Deneyebilmek...

Deneme devrimci bir türdür. Deneyebilmek özgüven, cesaret gerektirir. Şiirde Nâzım Hikmet, öyküde Sait Faik, romanda Yaşar Kemal, denemede Nurullah Ataç büyük öncülerdir. Hepsi denemiştir

04 Şubat 2016 13:48

Yazı bir alıntıyla başlıyor, sonra bir anekdot aktarılıyor, ardından bir anıya geçiliyor, biraz sonra bir kitaptan alıntılar gelecek, şiir alıntıları tercih edilir, azıcık da aforizmalar yerleştirelim, bu arada, aramızdan ayrılmış bir yazarı yâd edelim, arkadaşımın yeni çıkmış kitabını bir miktar tanıtayım, eski bir mektuptan birkaç alıntı, okura kendimi hatırlatmak için bir şiirimden bir iki mısra koyayım, tabii ki baskısı tükenmiştir o kitabımın.

Bu cümle kadar bulaşık metinlere “deneme” denebiliyor. Bu tür bir türsüz türün adı bazen “izlenim,” bazen de “değini” olabilmekte.

“Deneme” öyle bir şey değil. İyi ki. Ortaçağdan çıkılırken deneme gelişmeye başlar. İnsanın yeryüzüne yukarıdan gönderildiğine, doğanın efendisi olarak konumlandırıldığına bin yıllardır inan(dırıl)mıştık. Konforumuz gayet yerindeydi. Sonra birileri çıkıp fikirleri denemeye başlamış. Bir fikri, fikirleri deneyebilmek ne kadar da zor işmiş. Dogmatizmden, monolojik düşüncenin vesayetinden kurtulma aşamasına yavaş yavaş evrilinir.

Henüz Türlerin Kökeni, ondan bir yüzyıl sonra keşfedilen DNA çift sarmalı filan yok, ama Montaigne gibi birisi çıkıp bazı fikirleri denemeye başlıyor (Essais, 1580-88). Ya biz insanlar, hayvanlardan üstün değilsek? Ya biz beyazlar “vahşiler”den daha vahşiysek? Belki de o kadar matah bir şey değildir bu beyaz insan türü. Bir yandan da yerkürenin evrenin merkezinde bulunmadığı, ufacık zavallı bir gezegen olarak kendi etrafında döndüğü, pek de kayda değer olmadığı fark ediliyordu (bu vesileyle bkz. Carl Sagan, “pale blue dot”).

Deneme devrimci bir türdür. Kanaatlerimizi sarsmıyorsa hedefine ulaşamamış demektir. Öğrenebilmek de zaten biraz sarsıntıyla gerçekleşir –ezberle değil. Demek ki, laubali yazılara “deneme” dememek gerekiyor. Denemenin bilimdeki devrimlerle bire bir ilişkili olduğu söylenebilir. Hayale gelmedik fikirleri deneyebilmek… Sonuçları insanı mütevazılaştırdığı ölçüde zihnen güçlendiriyor. Kafanız çalıştığı oranda ölüm korkunuz azalır.

Deneyebilmek özgüven, cesaret gerektirir. Peki, açık uçluluğa ne kadar tahammül edebiliyoruz bu ülkede, dünyada? Uçlar kapalı olunca kendimizi güvende hissediyoruz, güya. Ortaçağdan çıkamamış toplumlarda bu daha da çok böyle. Mesela, acaba, bir de şöyle düşünsek, konuya tersinden yaklaşmaya çalışsak vb. Ezberleri tekrarlamayı, monolojik düşünceyi sürdürmeyi seviyoruz o şekilde korunabiliyoruz yabancı şeylerden, neyse artık o kötü “şey”ler. “Kendimizi kucaklayalım”.

Nurullah Ataç 20. yüzyıl Türkiye’sinin en önemli denemecisi sayılıyor. Yanlış mı? Bence doğru. Denemeci, okurun gözü önünde, kendisiyle tartışır. Ataç, zihninde iki kişi yaratır. Okur karşısında öz-tartışmaya cesaret edebilmiştir. Prospero ile Caliban’daki Aslı’yı izleyelim. Kim neyi niçin savunuyor? Felsefe bu şekilde, (iç)diyalogla doğmamış mıdır? Ataç’ın bu başarısının farkına varamayıp, efendim aşırı saf-dilciydi, önerdiği sözcüklerden evet 200 kadarı tuttu ama bakın 300’ü tutmadı, ha, bir de huysuzdu bana karşı, ayrıca kekemeydi canım zaten, şiir yazamamıştı… Bu kötü cümleyi de atlayalım ve Ataç’ın düşüncesinin, eyleminin arka planındaki eşitlikçi, özgürlükçü, eleştirel felsefeyi kavramaya çalışalım. İç tartışmalarını kamuoyu önünde cesaretle sergiledi. Ülkenin düşünce ikliminin ortaçağdan çıkması için çabaladı.

