Merkeze doğru yürümeyi değil, kendi özerkliğini merkezileştirmeye çalışan bir fikriyat: Edebi Şeyler

Yayın dünyamızı mercek altına almak, görünenin de ötesinde görmezden gelinen sorunları gündeme getirmek için yeni bir söyleşi dizisine başlıyoruz. İlk konuğumuz: Edebi Şeyler...

19 Nisan 2018 14:20

"Eğer büyük bir yayınevi değilseniz, sizi bağlayan veya hakkınızı arayan tek dağıtımcınız yoksa, para alma konusunda ciddi sıkıntıdasınız demektir."

"Türkiye’de yayımlanan kitap sayısı kadar raf yok kitapçılarda. Bu durum hâliyle ciddi bir sıkışma yaratıyor. Böyle olunca manipülasyon da artıyor. Evet, yanlış duymadınız, yayıncılıkta bu terimin ne işi var diyeceksiniz, ama öyle maalesef."

"Çoğu genç yazarın hâli ise içler acısı. Büyük aktörlerin yoğun öykü yayımlaması nedeniyle genç öykücü de daha çok görünmek ve kendince “meşru” bir meşhurluk elde edebilmek için büyük yayınevinin kapısında bekliyor, bekletiliyor. Meşhur olmayı istemek doğal olabilir, ancak meşhurluk bu değil ki, bilmiyor ki her ay 30-40 kitap basan bir yayınevinde kendisinin kitabı sadece bir kitaptır."

"Memet Fuat yayın yönetmeni olduğu kadar, her şeyden önce bir editördü. Şimdi, Memet Fuat gibi kaç editör; Latife Tekin gibi geleceği parlak bir yazara, ilk romanını basmadan önce iki roman daha yazmasını salık veriyor."

"Henüz iki yıllık, yüksek sermaye ile giriş yapan bir yayınevi, bize yer olmadığı söylenen fuarlarda, hem de ana koridorlarda kendine yer buluyor. Ne diyelim. Anaakım fuarlar zamanla butik yayınevlerini kaybedebilirler, böyle yapmaya devam ederlerse…"

"Her şeyden önce eleştirmen, dönemsel genelgeçer şeylere savaş açan kimsedir. Bizde öyle değil, inanılmaz bir kaynakça müptelalığıyla büyük sözler söylemek için sıraya girmiş eleştiri yazıları var."

***

Bu cümleler yayın dünyasının sorunlarından birkaç tanesine dair. Elbette, dahası da var. Biz de yayın dünyamızı mercek altına almak, görünenin de ötesinde görmezden gelinen sorunları gündeme getirmek için yeni bir söyleşi dizisine başlıyoruz. İlk konuğumuz: Edebi Şeyler...

Bu söyleşimizde anahtar kelimelerimiz; yayıncılık, rekabet, anaakım, rant, sermaye, fuar, dağıtım, butik, dayanışma, şiir, bela, vergi, edebiyat, eleştiri... Bu kelimelerden yola çıkarak sorduğumuz soruları Edebi Şeyler'in yayın yönetmeni, şair Ali Özgür Özkarcı'ya yönelttik. Hem Edebi Şeyler'i yakından tanımaya hem de sorunları yeniden gündeme getirmeye çalışarak. Bakın, neler konuştuk...

Edebi Şeyler hayata başlamadan önce neler yapıyordunuz?

Özel bir şirkette çalışıyordum, düzenli bir işti, yedi yıl aralıksız çalıştım. Yoğun bir işti, epeyce yoruluyordum. Yayıncılığa başlayarak, “düzensiz yoğunluğa” geçmiş bulundum. Hâlimden şikâyetçi değilim…

Neden kurdunuz peki Edebi Şeyler’i, nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?

Aslında yazın hayatımın başından beri dergicilikle ya da yayıncılıkla hayatım kesişti sürekli. Neredeyse dergicilik yapmadığım ya da yayıncılık yapmadığım bir aralık olmadı desem yeridir. Neden böyle, ben de bilmiyorum. Bir kere bulaştığım şeylere sadığım belki de… 160. Kilometre ve Raskol’un Baltası dizisinden Aralık 2016’da ayrılmaya karar verdiğimde, yaklaşık iki ay düşünme fırsatım oldu. Ne yapmam gerektiğini epey düşündüm. Yayıncılığı bırakmalı mıydım yoksa kesin bir karar alıp, belli bir plan içinde yayıncılığa dört kolla sarılmalı mıydım? Pişman mıyım, hayır değilim. Zor bir işe soyunduğumun farkındayım, “tutunabilmek” en doğru ifade belki de bizim gibi butik yayıncılık yapmaya çalışanlar için.

