Dünyadaki Siyah Gözyaşları

"Bu kadar mekanik işleyen bir sistemde sağlık sistemi hasta olduğunuzda size ücretsiz bakıyor, sizi yaşatmak için elinden geleni yapıyor belki ama iyileştiğinizde sizi gönderecekleri yer ne doktorların umurunda ne de hemşirelerin. Size ölmekten, aç kalmaktan başka seçeneğin sunulmadığı yere gitmek üzere bu kadar özenle bakmak neden?"

05 Ağustos 2021 16:30

Ünlü Fransız yazar Colette’in (1873-1954) de yaşamış olduğu Franche-Comté bölgesinde partneri ve atlarıyla yaşayan Sandrine Collette Fransız edebiyat dergisi Lire’in Temmuz 2020 sayısında verdiği kısacık röportajda kendisine kitaplarında kurduğu zengin korkutucu hikâyelerin nereden geldiği sorulduğunda şöyle cevap verir: “Çocukluğumdan beri korkunç kaygılarla donup kalmışımdır: Ölümden korkuyorum; hastalıktan, acı çekmekten, terk edilmekten korkuyorum; elbette yalnız değilim ama dünyanın gidişatından çok korkuyorum.” Yazı yazmanın Sandrine Collette için bir terapi olup olmadığı bilinmez ama bu korkularından güzel hikâyeler çıkarmayı biliyor.

Il reste la poussière adlı kitabıyla 2016’da polisiye roman dalında Prix Landerneau ödülünü alan Sandrine Collette, beşinci kitabı Les larmes noirs sur la terre’de de (Dünyadaki Siyah Gözyaşları) daha önceki romanlarındaki gibi altüst olmuş, sıradan insanların kaderlerini yazıyor. Collette thriller (gerilim) kategorisinde yer almaktan hoşlanmadığını ve kitapları için Fransızcada polisiye anlamına gelen polar kelimesi yerine roman noir’ı (karanlık roman) kullanmayı tercih ettiğini söylüyor.

Amerikan yazarların polisiye ile farklı edebiyat formlarını içinde barındıran doğa ve insanın doğayla ilişkisine odaklı (nature writing) yazı türünü birleştirmesi Fransa’da da son yıllarda birçok polisiye yazarın eğilimi olmaya başladı. Sandrine Collette de bu çizgide giden, günümüz Fransız kadın yazarlarından. Kitaplarında daha çok doğaya yapılan tahribatı, iklim değişikliğiyle birlikte doğanın yıkıcı gücünü, karamsar ve umutsuz bir geleceği ele alan Sandrine Collette, Les larmes noirs sur la terre’de daha ümitli bir tablo çiziyor.

Atları olan ve onları gözlemlemeyi seven Sandrine Collette onlardan çok şey öğrendiğini söylüyor. Atların birbirleri üzerinde nasıl tahakküm kurduklarını gördüğünde aslında derinde hayvanla insanın pek de farklı olmadığı kanısındaki Collette şöyle diyor: “İnsanın hayvansal yanı etkiliyor beni, çünkü bu yanıyla bizi en aşağı güdülere sevk ederken tersliklerden, musibetlerden de koruyor. Etrafınızda hiçbir şey kalmadığında işte bu hayvansal yönünüz yaşamanızı sağlar.”