Montaigne, değerli dostu La Boétie’yi kaybedince “o oydu, ben bendim” diye yazar. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik yönelimi başlamıştır artık. Birkaç yüzyıl sonra Fransız Devrimi olacak. Bizim topraklarda biraz gecikmeli tabii. Nurullah Ataç da “siz başka insansınız, ben başka” demiştir. Montaigne’inkiyle hemen hemen aynı söz. İnsanın kendisi olabilmesi ortaçağda ve Türkiye’de ne kadar zor. Dogmayı, mutlak olanı reddedeceksiniz. Özgür, eşit bireyler olarak yoldaşınızla yan yana, sevgilinizle kol kola aynı istikamete yürüyebileceksiniz. İlişkiler yataymış; hiyerarşi yokmuş. Hiç kolay değil.

Nurullah Ataç’ın Türkiye’de eleştirelliğin gelişmesine katkısını değerlendirebilmek için 1930’lardaki bazı yazılara bakabiliriz. Örneğin Kadro dergisini inceleyelim. O yıllarda yazarların fikirlerini monolojik olarak savunduğunu görürsünüz. Başkasından alıntı yapmamak, o kişiye gönderme yapmamak bir standart gibidir. Filanca yazarımız kendi doğrusunu öne sürüyor. Bir iddiası var. Tamam, olsun. Ama bir fikri eleştirecekseniz o sözün sahibinden birkaç satır alıntı yapmanız gerekir. O uygulamaya gerek görmeyen çok yazar var. Yalnızca bazı iddialarda bulunarak kendi kendisine konuşmayı tercih ediyor. Monolojik olmak bir başarı sanki.

Ülkedeki düşünce ikliminde, mono-doğru-lar-ın egemen olduğu koşullarda, Nurullah Ataç’ın çıkıp kalıp yargıları sorgulamaya başlamasının devrimci bir etkisi olmuş. O yıllarda ülke özerk bir düşünürle tanışmış. Deneme devrimci bir tür ve Ataç iyi ki denemiş. Evet, özneldir Ataç. Peki “öznel” olabilmek kolay mıdır? Harcıâlem görüşlerinizi şahsi görüş olarak sağda solda bol bol sunabilirsiniz. Onlardan geriye hiçbir şey kalmayabilir. Hakiki öznellik, derin bilgi ile ortaya çıkabiliyor. Galileo Galilei özneldi; görüşlerini kabul eden pek yoktu. Ama nesnelliği temsil ediyordu. Kant’ın Aydınlanma tanımında geçen “kendi aklını kullanma cesareti”ne o yıllarda kim sahipti diye sorarsanız aklınıza Nurullah Ataç ile birkaç kişi gelir.

1940’larda, vesayet rejiminin dayattığı dikey ilişkiler bazı zihinlerde sonlanabilmektedir artık. Yatay ilişkilere geçmenin zamanı gelmiştir; ”yaklaşmaktadır” diyelim. Şiirde demokratik devrim başlamıştır. Bazı tutucular, görüşünü değiştirdi diye eleştirirler Ataç’ı. Cevaben, “Ben kendi kendimle de bağlı değilim” demiştir. Görüş değişikliklerini anlatır, savunur. O bağlamda, Ataç’ın “eski rejim”e yamanmaması dikkate değer hasletidir. Kelimeciliği üzerinde fazla durulmuştur. Biraz da sentaksçılığı üzerinde durulsaydı. Ataç eleştireldir; fikirleri deneyebilmiştir. Deneme eleştirel, öz-eleştirel, iç-diyaloglu, çok-sesli değilse “deneme” nitelemesini hak etmez. Yazının girişinde bahsettiğim o tuhaf (t)ürün olarak kalır. Asım Bezirci’nin yazarla ilgili eserindeki şu görüşe katılabiliriz: Ataç’ın peşinden gidip bir “içtenlik endüstrisi” kuramayız. Diyelim / Söz Arasında kitabında yer alan “Özgürlük Üzerine” yazısı unutulabilir mi? (Tuncay Birkan o yazıya yeniden dikkatimi çekti.) Oradaki fikirlerin arka planında Spinoza, Kant var. Şiirde Nâzım Hikmet, öyküde Sait Faik, romanda Yaşar Kemal, denemede Nurullah Ataç büyük öncülerdir. Hepsi denemiştir. Onların sayesinde, belki de, “çocuk kalmış bir millet” olmaktan kurtulabiliriz (Oğuz Atay).

Bugünkü düşünce ufkumuzu bilimsel devrimlere borçluyuz. Buluşlar bizi özgürleştiriyor. İnsanlar deniyor, bir şeyler keşfediyor. Aziz Sancar gururlandırdı, ama Türküz diye değil. Bilimi popülerleştirmeyi sürdüren Neil deGrasse Tyson’ın anlattıkları heyecan veriyor. Güven Güzeldere hocamızdan çok şey öğreniyoruz. Doğadaki, evrendeki yerimizi anlıyoruz. Mütevazı öğren(i)ciler olarak öğrendiklerimizi paylaştıkça rahatlıyor, huzura kavuşuyoruz. Zihnimiz özgürleştikçe kuş gibi uçuyoruz. Bütün baskılara, engellere rağmen, denemeye devam ediyoruz çocuklar. Denemeye değer.

Kolaj çalışma: Metin Yener