Devlet gibi görmek yahut yukarıdan bakmak!

"Kitabın alt başlığı, Bazı Toplumsal Kalkınma Planlarının Başarısızlık Hikâyeleri, yazarın perspektifini muzipçe ifade ediyor aslında. Çok iyi hesaplanmış, çok iyi planlanmış bir doğa, bir toplum, bir kent, bir devrim veya rejim nasıl olur da başarısız olur? Hani modern hümanist projeler insanlığı ileriye taşıyacaktı, toplumları refaha ulaştıracaktı?"

10 Aralık 2020 17:24

Çoğunlukla akademik düzeydeki ileri seviye okumaların klasikleri arasında sayılan James C. Scott’ın Devlet Gibi Görmek eseri, Koç Üniversitesi Yayınları’ndan Ozan Karakaş’ın çevirisiyle yeniden basıldı. Devlet Gibi Görmek kent, antropoloji, siyaset, kültür çalışmaları ve felsefe gibi farklı alanların kavşağında olması sebebiyle salt akademik okuma listelerine girmeyecek kadar gündelik, konuya ilgili okurların elinden düşürmeyeceği bir eser. İlk baskısının (Versus, 2008, Nil Erdoğan) üzerinden hayli vakit geçmesiyle ikinci el kitap satışı yapan internet sitelerinde adeta karaborsa muamelesi gören bir kitabın daha yeniden basılması ayrıca sevindirici. Elbette on yılı aşan süreçte yazarın çalışmaları Türkiye’de daha çok okundu, tanındı, konuşuldu.

Anarşist antropolog James C. Scott külliyatından Tahakküm ve Direniş Sanatları (Ayrıntı, 1995), Anarşizm (Altıkırkbeş, 2014), Toplum Gibi Görmek (Zoom, 2016) isimli çalışmalar Türkçeye çoktan kazandırılmıştı. Ancak henüz çevrilmemiş Weapons of the Weak: Everyday Forms of Peasant Resistance (Yale Press, 1980), The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia (Yale Press, 2008), Decoding subaltern politics. Ideology, disguise, and resistance in agrarian politics (Routledge, 2012) isimli eserler bulunmakla birlikte, geçtiğimiz yıl yine Koç Üniversitesi Yayınları’ndan Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi (2019) başlığıyla en yeni kitabı yayımlanmıştı. Scott’ın bu son çalışması ve Devlet Gibi Görmek eseri arasında da güçlü bir bağlantıyı ifade etmek gerekiyor: Verili olana dair gayriresmî bir tarih okuması nasıl yapılır?

Devletin bilgisi-bilginin devleti

James Scott bir antropolog olarak tabularla, gayriresmî hikâyelerle uğraşıyor fakat bunu yaparken görüntüyü biraz netleştirmek istercesine gözlerini kısarak, anarşist bir bakışla yapıyor. Kitabın alt başlığı, Bazı Toplumsal Kalkınma Planlarının Başarısızlık Hikâyeleri, yazarın perspektifini muzipçe ifade ediyor aslında. Çok iyi hesaplanmış, çok iyi planlanmış bir doğa, bir toplum, bir kent, bir devrim veya rejim nasıl olur da başarısız olur? Hani modern hümanist projeler insanlığı ileriye taşıyacaktı, toplumları refaha ulaştıracaktı? Belki büyük büyük anlatılan modern kalkınma hikâyelerine haddinden fazla rol biçilmiştir ya da bilimsel bilginin yanılmazlığına göre kurgulanmış iktidar ilişkileri fazla keskin gelmiştir, kim bilir?

Scott bu sorunları ele alırken detaylı biçimde üzerinde durduğu bilimsel ormancılık modelini baz alıyor. 18. yüzyılın sonlarında Prusya ve Saksonya’da icat edilen bilimsel ormancılık uygulaması metaforlaştırılarak modern yönetimin kent planlamasında, kırsal yerleşim düzenlemesinde, arazi idaresinde benimsediği örneklerden bahsediyor. Devlet gibi görmenin koordinat sisteminin okura tanıtıldığı kısım, tam da burası: Devlet yönetmenin toplumda, kentte, kırda ya da doğada karmaşık ilişkileri okunabilir hale getiren ölçüm sistemlerini geliştirmek olduğu, tüm bu okunabilirlik biçimlerini bir kalıba dökme maharetiyle sürdürüldüğü açıklanıyor. Yeryüzüne indirilmiş bir dik kenarın tepesinden bakarmış gibi, her şeyi küçücük, basit ve açıklanabilir görme hatta gösterebilme hüneridir okunaklılık. Buna sebep şeyin, bahsedilen görme biçiminin dayanağı olan bilme metodu ve bilgi türleri arasında kurulan hiyerarşik ilişkide gizlendiğini vurguluyor yazar.