Fransız Polinezyası’na dahil Tahiti Adası’nda doğup büyümüş ve Paris’i merak eden, biraz havai biraz saf genç bir kadının, Moe’nin babaannesinin bir sözünü, “pişman olmamalı”yı hatırlamasıyla başlıyor kitabın ilk bölümü. Gençliğin kaygısızlığında yaşayan Moe yirmi yaşında kendisinden yaşça büyük biriyle evlenerek önce Paris’e taşınır, sonrasında kocasının annesiyle birlikte banliyöde yaşamaya başlar. Eve yakın yerlerde temizlik işlerine gider. Durmaksızın ev işi ve bahçeyle, iki köpekle, alkolik kocasına ve yaşlı kadına bakmakla geçer günleri. Bu insanların sevgisizliğini, acımasızlığını ve bir köleye dönüştüğünü fark eder zamanla. Kocasının alayları fiziksel şiddete dönüştüğünde yeni doğmuş bebeğinin bu ortamda büyümesinin istemez ve kıt kanaat biriktirdiği parayla Paris’e, tanıdığı bir kadın arkadaşının yanına gitmeye karar verir. İş arayışı günlerce sürer. Yine de umudunu yitirmez Moe. Hatta ağaçların, nehir ve kuş seslerinin yanında bir evde yaşamanın hayali kurar. İş bulur fakat bu kez de patronun tacizine maruz kalarak işten ayrılır. Ev sahibinin sabrı taşmaya başladığında kendisini artık evinde istemediğini söyler ve Moe çaresiz sokakta yaşamaya başlar çocuğuyla.

Kitabın birinci bölümündeki günümüzde herhangi bir kentte yaşanabilecek olaylardan sonra kitabın akışında Casse adı verilen, marjinallerin, muhtaçların, sokakta yaşayanların, kendini doğrultamayanların toplandığı bir yer çıkar karşımıza. Burası belki yakın gelecekte bile görebileceğimiz bir yerde, Paris’in periferisindedir. Moe evsiz kaldığında devlet onu buraya zorunlu olarak gönderir. Casse sanki başka bir dünyadır ve başka bir düzen işliyordur burada. Gelen herkese bir numara verilerek insanlar numaralarıyla çağrılır, numarasını üzerinde taşımayana ise büyük ceza vardır. Sokaklar dolusu kenara atılmış araba enkazlarından oluşan ve dikenli tellerle çevrili bu “şehir”de insanlar hurda arabalarda yaşamaktadır. Üstelik burada kalmak için çalışmak ve kira vermek zorunludur. Casse’ın dışında, kırsal bir yerde, gardiyanlar gözetiminde tarlalarda çalışılır. Buradan ancak yönetime para vererek çıkmak mümkündür ki, günde iki avroya çalışarak bu parayı biriktirmek imkânsızdır.

Moe saflığı ve biraz da iyi giden talihi sayesinde beş kadının yaşadığı yerin yanındaki bir arabaya denk düşer. Önce bu insanlardan tedirgin olan Moe zamanla bu kadınlar sayesinde Casse’ta yaşamayı sürdürebilecek ve onlarla dostluğu pekişecektir.

Bu cehennemvari yeri anlatan roman Moe’nin dışındaki beş kadının öyküsünün yer aldığı mini biyografilerle kesiliyor. İçlerinden Afgan şifacı bilge kadın Ada şüphesiz kitabın en ilginç kahramanı. Casse’ta yaşayanlar, pek sevimsiz gardiyanlar da dahil, herkes ona saygı duyar. Poule isimli karakter 2015’te Paris saldırılarından kurtulmuş eşini kaybeden, genç bir kadındır. Bir at arabasıyla bütün Avrupa’yı dolaşmaya karar vermiş, parası bittiğinde Casse’a düşmüştür. Romanın yapısında şimdiki zamanla geçmiş zaman birlikte anlatılıyor. Her karakterin Casse’a düşme öyküsünü dinliyoruz kendi ağızlarından. Savaşçı Jaja, ölümden dönen Poule, tatlı Marie-Thé ve her şeye rağmen güzel olmak isteyen Nini. Bu kadınların ortaklığı hayatta geldikleri yolun dehşet verici olması. Her biri kendine göre güçlü, birbirine saygı duyan, gündelik sorunlara ve sefalete birlikte çözümler bulmaya çalışan bu genç kadınların portrelerini okuduğumuzda sarsılıyoruz.

