verir: Edebiyat tarihinin yasaları hatırlama değil, aksine, unutma üzerinden işler. Tüm metinleri hatırlamak, hatırlatmaya devam etmek mümkün değildir.

Her ne kadar edebiyat tarihinin yasaları unutmayla işlese de, Türkiye’de son 20 yılda “edebiyat mezbahası”ndan kurtarılan metin sayısında ciddi bir artış oldu. Unutturmanın değil, hatırlatmanın makbul bulunduğu bir dönemdeyiz. Bu denli yaygın biçimde eski metinlerin keşfedildiği, yeniden dolaşıma sokulduğu bir ortamda gün geçtikçe “unutulan yazar” sayısı da azalıyor. Çok değil, bundan 20, hatta 5 yıl önce unutulduğu söylenen yazarlar/metinler farklı yayınevleri tarafından peş peşe yayımlanıyor. Belli aralıklarla yapılan “değeri bilinmeyen” soruşturmalarına bakıldığında unutulanların ve hatırlananların hızlı biçimde değiştiğini görmek mümkün.

Varlık dergisinin Haziran 1992 tarihli sayısında yapılan “Değeri Abartılan” ve “Yeterince Anlaşılmayan” yazarlarla ilgili ankette çok dağınık bir sonuç ortaya çıkmış ama yeterince anlaşılmayanlarda en çok oy alan iki isim bugün için hayli ilginç: İlki Ahmet Hamdi Tanpınar, diğeri ise Vüs’at O. Bener. Vüs’at O. Bener’in değerinin anlaşılmadığı belki hâlâ söylenebilir ama artık Tanpınar için bunu söylemek mümkün değil. Anketten sonraki 30 yıl içinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kanonlaşmasına hep birlikte tanıklık ettik.

3 Mayıs 2000 tarihli Radikal gazetesinde de küçük çaplı bir “değeri abartılanlar” ve “değeri göz ardı edilenler” anketi var. Bu ankette değeri göz ardı edilen beş yazar belirlenmiş: Ahmet Hamdi Tanpınar, Tahsin Yücel, Bilge Karasu, Hasan Ali Toptaş, Abdülhak Şinasi Hisar. 2000 yılında Tanpınar’a yeterince değer verilmediğinden yakınma hâlâ gündemdeymiş. Diğer dört yazara gelince, Abdülhak Şinasi Hisar’ın mirasçı sorunu nedeniyle kitaplarının dolaşımda olamaması bir yana bırakılırsa, hiçbirinin değerinin fark edilmediği söylenemez artık.

2010 yılında yapılan BESAM’ın düzenlediği “Unutulan Yazarlarımız” sempozyumunda ise şu yazarlar ele alınmış: Celal Sılay, Falih Rıfkı Atay, Kenan Hulusi Koray, Sadettin Nüzhet Ergun, Mehmet Seyda, İlhan Tarus, Ömer Bedrettin Uşaklı, Mahmut Yesari, Reşat Ekrem Koçu, Bekir Sıtkı Kunt, Eflatun Cem Güney, Suut Kemal Yetkin, Kemal Bilbaşar, Sadri Ertem. 2010’daki bu sempozyumdan sonra bu yazarların önemli bir kısmının kitapları dolaşıma sokuldu ve bu yakın tarihli sempozyumun kendisi tarihsel bir belgeye dönüştü. Kemal Bilbaşar’ın tüm yapıtları Can Yayınları tarafından, Reşat Ekrem Koçu’nun eserleri Doğan Kitap, İlhan Tarus’un romanları H2O tarafından yayımlanıyor. Telifi düşen Kenan Hulusi Koray ve Sadri Ertem’in neredeyse tüm kitapları ise birden çok yayınevi tarafından basılıyor. Bu isimlerin artık unutulduğunu söylemek pek mümkün değil, en azından kitapları dolaşımda kalıyor.