Ama yaşamın sürekli kazanmak üzerine kurulu olması saçma. Amansız rekabetçilik kıskacında galip gelmek zorunda değiliz. Artık böyle bir dünya içinde yaşıyoruz maalesef. Kaybedebilirsiniz, önemli olan nasıl kaybedeceğiniz. Yayıncılık biraz da böyle bir şey.

Kaç kişi, nasıl çalışıyorsunuz?

Benim dışımda üç kişi daha var. Bir tasarımcı, bir kapak ve sosyal medya sorumlusu, bir de editör çalışıyor.

2011 yılında başladınız, bu süreçte karar verirken ve sonrasında yayıncılığa başladığınızda nasıl bir edebiyat-yayın ortamı vardı?

Edebi Şeyler 2011 yılında kuruldu ama çoğunlukla 2017’ye kadar alt markası olan 160. Kilometre ve Raskol’da faaliyetini yürüttü. Aslında Edebi Şeyler’in başlangıcı 2017 Nisan’dır. O günden bugüne 35 kitap beş dergi basıldı, bir yıl içinde. Sanırım, Edebi Şeyler yeni tanınmaya başladı, daha çok yeni bir yayınevi olarak görülüyor. Diğer markalardan ayrıldığımızda, dizinin 15 kitabı vardı sadece. Nisan 2018’de 50'nci kitap matbaadan gelecek.

160 ile Raskol’un maceraları bambaşka bir şey elbette, benim açımdan. 2011’de Ömer Şişman ile yayıncılık işine başladığımızda, öncelikle şiire ağırlık verdik. Amacımız, small press bir yayın çizgisiydi. 2000’lerde gerçekçi-somut şiiri, diğer deyimle anti-lirik çizgiyi genişletmek istedik. Buradan bir yol izlemeye başladık, merkez beğeniyi kuşatmak istiyorduk. Zaten böyle bir fikirde olunca, Ahmet Güntan da Raskol’un Baltası fikrini ortaya attı, “güncelin anlatısı, anlatının günceli” diskuruyla yayın hayatına başka bir koldan girdi böylece Raskol da…

Amaç buydu, ama şimdiki Edebi Şeyler alternatif olmayı önemsediği gibi, yayın çizgisi olarak başka konulara da eğilmeye çalışan, direnmeyi ve üretimi sadece ve sadece edebiyatta değil, siyasette ve tarihte de meselesini derinleştirmeye ve çizgisini uzatmaya kararlı bir oluşum. Merkeze doğru yürümeyi değil, kendi özerkliğini merkezileştirmeye çalışan bir fikriyat diyebiliriz, şu anki Edebi Şeyler için…

Yayıncılığın büyük belalarının ilk üçü size göre nedir, biraz anlatır mısınız...

1- Öncelikle vergiler önemli bir sorun. Matbaaya ya da yabancı telife yüzde 18 ödemekle mükellefken, yüzde 8 ile kitap, yüzde 1 ile dergi satmak zorunda kalmak “görünmeyen” handikaplardan. İlk başta pek de önemli değilmiş gibi görünebilir. Ama o kadar fark var ki, aradaki farkı bir hesaplasanız, bir yılda beş kitap daha fazla yayımlayabilirsiniz neredeyse… Elbette bu, ölçeğe göre değişen bir şey, yayımlayacağınız kitap artabilir ama azalmaz. Neticede, devletin kitaba veya dergiye yaklaşımı değişmiyor, pirinç alıp satabilirsiniz, canlı hayvan işine de girebilirsiniz. Ama bu vergi oranlarıyla, bağımsız yayıncılık oransal olarak da yasak demek, bu.

2- Bizim gibi yeni atak yapmaya çalışan yayınevleri için en önemli handikap şudur: bugün Türkiye’de gittikçe olgunlaşmış, “piyasalaşmış” (maalesef bu terimi kullanmak zorundayım) bir yayıncılıktan söz edebiliyoruz. 80’lerde bu durum çok ayyuka çıkmış değildi, 90’larda da hakeza. Ama 2000 sonrası yayıncılık tam bir kıyasıya rekabet dönemi hâline geldi. “Piyasa” olmanın koşulu öncelikle çok fazla yeni aktörün pazara girmesidir. Ama bu pazar yeni gelen aktörlerle, büyükleri daha çok büyütüyor maalesef.