Roman boyunca yazar toplumsal eşitsizliğe ve dengesizliğe işaret ediyor. Gün geçtikçe insanın unutulduğu, paraya göre idare edilen bir toplumda her şey kötüye gittiğinde ilk önce kurban edilenlerin kadınlar olduğunu gösteriyor. Öte yandan kadınlararası arkadaşlığın, dayanışmanın kazandığını da görüyoruz. Örneğin bir yaz gecesi ateşin etrafında toplanmış bu kadınların bir çikolatayı paylaşırkenki mutluluğuna tanık oluyoruz.

Bütün bu kadınların başından geçenleri okuyunca nasıl da hepsinin gençliklerinde hayalleri olduğunu görüyor ve aslında böyle apokaliptik bir geleceğin hiç de uzak olmayabileceğini, hatta belki de hepimizin başına gelebilecek şeyler olduğunu düşünüyorsunuz. Başka türlü davranıp Casse’a düşmeyebilir miydiler diye sorgularken hepsine hak veriyorsunuz, başka şansları olamazdı diyorsunuz kendi kendinize. Devlet, sistem, toplum başka bir şans bırakmadı bu insanlara diyor ve onların yerinde olsanız sizin de belki kendinizi Casse’ta bulabileceğinizi hesaplıyorsunuz. Bu insanlara önyargılı bakmak yerine, hayatta hiç kimseniz olmasa (ama gerçekten hiç kimseniz) ve paranız da olmasa ne yapardınız diye soruyorsunuz kendi kendinize. Casse’tan kurtulmak, normal çalışma düzeniyle para biriktirip oradan çıkmanın imkânsızlığı, çocuğunu orada büyütmemeye ant içmiş Moe’yi buradaki mafya ile çalışmaya zorluyor. Ve kitap buradan itibaren daha da dramatik bir hale geliyor. Okuyucu olarak siz de tam bu noktada kendinizi Moe’nin yerine koyuyor ve yine kendinizden emin olamıyorsunuz, ben olsam ben de böyle davranır mıydım? Herhangi bir önyargıyla değil ama bu korku dolu dünyaya çocuğum için girer miydim, diye soruyorsunuz.

Sandrine Collette şüphesiz Fransa’daki sisteme ve genel olarak Batı’ya ağır bir eleştiri yöneltiyor bu kitapla. Bu kadar mekanik işleyen bir sistemde sağlık sistemi hasta olduğunuzda size ücretsiz bakıyor, sizi yaşatmak için elinden geleni yapıyor belki ama iyileştiğinizde sizi gönderecekleri yer ne doktorların umurunda ne de hemşirelerin. Size ölmekten, aç kalmaktan başka seçeneğin sunulmadığı yere gitmek üzere bu kadar özenle bakmak neden? Bu kadar çelişkili bir düzeni çarpıyor yüzümüze Sandrine Collette.

Son sayfaya kadar nefesinizi tutarak okuyacağınız bir kitap. Kitap nasıl bitecek, Moe bu durumun üstesinden nasıl gelecek ve ne pahasına diye durmadan içinizi kemiriyor sorular. Sosyal adaletsizliğe karşı kadınların dayanışmasını öven, sosyal konulara değinen romanda doğa ve yer tasvirleri çok hoş ve müthiş psikolojik bir güç var ki, siz de çaresizliğin içinde hissediyorsunuz kendinizi. Sandrine Collette hayatın kendisine iyi davranmadığı insanların toplumda hoş karşılanmadığı yakın gelecekte pekâlâ olası bir fütürist toplum tasviriyle çıkıyor karşımıza. Hatta kim bilir, belki bazı bakımlardan öyle bir dünyada yaşamaya başladık bile… Bu karanlık roman bizi korkunun ötesine götürse de iyilik anlarını da yaşatıyor ve çürümüşlüğün ortasında birbirine omuz vererek mahalledeki şiddete göğüs germeye çalışan kadınların hikâyelerini okumak umut veriyor.