Edebiyatta değer vermenin sorgulandığı başka bir mecra da Kurgan dergisinin Haziran 2015 tarihli “Unutulan Yazarlar” dosyası. Bu sayıda da “unutulan yazarlar” şunlar: Fazlı Necip, Sadri Ertem, Raif Necdet Kestelli, Mehmet Tevfik, Mahmut Yesari, İskender Fikret Sertelli, Safvet Nezihi, Yaşar Nezihi, Mesih Akyiğit, Reşat Enis Aygen, Fahri Celal Göktulga. Bu listedeki yazarlardan “önemli bir kısmı”nın kitapları da dolaşıma girdiği için unutuldukları artık söylenemez. Fahri Celal’in tüm hikâyelerini YKY, Sertelli’nin pek çok kitabını başka yayınevlerinin yanı sıra Ötüken, Fazlı Necip’in eserlerini İş Bankası başta olmak üzere birkaç yayınevi yayımladı. Reşat Enis’in bazı kitaplarını derginin yayım tarihinde Evrensel yayımlıyordu. Telifi düştükten sonra Mahmut Yesari’yi Can Yayınları dahil pek çok yayınevi yayımladı. Aynı durum Safvet Nezihi için de geçerli. Telifleri düştükçe diğer yazarların kitaplarının da yeniden dolaşıma gireceğini tahmin etmek zor değil.

Tüm bu soruşturmalar, dosyalar ya da sempozyumlar bir yandan değer atfetmenin ne denli değişken olduğunu, diğer yandan unutulduğu düşünülen ne çok yazarın son yıllarda hatırlandığını görmeye imkân veriyor. Unutulduğu düşünülen yazarların çeşitliliğine ve hatırlanma biçimlerinin farklılığına bakılınca, son yılların ihya ve vefa stratejisinin tek bir gerekçesi olmadığı, aksine, hayli karmaşık bir sürecin yaşandığı da fark ediliyor. Kemal Bilbaşar’ın kitaplarının yeniden dolaşıma girmesini farklı bir açıdan ele almak gerektiği gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kanonlaşma sürecini başka açılardan değerlendirmek gerekiyor. Ne Bilbaşar’ın ne de Tanpınar’ın hatırlanma stratejisiyle hiç ilgisi olmayan, yalnızca telifi düştüğü için, yayıncının ticari kaygısıyla dolaşıma sokulan metinlerden de söz etmek mümkün. Ayrıca akademisyen sayısındaki hızlı artışın bir sonucu olarak akademik yayın yapma arzusuyla yayınevlerine yönlendirilen taleplerdeki artışı da dikkate almak gerekiyor. Dolayısıyla “değer” vermenin, hatırlamanın birbirine hiç benzemeyen, farklı nedenleri var.

Gerekçesi ne olursa olsun, Türkiye’de artık unutmanın değil, hatırlamanın kıymetli hale geldiği aşikâr. Bu süreç günümüzde gittikçe yoğunlaşan nostalji duygusundan da, “ecdat yadigârı” eserlerin ihyasından da azade yorumlanamaz. Benzer biçimde, bu hatırlama stratejisini Türkçe edebiyat kanonunun “durumu”yla da ilişkilendirmek gerekiyor. Türkçe bir edebiyat kanonunun varlığından söz edilemediği günlerden, artık yayıncının kanonik kitapları basmak için ticari kavga verdiği bir döneme geçildi. Kanonun inşası birtakım yazarların sürekli dolaşımda kalmasını sağlarken, kaçınılmaz olarak pek çok yazarın da unutulmasına ya da en azından çepere itilmesine yol açtı. Ancak Türkiye’de 1980’lere kadar edebiyat yayıncılığı dar bir alan olageldiği, yıllık kitap yayımlama sayısı hayli düşük olduğu için –popüler yazarlar bir yana– edebiyat alanındaki unutulma oranının da, gelişmiş yayıncılığa sahip ülkelere nazaran daha düşük olacağını tahmin etmek zor değil.