İkincil olarak, Türkiye’de yayımlanan kitap sayısı kadar raf yok kitapçılarda. Bu durum hâliyle ciddi bir sıkışma yaratıyor. Böyle olunca manipülasyon da artıyor. Evet, yanlış duymadınız, yayıncılıkta bu terimin ne işi var diyeceksiniz, ama öyle maalesef.

Size şöyle bir örnek vereyim. Diyelim ki, öykü kitabı yayımlayacaksınız, ancak piyasadaki üç veya dört büyük yayınevi neredeyse her ay toplamda 20 öykü kitabı yayımlıyor. Peki, nasıl olacak? Bir öykü kitabı yayımlasanız, o ay içinde rafta ne kadar yer alabilirsiniz? Manipülasyonu sadece finansman derinliği olarak anlamayın, edebiyat türleri arasında manipülasyon olarak da anlayabilirsiniz. Öykü patlaması bu yüzdendir mesela, nitelikli öykü kitabının çoğalmasından değil. Büyük yayınevleri bir şekilde çok öykü basarak aslında “çok satan” ihtimali olan bir öykücü yani yeni ve yerli telif yazarı arıyorlar. Bunu da deneme yanılma ile yapıyorlar. Böylece nitelik iflas ediyor, biz ise gerçekten de edebiyat görüşümüz neyse o yönde bir öykü kitabı çıkarmakla sorumluyuz. Böylece yayıncılıkta nitelik ve nicelik iyice karışıyor. Bakın yıllardır yayın dünyasına emek veren yayınevlerine, birçok öykücüyü, romancıyı yayımlamış yayınevlerine; piyasadaki bu aşırı öykü patlamasından dolayı öykü yayımlamıyorlar artık, sadece yabancı telifle öykü yayımlıyorlar. Niye yayımlasınlar ki…

Öbür taraftan çoğu genç yazarın hâli ise içler acısı. Büyük aktörlerin yoğun öykü yayımlaması nedeniyle genç öykücü de daha çok görünmek ve kendince “meşru” bir meşhurluk elde edebilmek için büyük yayınevinin kapısında bekliyor, bekletiliyor. Meşhur olmayı istemek doğal olabilir, ancak meşhurluk bu değil ki, bilmiyor ki her ay 30-40 kitap basan bir yayınevinde kendisinin kitabı sadece bir kitaptır. Kaynayıp gitme olasılığı her zaman daha fazladır…

3- Elbette dağıtımcı keşmekeşi ve yayınevinin sunum sorunları, üçüncü olarak sayabileceğim zorluklardan biri. Yayınevlerinin rekabetçiliği ister istemez dağıtımcı kanallara da yansıyor. Sistem o hâle gelmiş durumda ki, yüksek sermaye ile pazara giriş yapmayan kimseye yaşam hakkı tanımıyor neredeyse. Eğer büyük bir yayınevi değilseniz, sizi bağlayan veya hakkınızı arayan tek dağıtımcınız yoksa, para alma konusunda ciddi sıkıntıdasınız demektir. Bütün dağıtımcılar yapıyor diyemem ama piyasanın baş aktörleri maalesef büyük yayıncının parasını vadesinde, orta ölçekli ya da küçük ölçekli yayınevinin parasını ise, keyfî bir biçimde uzatılmış bir vadede ödüyorlar. Bundan âlâ handikap olur mu?

Açıkça şunu söyleyeyim, 10 yıldır dolaylı ve doğrudan yayın dünyasının içindeyim. Eğer bazı noktalarla eskiden beri çalıştığım şartları korumasam, bir şekilde dağıtımcı sorununu çözmemiş olsaydım, bu işe yeniden 2017 yılında girmezdim. Çünkü yeni bir yayıncı için tutunmak imkânsız artık, yayıncılığı çevreleyen sorunlar yüzünden…

Mesele şiir olunca da Türkiye’de bir durmak gerekiyor herhalde. Bazı büyük yayınevleri “satmaz” diye şiir kitabı basmıyor bile, tabii o da bir seçim…

