Duygu Çayırcıoğlu: “Yerleşik anlatı geleneğinin ötesinde bir edebiyat anlayışı...”

“Kadın hareketinin iki dalgası arasındaki dönemde eserler üreten bazı yazarların metinlerinde feminist unsurların yer aldığını ve bunun da 1980’lerde güçlenecek olan hareketin filizlerini, düşünce ve enerji birikimini oluşturduğunu düşünerek, feminist duyarlılığın ikinci dalga öncesinde edebiyatta kök saldığına inanarak araştırma yapmaya başladım.”

07 Nisan 2022 18:00

Eğitim hayatından itibaren edebiyatla olan ilişkini, editör oluşunu ve tabii ki Kadınca Bilmeyişlerin Sonu kitabını da ekleyerek nasıl tarif edersin yolculuğunu?

Okumayı, yazmayı, edebiyat üzerine düşünmeyi, araştırmayı hep seven biri olmuşumdur. Edebiyat her daim hayatımın merkezinde yer aldı. 2021’de tamamladığım doktora eğitimimin başlangıcı 2014’te İletişim Yayınları’nda editörlüğe başlamamla eşzamanlı. Tahmin edersin, bu durum kolay kolay elde edemeyeceğim bir deneyim sağladı bana. Mesleğim, edebiyatla profesyonel anlamda bir ilişki kurmamın, Levent Cantek ve Tanıl Bora gibi isimlerle birlikte çalışarak işin mutfağını görüp öğrenmemin önünü açtı. İçeriden ve farklı bir bakış da geliştirebildim bu sayede. Kadınca Bilmeyişlerin Sonu’nun hikâyesi de bu yıllara, doktora tezimi yazmaya başlamama uzanıyor.

Belli bir dönem aralığı üzerinden feminist edebiyat tanımını kavrayıcı şekilde ele alıyorsun. “Feminist edebiyat” eleştirisinden ve bu eleştiri biçiminin edebiyata –kadınlar özelinde edebiyata– katkısından bahseder misin?

Duygu Çayırcıoğlu

Feminist edebiyat eleştirisi, feminizmin ataerkil toplumla yaşadığı çatışmayı edebiyata taşır desem yanlış olmaz sanırım. Edebi metinlerdeki erkek egemen anlayışı, bu anlayışın yarattığı cinsiyet rollerini, değerleri ve söylemi sorgular. Kadınların edebiyatta da ikincil bir konuma itilip değersizleştirildiğini ve böylece ataerkil yapının desteklenip bu düzenin beslediği anlayışın devam ettirildiğini ortaya çıkarır. Başlangıç, erkek egemen yazında kadına karşı takınılan tavrı açığa çıkarmak olmuş. Bu anlamda, metinler direnen okur gözüyle yeniden yorumlanmış. Ve elbette bununla sınırlı kalmaz feminist edebiyat eleştirisi, yerleşik anlatı geleneğinin, egemen söylemin ötesinde bir edebiyat anlayışını ve ortamını tahayyül eder, bunu hayata geçirmenin imkânlarını araştırır. Kadın yazını çalışmalarıyla birlikte ilerler. Kadın yazarlara yönelir, onların metinlerindeki özelliklere ve eksik bırakılan kadınlık durumlarına eğilir. Edebiyat tarihinde kadınlara özgü bir geleneğin izlerinin görülebileceğini ortaya çıkarır. En önemlisi, geleneksel anlam sistemlerini kesintiye uğratacak, dili yeniden tanımlayacak bir edebi söylem arayışında olur.

Merceğini dönemsel olarak 1960-1980 aralığına, bu döneme çevirme sebebini edebiyatımızın tartışma ve eleştirilerinin Osmanlı kadın edebiyatı ve Cumhuriyet’in ilk dönemindeki eserlerle sınırlı kaldığına dair bir görüş bildirerek açıklıyorsun. Bu kitabın fikrî zemininin nasıl doğduğunu, ilerlediğini, geliştiğini ve buna niçin ön-feminizm dediğini anlatır mısın?