Dolayısıyla Franco Moretti’nin sözünü ettiği edebiyat mezbahasının Türkçe edebiyat açısından daha az kıyıcı olduğu söylenebilir. Bir yandan farklı gerekçelerle geçmişi ihya etme arzusu, diğer yandan da metin/yazar sayısının nispeten az olması nedeniyle unutulan yazar sayımız da çok yüksek değil. Tüm bu hatırlama stratejilerine ve Türkiye’de edebiyat alanının dar kalması nedeniyle çepere itilen yazar sayısının az olmasına rağmen elbette unutulan yazarlar ve metinler var. “Edebiyat mezbahası” işlerliğini koruyor. Ancak bu “mezbaha”daki yargılar da kesin değil. Çoktan ömrünü tamamladığı düşünülen metinler yeniden dolaşıma girerken, başköşedeki metinler itibarını kaybedebiliyor ya da en azından bu metinlere ilgi azalabiliyor.

Süreğen bir mücadele alanı olan edebiyat kanonunda sabitlik değil, hareketlilik hâkim. Metnin kanona dahil olmasını ya da mezbahaya yollanmasını belirleyen, metnin bünyesine içkin estetik kıymeti değil, bu hareketli süreçte nasıl bir konuma yerleştirildiğidir. Yayınlandığından beri hiç değişmeyen metinlerin estetik kıymetinin ya da kanonik konumunun farklılaşması metinlerden daha çok bu metinlerin alımlandığı dönemin eğilimlerini görmeye imkân verir. Son 20 yılda öne çıkan “edebiyat mezbahası”ndan metinleri kurtarma arzusu, metinlerden daha çok bize dair bir şeyler söylüyor.

 

Küçük bir not:


Bu metni K24’ün “Gölgede Kalmış Kitaplar” dosyası için Kemal Bilbaşar’ın Zühre Ninem romanına dair yazım için “giriş” olarak yazmıştım. Mesut Varlık’ın önerisiyle bu girişi ufak tefek değişiklikle bağımsız bir yazı haline getirdim. Yazıyı son bir kez gözden geçirmek için beklerken Fatih Altuğ’un K24’te “Taner Ay’ın Kadirbilirliği” adlı yazısı yayımlandı. Altuğ’un yazısındaki şu saptamalarla benim bu yazıdaki yorumlarım paralellik taşıyor:

“Son yıllarda basılan kitaplara, yapılan söyleşilere, akademik makalelere, sosyal medya iletilerine baktığımızda hatırlamaya ve hatırlatmaya yönelik çağrılardan ve unutturanlara karşı öfke ya da sitemden söz edebiliriz. Edebiyat tarihlerinin dışlama mekanizmalarına dair farkındalıktan yazarların külliyatlarının basımına, az bilinen metinlerin keşfinden telif süresi sona ermiş yazarların eserlerinin birçok yayınevi tarafından kitaplaştırılmasına kadar uzanan bir ölçekte edebi geçmişi hatırla(t)ma pratikleri yükselişte. Bu eğilim kendi başına kıymetli olmakla birlikte, hatırlatma sorumluluğunu hakkıyla yapanların yanında unut(ul)uşa dair sitemler aracılığıyla kendine güç devşirmekle yetinen konumlar da mevcut. Unutturulanın, keşfedilenin kıymetini teslim etmekle, kadrini bilmekle ilgili bir sorumluluk duymaktansa, sırf unutulduğu için yazara ya da metne değer atfetmek, az bilinmenin kendisini otomatik olarak nadir bir kıymete tercüme etmek, analizlerden çok sıfatları, övgüleri, yaftaları devreye sokmak gibi yollara da sıkça rastlıyoruz.”

 

NOTLAR:


[1] Kanon tartışmalarını şurada aktarmıştım. “Melih Cevdet Anday’da Etkilenme Arzusu ve Kanon”, Birikim 389 (Eylül 2021): 6-13.

[2] Franco Moretti, Uzak Okuma, çev. Onur Gayretli, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2021, s. 53; Distant Reading, Londra: Verso, 2013, s. 66. Türkçe çeviride bir cümleyi değiştirdim ve köşeli paranteze aldım.