Merkezîleşme, ölçülebilirlik, standartlaştırma

Modernite, pozitivist bilme metodunun dünyayı yeniden inşa etme arzusuna hizmet etmesi gerektiğini düşünen liderleri etkilemiştir. Bilgi ve siyasal iktidar arasında kurulan bu araçsal güç ilişkisi doğal yaşamdan toplumsal yaşama uzanan bir hükümranlık sürecini başlatmıştır. Uzun vadeli toplumsal projelerin neden başarısız hikâyeler yarattığını, bu hükümranlık sürecinde, yani bilme ve toplumu yönetme arasındaki tasarım ilişkisinde arıyor yazar. Onun otoriter yüksek modernizm olarak ifade ettiği, tam da sağ ya da sol fark etmeksizin ütopyacı düşünceyle iç içe geçmiş yönetme kavrayışıdır. Lenin, Troçki, M. Kemal, İran Şahı, Vietnam’da köyleştirme, Avrupa’da Nazizm, Afrika’da apartheid vb. toplumsal mühendislik girişimleri… İdeolojik olarak hiç de yan yana gelemeyecek tarihî şahsiyetleri ve uygulamaları birleştiren şey, Scott’ın bilgi sosyolojisi ile siyaset sosyolojisini birlikte okuyan ufuk açıcı perspektifi. Halk desteğini de arkalarına alarak edindikleri iktidarı ilerici, kalkınmacı amaçlar uğruna dönüştürücü bir vizyonla kullanmaları bağlamında bu örnekler yan yana koyuluyor çalışmada.

Scott’ın bakış açısı, siyaset teorisinin canavarlarla anılan meşhur devlet tasavvurunun yanına geniş bir parantez açıyor. Meseleyi o kadar büyütmeyin deyip gülümseyen bir edayla, kudreti kendinden menkul formel kurumların hiç de sanıldığı gibi göklerde dolaşmadığını tane tane anlatmaya devam ediyor. Modern iktidar ilişkilerinde hâkimiyetin, gündelik yaşam ortamının yani kentlerin, üretim mekânlarının, yerleşimlerin düzenlenmesiyle şekillenen bir süreç olduğu vurgulanıyor. Burada okunaklılık yaratmak merkezîleşmenin ihtiyacı olarak kavranmakta, çünkü vergi toplamak, asayiş sağlamak, isyanlara hızlıca müdahale etmek veya askere alınacakları bulabilmek gibi işlevlerin yerine getirilmesi idare için hayati öneme sahip. Kentsel mekânı düzenleyen, merkezî takip sistemini ve müdahale olanaklarını yaratan gücün geometrik soyutlamalar etrafında gelişen hikâyelerinden de söz ediyor yazar.

Aydınlanmacı düşünür Descartes’ın birbirini dik açıyla kesen çizgisel düşüncesine benzer modeller kentlerde karmaşık olanı basitleştiren işleviyle pek çok yerde uygulanmış. Bunlardan biri de Chicago’daki ızgara tipi yerleşim. Mülkiyet, kadastro haritaları, yerüstü ve yeraltı düzeni, posta dağıtımı, vergi toplamak, ulaşım hizmeti, nüfus sayımı gibi pek çok idari işin devamlılığı bu modelle sağlanmış. Kendini tekrar eden, sürekli, kapsayıcı, tekdüze ve tek bir tasarım her yönüyle Descartesçı bir bakış, Tanrı’nın bakışı...

Öte yandan gelişen kentler ve artan nüfus vergi toplamayı daha da zorlaştırmış, mülkiyetin merkezî bir denetim altına alınmasını zorunlu kılmıştır. Mülkiyetin kayıt altına alınması ve kadastro sisteminin gelişmesi haritacılığı geliştirdiği kadar arşivciliği de geliştirmiştir, fakat pek çok şey hâlâ fazla ‘karmaşık’tır. Bunun en büyük sebebi ise aynı coğrafyada pek çok yerel kültürün, dilin, geleneğin karışması olarak tespit edilmiş. Bugün nasıl ortaya çıktığını sorgulamadığımız, hatta dijital aşamalarını bile işimiz düşmese pek takip etmediğimiz nüfus kayıt sisteminin geliştirilmesi modern idarenin merkezden yönetme gücünü artırmıştır. Soyadı uygulaması, yerel yerine uluslararası ölçü birimlerinin kullanılması, ortak dilin icat edilişi, monokültür tarım üretimi yapılması yaşamların standartlaştırılması bakımından önemli iktidar pratiklerine denk düşmektedir.