Literatürü gözden geçirdiğimizde kadın hareketinin iki dönem halinde ele alındığını görebiliriz. İlki, Osmanlı Kadın Hareketi’ne uzanan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da seyrine devam etmiş olan ve Türk Kadınlar Birliği’nin 1935’te kapatılmasıyla birlikte sönümlenen hareket. Araya uzun bir zaman dilimi girmiş. Hareketin yeniden ivme kazanması ve politikleşmesi ise 1980’li yılları bulmuş. Bu iki dalga arasındaki yaklaşık yarım asırlık zaman dilimi, feminizm açısından sessiz ve durgun yıllar olarak anılır. Ben de tam bu boşluk dönemine odaklandım. Kadın hareketinin iki dalgası arasındaki dönemde eserler üreten bazı yazarların metinlerinde feminist unsurların yer aldığını ve bunun da 1980’lerde güçlenecek olan hareketin filizlerini, düşünce ve enerji birikimini oluşturduğunu düşünerek, feminist duyarlığın ikinci dalga öncesinde edebiyatta kök saldığına inanarak araştırma yapmaya başladım. Bu duyarlığı ön-feminizm olarak adlandırmak mümkün. Ön-feminizm, Batı’da 1960’lı yıllarda güçlü bir şekilde varlık gösteren feminist aktivizmin öncesindeki dönem için kullanılır. Kitabımda ön-feminizm terimini, Batıda 1960’larda yükselen kadın hareketinin Türkiye’deki yirmi yıllık rötarında kendine temas edecek noktalar bulduğunu, bilinçli veya bilinçsiz karşılık gördüğünü vurgulamak, bu anlamda bir ön-feminizmden, ön-tarihten bahsedilebileceğine dikkat çekmek için kullandım. Okurları, bu yazarların metinlerini feminist düşünce açısından kuluçka dönemi olarak görmeye, bir ön-tarih şeklinde okumaya davet ettim. Sanıyorum ve umuyorum bir pencere açmış oldum.

Seçtiğin sekiz eseri çatı kavramlar ve kavramsal kategoriler kapsamında inceliyorsun. Bunlar:Toplumsal cinsiyet”, “cinsellik”, “mekân”, “özne” ve “kadın yazını”. Neden özellikle bu kavramları seçtiğini, analizlerini nasıl kurguladığını anlatabilir misin?

Aklımda dönüp duran, “Kadınların yazdığı edebiyat metinlerindeki örtük anlamları, kadın tarihi yazımına hizmet edecek ve aynı zamanda ataerkil toplumdaki kadınların konumunu kadınların lehine değiştirip dönüştürecek şekilde okuyup yorumlamak mümkün mü?” sorusu da beni bu çalışmaya yönelten şeylerden biriydi. Ve meseleye hep feminist eleştiri içinden baktığım için, bu kavramlar çerçevesinde bir araştırma kurgusu yapmamam mümkün değildi. Kitapta da bahsettim, seçtiğim eserlerdeki kadın karakterlerin gündelik yaşamlarının sunumu, bu karakterlerin düşünce dünyası, davranış biçimleri, toplum ve yaşam tahayyülleri hakkında bir yorum getirmek istiyordum. Toplumsal cinsiyet rollerinde yarattıkları kırılmalar, özne konumları, cinselliklerine dair deneyimleri, “mekân”la kurdukları ilişkiler ve tüm bunları çevreleyen dil ve anlam kodlarının neler olduğu üzerinden hem bu kadın karakterlerin hem de yazarlarının egemen söylem biçimiyle aralarına koydukları mesafeyi ele almayı amaçladım. O yüzden metinleri analiz ederken bir çatı oluşturma gereği duydum. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, kamusal-özel alan diyalektiği çerçevesinde mekân, özne ve kadın yazını kavramlarını birer analiz kategorisi, diğer deyişle çatı kavramlar olarak kullandım. Tartışmam ve iddiam çerçevesinde öncülük işlevi yerine getirdiğini düşündüğüm Meriç, Burak, Soysal, Erbil, Ağaoğlu, Füruzan ve Özlü’nün metinlerindeki kadınların hikâyeleri iç içe geçsin, birbirlerini tamamlasın istedim. Ve nihayetinde en uygun form bir sarmal şeklinde, bir çeşit tarih anlatısı gibi kurgulamak oldu.