Yayınevleri, şiir kitapları “satmaz” diye basmıyor, çünkü bahsettiğim kârlılık-yaygınlık kıstasına uymuyor şiir. Ama sadece mesele bu mudur, emin değilim şiir yayımlama bahsinde. Anaakım yayınevlerinin genel yayın yönetmenleri şair değil. Eskiden böyle değildi. Bir de şiir, artık yayıncılık bağlamında “yeraltı”na çekildi bir kere. Üç beş genç şair eskiden bir araya gelince, dergi çıkarırlardı, şimdi kendi kitaplarını ve dergilerini basmak için yayınevi kuruyorlar. Bence en önemli değişimlerden biri bu. Bence bu poetik zenginliğini de artıran bir şey. Kimse kimsenin beğenisine tabi değil. Herkes beğenisini ve şiirini rahatlıkla ortaya koyabiliyor. Şiir direngendir ve yolunu bulur. Bir sorun yok bence. Hatta böylesi daha hoş.

Okur tarafında şiir bugün nerede merak ediyorum. Sosyal medyayı baz alırsak, en çok İkinci Yeni ve sanki Türkiye edebiyat tarihinde sadece İkinci Yeni olmuş, sonra da çok bir şey olmamış gibi. Siz ne diyorsunuz bu işe?

Şiir çoğunlukla bir şablona sıkıştı bence. Yazılan şiirlerin çoğu İkinci Yeni’nin kötü örnekleri. Elbette, her daim bir köşede, bir yerlerde “şiir direnmeye” devam eder. Roman gibi değildir mesela, onun olma koşulları ile şiirin olma koşulları farklıdır.

Aranışçı-modern şiir hiçbir zaman gününde yükselişe geçmiş bir şiir değildir, “yeni” şiir aşırılıklarla ve marjinallerle belirlenir ve kendini ileriye ve uzağa fırlatır. Deneyselliği olmayan bir şey modern değildir. İkinci Yeni, modern Türkçe şiirin en önemli hamle noktalarından biri. “Öteki” modernliğin kanonik bir etkilenme ile eşleştiği bir yer. Bir paradigma, bir paradigmanın arkasına saklanmaz, aksine onu yıkmak ya da ne diyelim başka bir kanon oluşturmak için gelir. İkinci Yeni’de imgenin kompleksleştiği, şiirde hikâyenin ve dramatik kurgunun biçim değiştirdiği güçlü paradigma başka bir ters etki ile karşılaşınca, bu dilde yazdığımız şiirlerde başka bir yüzyıl açılır. 2000 sonrasında bu alanda bir kıpırdanma olmadı değil (ama buranın konusu değil) ama nasıl ilerler onu zaman gösterir. İkinci Yeni de çıktığı yıllarda meşhur olmadı neticede, bu hâle gelmesi için 30 yıl geçmesi gerekti, o 30 yıldan beri de gücünü arttırdı ama şu an İkinci Yeni kanıksanmış durumda kanaatimce, daha doğru bir ifadeyle yerleşikleşti. Bu yüzden İkinci Yeni etkisinin etkilenme bağlamında (okur nezdinde değil belki ama) hızını keseceğini düşünüyorum.

Ama okur açısından durum farklı. Okurlar belli bir yıl 10 içinde şiiri daha sıkı takip ederler. Meşhur bir Cemal Süreya tezidir: “Garip’in okuru, İkinci Yeni’ye geçmemiştir, orada kalmıştır.” Cemal Süreya bunu yayar aslında, 60’ların okuru 70’lere geçmez gibi… Biraz da toplumsal şartlara bağlı bir şey tabii. Ama Can Yücel okuru, Can Yücel’de kalmışsa kalır. Can Yücel’in ardılını veya onu dönüştüren bir şairi takip etmeyebilir. O, ona yetiyordur çünkü. Yetmeyen okur için bir formül yok tabii.

Neden böyle?

Çünkü şiir, diğer türlere nazaran daha güncel ve dönemseldir. Okur açısından en çeldirici olan şey, o güncel ve dönemsel şiir ile buluşacağı aralıktır. Buluşursa, onu okur beğenisini seçer ve hâliyle o okurun şairleri olur. Bu, aynı zamanda dilsel, sözceseldir ve pek tabii dönemsel ve günceldir. Gerçekliğin şiir deneyimi ile buluştuğu eşik önemlidir. Şiir güncel değilse, okuru çekmesi zordur. Öyle bir şiir yoksa, okur azalıyor, son 30 yılda olan bu çoğunlukla. Öyle olunca da ustaları okumaktan başka bir çare kalmıyor okur için.