Lenin, bolşevikler, öncü parti

Okunaklı kılınan kentler gibi toplumsal hareketler üzerinde de tasarlama girişimleri olmuştur. Bir toplumsal hareketten farklı kesimlerin, kişilerin başka başka beklentileri olmuş ve tarihin akışını etkilemek üzere dipten gelen bu dalgaları yönetmek istemişlerdir. Scott, Lenin’in metinleri üzerinden çözümlemeler yaparak devrim öncesi ve sonrası değişen tutumunu, Rosa Luxemburg ve Aleksandra Kollontay’ın eleştirilerini, bolşeviklerin devlet kurma sürecinde Kronştadt, Mahnovşçina ve Tambov ayaklanmalarını şiddetle bastırmasını modern stratejik planlama bağlamında tartışıyor.

Buna göre Lenin’in devleti sosyalist devrimi gerçekleştirmenin aracı olarak gördüğünün ve tüm planlamanın da sıkı bir disipline ve bürokrasiye dayandığını düşünmesinin örnekleri üzerinde durulmuş. Yazar fabrikaların düzeni, sendikaların rolü ve endüstriyel tarım politikalarının izlenmesinde öncü partinin her daim beyin, işçi sınıfı kitlelerinin ise bedenin geri kalanı gibi görüldüğü yorumunu yaparken şu tarihsel gerçekliğe dikkat çekiyor: Devrimin arifesinde bolşevikler özellikle Moskova ve Saint Petersburg’daki vasıfsız işçiler arasında mütevazı bir işçi sınıfı temeline sahipti, ama sosyal devrimciler, menşevikler, anarşistler ve örgütsüz işçiler baskın durumdaydı. Böyle bir konumda kitap bolşeviklerin yükselişinin yapısal dinamiklerine de ışık tutuyor.

Devrimin adı konduktan sonra Avrupa’da sendikaların Fordist, Taylorist üretim teknolojilerini eleştirmesinin aksine, Lenin kapitalist çağdaşlarıyla hemfikirdir ve bunu rasyonel devlet planlamacılığı olarak fikirlerinde özümsemiştir. Ancak şu bir eleştiri konusu olmaya devam etmektedir: Merkezî bürokrasinin gücü arttıkça devrimin 1905’ten 1917’ye doğru akan bir süreç olduğu ve devrimin yerel tarihlerinin yazılamaması bir tarihyazım sorununa dönüşmüştür. Bu açıdan Luxemburg ve Kollontay tarafından devrim hakkında eleştirilen şey, bunun ‘nasıl’ yapıldığıdır, yine bir okunaklılık yaratma yahut indirgeme problemidir: Devrimin reçeteleri olur mu, devrimin planı, kalıbı olur mu, varsa bunu kim hazırlar?

Bilme biçimlerinde piramidal mimarinin hegemonyası

Kitabın tümüne yayılmış, fonda hafif hafif yükselip azalan melodiler gibi süren bilginin sorunsallaştırılması meselesi, son bölümde derli toplu bir bilgi felsefesi tartışması olarak sunulmuş. Bilgi sosyolojisi ile siyaset sosyolojisini çatan yazar, son bölümde yaptığı tartışmayla emperyal bilme biçimlerinin yerel bilgi üretiminde nasıl tahribatlar yarattığını anlatıyor.

Yazar sığ basitleştirmelerle yönetimi kolaylaştırıcı tasarımların gündelik hayatı nasıl dönüştürdüğü hakkında Yunan mitolojisinden girip tarım uygulamalarından çıkan bir anlatı oluşturmuş. Mutlaklığı sorgulanmayan modern bilme yöntemleri idealize yaşamı kurarken, çözümleri üretirken sorunları da mezkezîleştirmiş ve krize girmiştir. Oysa çözümleri olanakları dahilinde yerinden ve yerel bağlamda üretmeyi öğrenmiş bir kültürün varlığına itibar edilseydi, bilgi-iktidar ilişkileri daha farklı kurulabilirdi. Scott mêtis olarak ifade ettiği bu yerel bilgi, düşünce, eylem üretme potansiyelini antropolog kavrayışıyla okuyucunun önüne seriyor. Bilmeyi kategorize eden formel kurumların keskinliğine rağmen kırılganlığını da ortaya koyarak tabularla uğraşıyor. Bilmenin piramidal yapısının sosyal bakımdan nelere mal olduğunu anlatıp bilmenin gayriresmî biçimlerine, yerel empirizme, yukarıdan ve merkezden değil de, aşağıdan yapılan sezgi ve gözlemlerin payına, esnekliğine, iş bitirici kıvraklığına dikkat çekiyor.