Kanon girişimlerine/çalışmalarına da değiniyorsun. Kadın yazarların adlarının bu girişimlerde pek anılmadığını, akla getirilmediğini söylüyorsun. Kanon meselesini de konuşalım isterim.

Bu bahsi açtığın için teşekkür ederim Aynur, kanon mevzusunu önemsiyorum. Kitabın ana gövdesi dördüncü bölüm. Ama bu bölüme gelmeden, analizlere geçmeden evvel hem feminizmin Türkiye’deki seyrini kısa da olsa görelim hem de genel olarak edebiyat ortamına dair özete ulaşalım istedim. Böylece asıl derdimin ve iddiamın daha iyi anlaşılacağını düşündüm; dahası, bu ele aldığım eserlerin nasıl bir edebiyat ortamında yazıldığının da arka planının görülmesini amaçladım. Kanon oluşturma girişimleri de bizlere geleneksel edebiyat anlayışına, erkek egemen yazın geleneğine, edebiyatın belirleyenlerine, kadın ve erkek yazarların konumlarına ve tabii ki kadınların temsillerine dair arka plan sunuyor. Türkiye’de modern anlamda roman ve öykücülüğün geçmişine bakıldığında, geç Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine, günümüze kadar kanon diye adlandırılan listeler çıkarılmış. Bu listelerde ortaklıklar kadar dönemine göre farklılıklar olmuş. Hepsinde ilk göze çarpan, kadın yazarların kanonda pek yer bulamaması. Kanon oluşumunda kadınların saf dışı bırakılması, okurların, yazarların ve edebiyat çevrelerinin edebiyat anlayışlarının şekillenişinde de kadınların saf dışı kalması anlamına geliyor. Bu durum maalesef günümüzde de biraz devam ediyor. En basitinden bir örnek vereyim, dergiler veyahut dijital mecralar aracılığıyla yapılan soruşturmalarda hep ilk olarak akla gelenler, ön plana çıkanlar erkek yazarlar ve onlara ait belli başlı kitaplar… Ya da okullarda çocuklara-gençlere önerilen yazarlar da çok büyük bir çoğunlukla erkek yazarlar. Dolayısıyla, ister istemez, edebiyatın en önemlilerinin belli başlı isimler olduğu yönünde bir anlayış gelişiyor. Bu anlayışın üzerine gidilip bu çarkın kırılması gerekiyor. Değerlendirme ölçütlerinin değişmesiyle, kanon oluşturma girişimlerinde, tarihyazımında ya da az önce bahsettiğim gibi küçük çaplı edebiyat soruşturmalarında bile çatırdamalar başlayacaktır bence.

Yedi yazarı ve toplamda –bir yazarın iki eseriyle birlikte– onlara ait sekiz kitabı inceliyorsun.Neden bu yedi kadın yazarı seçtin? İkinci olarak, kitapta da bahsediyorsun, “kişisel olan politiktir” önermesini bir Leylâ Erbil romanına, Sevgi Soysal romanına, Sevim Burak öykülerine, vs. nasıl bağlayabiliriz?