Bir de Siyasi Şeyler diziniz var yeni. Adı üstünde elbette ama biraz anlatır mısınız, neler olacak?

Siyasi Şeyler; teori, kuram, tarih odağında yayımlamak istediğimiz kitaplardan oluşuyor. Sitemizde de görüleceği gibi, kendini şöyle tarif ediyor: “Siyasi Şeyler dizisi, Edebi Şeyler dizisidir. Sovyet Devrimi’nin yüzüncü yılında, enternasyonalist bir kimlikle yayın hayatını sürdürecektir. Sadece Sovyet Devrimi’ne sıkışan bir dizi olmakla kalmayacak, özellikle güncel isyan dalgalarını besleyen Türkçeye çevrilmemiş eserleri yayımlayarak okurların karşısına çıkacaktır. Demokratik, Çoğulcu, Kozmopolit, Ekolojik hattının dışında Homofobizme karşı çizgisini genişletecek olan çizgi, güncel Marksizm’den 'yeni' direniş biçimlerine, Konsey Komünizmi'nden Geleneksel Sola dair birçok yayın yapmayı hedeflemektedir.”

Şimdiye değin bu kategorilendirme çerçevesinde, Mike Davis’ten Gerçekçi Ol, İmkânsızı İste ve Terry Cannon’dan Kara Panter Partisi’nin Hikâyesi yayımlandı. Mike Davis, bir biçimde “occupy” deneyimlerinin, Hyde Park İşgali’nin kültürel çeperini açımlayan bir kitap, bir tür siyasî novella. Bu kitabı Gezi ile bakışımlı olması için yayın programımıza almıştık. Terry Cannon ise ABD 68’inin önemli isimlerinden biri, ilerleyen günlerde savaş karşıtı kitabı olan Vietnam’ı da yayımlayacağız. Nisan ayında 1915’in yıl dönümünde, 24 Nisan’da, Masis Kürkçügil’in “Taşnaklar, 1908 Devrimi, II. Enternasyonel’e katılan Ermeniler” bağlamında Manouchian ve Hrant Dink üzerine yazdıklarını derlediğimiz bir kitapla okurun karşısına çıkmayı hedefliyoruz. Bunun dışında geleneksel sol üzerine yazılmış Samuel Farber’ın Before Stalinsm’ini, William L. Cleveland’ın Bir Arap Milliyetçisi Yaratmak adlı tarih kitabını bu yıl içinde yayımlayacağız. Projede başka şeyler de var, ancak yetişir mi bilmem.

Editörlük mesleğinin Türkiye’de algılanışına dair ne düşünüyorsunuz?

Editörü için seçilen yayınevi yoksa, o zaman kurum açısından bir sorun var demektir. Editör için hiçbir yazar yayınevi adresini değiştirmiyor. Bu, editörlük kurumu açısından bir sorun elbette. Çok az iyi editör var yayınevlerinde. İyi editörlerin bir kısmı da online mecralardalar.

Aslında bir diğer temel sorun şu: iyi yazarlar pekâlâ editörlük yapabilirler, ama onlar da bu meslekten olabildiğince kaçıyorlar. Muhtemelen sizin sorunuzun içinde kendine yer bulan, editörlüğün “algılanışı” ile ilgili bir problem var ama esas mesele maddi açıdan editörlere ödenen maaşların yetersiz olması. İyi editör-çevirmenler ya da editörler, hâl böyle olunca, dışarıya da iş yapmak zorunda kalıyorlar. Böylece çalıştıkları kurumla özdeşleşen editör sayısı azalıyor. İkinci bağlama gelirsek, editörün algılanışı sabit değil. Bir yandan üç beş kitabı olmuş yazar “iyi bir editörlük” arayışında sürekli, son yıllardaki gözlemim bu.

Anaakım yayınevleri, bir noktadan sonra, asgari 20 yıldır yazan insanların ihtiyaçlarını (editörlük, yazarın öne çıkarılması vs..) karşılayacak bir durumda değil. Çünkü o kadar çok yazar ve o kadar çok yabancı telif almış ki bu anaakım yayınevleri, bir yerden sonra daha çok editör çalıştırmalılar ki yazarın talepleri ve ihtiyaçları karşılanabilsin. Bunlar olmayınca, yayınevlerinin en önemli kıstası, “çok satabilir” yazarlık üzerine şekilleniyor.

Bunun dışında, editörlükten beklenen, önüne gelen dosyayı irdelemesi, gerekirse romana müdahale etmesi. Ya da bir öyküden ya da bir şiir dosyasından şairi veya öykücüyü ikna ederek bir şiiri veya bir öyküyü çıkartabilmesi. Yazarla, şairle birlikte kitabını tartışabilmesi. Benim bildiğim böyle bir durum yok. Yanlış anlaşılmasın, böyle editörler var ama yayınevi sistemleri buna uygun değil gibi.

Memet Fuat yayın yönetmeni olduğu kadar, her şeyden önce bir editördü. Şimdi, Memet Fuat gibi kaç editör; Latife Tekin gibi geleceği parlak bir yazara, ilk romanını basmadan önce iki roman daha yazmasını salık veriyor? Elbette bu ağırlık meselesi. Biliyorsunuz, Latife Tekin’in çıkışı, böyle bir editörlük emeği sonrasında ardı sıra yayımlanan üç roman ile olmuştur.

Biraz kitap fuarlarından konuşmak istiyorum. Görece daha küçük yayınevlerinden birçok şikâyet duyuyorum: yer sorunu, kira sorunu vs.. Sizin açınızdan sorunları nedir kitap fuarlarının ve tabii size katkıları?

Yayıncılığın handikaplarından bahsetmiştim. Dağıtım, vadeler bağlamında… Aynı şey, fuarlar için de geçerli. Fuarlarda büyük yayınevleri şov yaparken, butik yayıncılar da “sektörün” yan figüranları olarak görülüyor. Ama bunda anaakım yayınevlerinin bir kabahati yok. Organizasyonu yapanlar bence bu eşitsiz gelişimi körüklüyor. Piyasa aktörlerine karşı aşırı hizmette kusur görmüyorlar maalesef. Siz, yerlerin küçüklüğünden, kira sorunlarından dem vuruyorsunuz. Başka şeyler de var, biz kaç zamandır İstanbul dışındaki fuarlar için yer istediğimiz hâlde, sürekli “size yer yok” diyorlar. Öyle bir gecikme filan da yok, başvurumuzu kaç ay öncesinden yapıyoruz… Bahane klasik: “Fuar alanlarını genişletemiyoruz, tüm yerler önceki senelerden dolu.” Nasıl oluyor bu şimdi? Önceki senelerden beri dolu olma hâlini anlamak mümkün değil.

Neyse uzatmayacağım, ama şunu söylemem gerek: Henüz iki yıllık, yüksek sermaye ile giriş yapan bir yayınevi, bize yer olmadığı söylenen fuarlarda, hem de ana koridorlarda kendine yer buluyor. Ne diyelim.

Anaakım fuarlar zamanla butik yayınevlerini kaybedebilirler, böyle yapmaya devam ederlerse… Zaten alternatif olan, merkezi olandan her daim daha demokratik ve adaletli işleyebiliyor. Haydarpaşa Fuarı’nın yarattığı etki zamanla başka merkezi ilçelerde (başka şehirlerde de yapılmalı) yankılanırsa, alternatif fuarcılığın zamanla daha revaçta olacağını düşünüyorum.    

Bir de dergiler var; edebiyat dergileri. Bugünkü kültür hayatımızdaki yerine, etkisine dair ne söylersiniz, neyi eleştirirsiniz?

Duvar Dergisi, yayınevi bünyemizden çıkan bir dergi. Dergi olarak hattımız, daha çok bakılmayan kültürlere ve dünyalara bakmak (Pakistan, Filistin, İran Edebiyatı gibi), post-kolonyal düşünürlere yer vermek, edebiyat açısından ise genç yazına olabildiğince yer açmak olarak tarif edilebilir.

Dergiler, benim yazmaya başladığım döneme nazaran kan kaybetti. Gezi’den sonra birtakım popülist dergiler çıktı; işte, kapağına ünlü bir isim koyup, o ünlü yazarla dişe dokunur yazı dahi yayımlamayan dergilerden söz ediyorum. Şimdi, onlar da teker teker kapanmaya başladı. Aslında bu tip dergilerin miladı Öküz’dü, 90’ların sonunda. Artık okur mizah ile iç içe geçmiş dergilere daha çok rağbet gösteriyor. Ama bir yandan da Cogito gibi entelektüel, kültür yaşamımızda yeni kapılar açan dergiler de yok değil. Cogito gibi dergiler az kişiye sesleniyor, Duvar gibi. Tercihen okur burada ikiye ayrılıyor. Arşivlik dergilerin peşinde olanlarla vapurda okunacak dergileri sevenler olarak… Küçümsemiyorum asla, ama durum da böyle.    