Kitapta Nezihe Meriç’in Korsan Çıkmazı, Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ı, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı ve Yürümek’i, Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ı, Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ı, Füruzan’ın Kırk Yedi’liler’i ve Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni inceledim. Geleneksel çizgiden ayrıksı duruşları, özgün ve yenilikçi edebiyat anlayışları ve elbette ataerkil toplumla olan meseleleri onları seçmemde ilk etkendi. Diğer taraftan Bildungsroman türü de benim için önemli bir belirleyendi. Eserlerin ana karakteri olan kadınların “büyüme-gelişme” anlatısı içerisinde kurgulanmaları bana daha fazla hareket alanı, gözlem imkânı sunacaktı. Bildungsroman, kadınların toplumsal cinsiyet rolleri etrafında özne olarak inşa edilirken geçirdikleri evreleri yakından görebilmek ve kadınların toplumda kadın olmaya dair bilinçlenme hikâyelerine ulaşabilmek için elverişli bir kaynak. Sevgi Soysal’ın iki kitabını birden değerlendirmeye aldım; bu çizgiyle örtüşen ve 1960-1980 arasında yayımlanmış iki kitabı vardı. Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ı ise, Bildungsroman olmamasına rağmen, işlediği konular açısından genel iddiamla uyum gösteriyordu. Özellikle, kadın yazını tartışmasında yeni bir biçim yaratma örneği olarak es geçilemeyecek bir metindi. Bir de Sevim Burak’ın yazarlık hikâyesi beni hep büyülemiştir, bu çalışmaya onsuz başlayamazdım, eksik kadroyla yola çıkmışım gibi hissedecektim. O yüzden onu da analizlere dahil ettim.

Sorunun ikinci yarısına geleyim. Feminizm özellikle 1960 sonrası ev içindeki kontrolsüz iktidarı sorunsallaştırır, kadınları temsil etmek kadar kurucu bir rol de üstlenir. Kavramları, cinsiyeti, toplumsal olanı yeniden kurar, adlandırır. Kısacası, meseleleri politik bir yerden kurar. Ele aldığım eserlerde de kişisel olanın politikliğini görebildiğimizi düşünüyorum. Erkek egemenliğinin, ataerkil aile kurumunun nasıl sorgulandığına tanık oluyoruz. Kişisel olanın politik olduğunu, kadınların yaşamlarının nasıl sınırlandırıldığını tüm canlılığıyla tasvir ediyor bu eserler. Bir itiraz, bir haykırış var. İtirazlarıyla kadınların maruz kaldığı baskının politik boyutunu sergiliyorlar. Ev içi emeğin görünmezliğini, cinsel şiddetin ailenin mahremi diye örtbas edilişini, aile kurumunun yüceltilmesini mesele ediniyorlar. Son olarak şunu da ekleyeyim: Sevim Burak’ın öykülerde kurduğu dil bile başlı başına politik bence. Burak kendisi de söylemiş, “açık gözler” için yazmamış.

Tam da meselenin içinde bir editör olarak ne dersin, sence nasıl bir yeni dönem bekliyor bizleri? Günümüzü geçmişle kıyasladığında nasıl bir tablo görüyorsun?

Geçmişten bugüne değişen elbette çok şey var. Geçmişin bu güçlü kalemleri, cesur ve yenilikçi kadınları günümüz yazarları-ardılları üzerinde hiç azımsanmayacak bir etki yarattı. Pek çok edebiyatçının, yazarın edebiyat anlayışını, beklentilerini şekillendirdiğini düşünüyorum bu yazarların. Her geçen gün onlara olan ilgi artıyor, her geçen gün kıymetleri daha çok biliniyor. Onlar için seminerler, kolektif çalışmalar, vs. düzenleniyor. Miras bıraktıkları metinler daha çok okunuyor ve üzerlerine konuşuluyor. Son dönem yazarlarının, bu isimlerin kitaplarına sahip çıkıp onları daha da görünür kılma çabalarına tanık oluyoruz.

 

GİRİŞ RESMİ

Adalet Ağaoğlu, Sevim Burak, Sevgi Soysal, Nezihe Meriç, Tezer Özlü, Leylâ Erbil, Füruzan.