Online mecralar peki?

Online dergi mecrasının revaçta olacağı bir dönemdeyiz. Ama edebiyat sitesi olarak yayında olanların çoğu, güncelleme yani yeni yazı girme sıkıntısı içindeler. Söyleşi mekânları gibiler çoğu. Aslında gerçekten de online kitap kritik dergilerine çok ihtiyaç var.

Edebiyata gençleri çekmek, ancak bu online mecrayla mümkün artık sanki. Bana öyle geliyor. London Review of Books versiyonu olabilecek “İstanbul Book Review” gibi dergilere ve online mecralara ihtiyaç var. Bu işi iyi yapanlar da var. K24 ve SabitFikir bu bağlamda sayılabilir.

Ve tabii olmazsa olmazımız ama galiba buna rağmen olmayanımız: edebiyat eleştirisi?

Türkiye’de edebiyat eleştirisi yöntemsel olarak çölleşti. Ama sadece bununla da sınırlı değil. Çok genel bir kabuldür mesela, “Türkiye’de fazla eleştirmen yok, bu yüzden şairler şiir üzerine yazmaya başladı.” Katılmıyorum, şairler genellikle denemecidir. Çok az şair sayabiliriz, şiir, edebiyat ve sanat üzerine yazdıkları bin sayfayı geçebilecek… Bunlar biraz şairlik kuruntuları.

Son yıllarda şairler de denemecilik yönlerini, akademizme kaptırmış görünüyorlar. Oysa şiir, roman veya sanat eleştirisi sadece çok bilmeyi değil, birtakım ideolojik ön kabulleri de masaya yatırmayı, disiplinleri tarihselliği ile harmanlamayı gerektirir. Her şeyden önce eleştirmen, dönemsel, genelgeçer şeylere savaş açan kimsedir. Bizde öyle değil, inanılmaz bir kaynakça müptelalığıyla büyük sözler söylemek için sıraya girmiş eleştiri yazıları var. Yaşayan bir şey olmadığı için, siz de haklı olarak “olmayanımız” başlığı altında edebiyat ve eleştiri bağına değiniyorsunuz. Akademi önemlidir, ama akademizm başka bir şeydir.

Yayıncılık dünyasında dayanışma olduğuna inanıyor musunuz?

Dayanışmadan ne kastettiğimize bağlı. Elbette birbiriyle dayanışanlar vardır. Ama önemli olan dayanışmanın, yapılan işin niteliğine uygun (yani edebiyat ve kültür yayıncılığından söz ediyorum) bir biçimde yapılabilmesi. Mesela, ölçek olarak birbirinden farklı yayınevleri, yani büyük bir yayınevi butik yayıncılığın işine yarayabilecek (ama kendine de zararı olmayacak elbette) bir dayanışma yürütebiliyor mu, buna bakmak lazım. Çünkü o zaman dayanışma, dayanışma olur.

Önümüzdeki bir iki ayda okurla buluşacak olan kitaplarınız hangileri?

Yaza kadar yoğun bir biçimde kitap çıkarma gayretindeyiz. Bu söyleşiyi yaptığımız sırada, Necmiye Alpay’ın Yaklaşma Çabası’nı matbaaya göndermiştik. Çıkmış olur bu söyleşi yayımlandığında. Sırasıyla Peter Sloterdjik’in Yeniçağın Kötü Çocukları ve Masis Kürkçügil’in önceden bahsettiğim 1908, İttihatçılar, Taşnaklar ve Hınçaklar ilişkisine ve pek tabii 1915’e ve sonrasına uzanan meseleleri irdelediği kitabı yayımlanacak Nisan’da. Yine Mahmut Temizyürek’in İlhan Berk- Behçet Necatigil- Oktay Rifat üzerine yazdığı kitabı, eleştiri kitaplığı dizisinden yayımlanacak. Mayıs- Haziran döneminde de başka başka kitaplarla okurun karşısına çıkmak istiyoruz.

Ali Özgür Özkarcı fotoğrafları: Mehmet Köseli