David Graeber’a veda

En etkili ve popüler sol düşünürlerden antropolog David Graeber henüz 59 yaşında beklenmedik bir şekilde öldü. Akademisyendi, Occupy hareketinin etkili eylemcilerindendi, karmaşık konuları herkesin okuyabileceği şekilde yazabilen popüler bir yazardı, kışkırtıcı ve spekülatif bir teorisyendi...

06 Eylül 2020 21:03

Yazık. Ne kadar erken bir ölüm. İnsan faydacı yanını dizginleyemiyor; önünde bir 20-30 yıl daha olsaydı daha neler yazacak, hangi mitleri, hangi tabuları –ince eleyip sık dokuyarak ama amansızca– deşecekti kim bilir… David Graeber öteki meslektaşları gibi mitlerle uğraşan bir antropologdu, mesela 1972’de yazdığı Taş Devri Ekonomisi ile antropolojide çığır açmış olan Marshall Sahlins ile birlikte On Kingship (antropolojik bir metinde alışıldık olduğu üzere kinship –yani akrabalık– değil, krallık) adlı bir çalışmaya imza atmıştı. Çok eski bir soruya yanıt arıyorlardı: Tek bir adam (nadiren kadın) bir tanrının elçisi ya da tezahürü olarak nasıl iktidara gelir ve bu iktidarı nasıl sürdürebilir? Avrupamerkezciliğe ve insanmerkezciliğe sert bir darbe olarak nitelendirilen ve sosyoloji ile kozmolojiyi aynı düzlemde ele almayı tercih eden bu çalışma, mesela kralı tanrı taklidi yapan bir insan olarak değil, “insan taklidi yapan bir tanrı” olarak ele alıyordu.

Ama Graeber’ı biz esas olarak günümüzün, modern toplumun mitlerini ele aldığı yazıları ve kitaplarıyla tanıyoruz. Ya da Occupy hareketinin anti-liderlerinden biri, Kürt hareketinin uluslararası alandaki önemli bir destekçisi olarak. Veya “onlar yüzde 1, biz yüzde 99’uz” sloganıyla. – Her ne kadar kendisi sloganın kolektivite mahsulü olduğunu defalarca vurgulamışsa da çaresiz, slogan artık tamamiyle ona mal edilecek.

Aktivizmiyle (eylemciliğiyle de; bu iki sözcük artık aynı anlama gelmiyorlar, değil mi?), Wall Street eylemlerindeki rolüyle, büyük ihtimalle bu rol yüzünden Yale’den atılmasıyla, aileden gelen (babasının İspanya İç Savaşında anarşistler safında faşistlere karşı savaşmışlığı varmış), kendisinin kısmen reddettiği anarşizmiyle, ölümünden sonra anısına yazılan yazılarda hızla modern bir mitik figür haline gelmeye başladı bile Graeber.

Yazdıklarına göz atalım. Mitleri sağlamlaştıran ikinci üçüncü elden alıntılarla rivayetlerin tersine metinler mitosun panzehiri olabilir... Eylemleri ve yazdıklarıyla günümüzün en etkili (muarızları tarafından uydurulan Graeberizm terimi bu etkinin bir nişanesi sayılabilir) entelektüel ve antropologlarından sayılan Graeber’ın söyledikleri, ilk bakışta çok şaşırtıcı, ama daha ikinci okuyuşta insana doğal ve aşina gelen şeylerdi. Uzun uzadıya tartılmış, üzerinde çok kafa yorulmuş ve iyi formüle edilmiş oldukları için ne kadar radikal olsalar da kolay sindirilen, çabucak benimsenen fikirler. Birkaç örnek, Graeber ile henüz tanışmamış olan okurları kışkırtabilir belki.

Mesela takas ekonomisi hiçbir zaman var olmadı diyordu Graeber; fiziki paradan önce borç vardı, kil tabletlere yazılmış borç senetleri vardı, yani para ezelden beri sanaldı. Örneğin Harari’nin Sapiens’te iddia ettiğinin tam aksine, başlangıçta bir takas ekonomisi vardı da insanlar soyutlama yeteneklerini geliştirdikçe takastan para kullanmaya geçmiş değillerdi. Yoksa fiziki parayı kullanmayan koskoca antik imparatorluklar nasıl yaşayabilirlerdi? Şu satırlar Borç – İlk 5000 Yıl’ın başlangıç bölümünden:

“İtiraf edelim, genel izlenim bize, etrafımızdaki her şeyin tamamen yeni olduğunu düşündürüyor. Bu hepsinden fazla para için geçerli. Sanal paranın doğuşunun, nakit paranın plastiğe dönüşerek soyutlaşmasının, dolarların elektronik bilgi sinyalleri haline gelmesinin bizi eşi görül­memiş, yepyeni bir fınans dünyasına taşıdığını kaç kez dinledik? Keş­fedilmemiş bir ülkede olduğumuz varsayımı, Goldman Sachs, AIG ve benzerlerinin, halkı bu göz kamaştırıcı yeni finansal enstrümanlarını hiç kimsenin anlayamayacağına kolayca inandırabilmesinin sebeplerinden biriydi. Gelgelelim konuyu geniş bir tarihsel ölçekte ele alırsak, ilk öğ­reneceğimiz şey sanal paranın hiç de yeni olmadığıdır. Gerçekte, para­nın asıl şekli budur. Kredi sistemleri, çetele, hatta gider hesapları, nakit paradan çok önce vardı. Bunlar, medeniyetin kendisi kadar eskidir. Evet, tarihte külçelerin hakim olduğu –altın ve gümüşün para olduğunun varsa­yıldığı– dönemler ile paranın bir soyutlama, sanal bir hesap birimi olarak varsayıldığı dönemler arasında gidiş gelişler görüldüğü doğrudur, ama tarihsel olarak önce kredi-para gelir; günümüzde tanık olduğumuz şey, ortaçağda, hatta antik Mezopotamya'da açıkça akla uygun kabul edilen varsayımların geri dönüşüdür.” (s. 24-25)

Günümüzün farklı bir yönü varsa diyordu Graeber, bu sözlerin hemen ardından, geçmişte borçluları korumak için tesis edilmiş kurumların aksine modern dünyada alacaklıları korumak üzere tasarlanmış IMF gibi kurumların küresel ekonomiye hakim olmaları…

Takasla ekonomik faaliyetlere başladığımız, sonra parayı keşfettiğimiz ve daha sonra da kredi sistemlerini bulduğumuz şeklindeki “takas mitinin” nasıl olarak da varlığını koruyabildiğini sorguluyordu. Bu konuda nasıl olup da yeni bir tarih yazılmadığını da… (Sapiens gibi yeni hikâyelerde, yanlışlığı düpedüz ortada olan eski senaryonun kullanılmasını neye yormalı? Marcel Mauss’tan bu yana armağan ekonomisi, hediyeleşme hakkında çok şey biliniyorken?)

Marcel Mauss’un armağan ekonomisi ile Marksist siyasal iktidar eleştirisini bir araya getirme denemesi olan Değer Teorisi: Antropolojik Bir Giriş adlı eserinde de Graeber “değer” kavramını enine boyuna sorguluyordu.

Devletle piyasanın birbirlerine uzak kutuplar olmadığı, kapitalizmin bürokrasiye karşı olmak şöyle dursun onsuz yaşayamayacağı kanaatindeydi Graeber. “Uçan arabalara ve Kâr Haddinin Düşmesine Dair” adlı kışkırtıcı yazısında (bkz. Kuralların Ütopyası: Teknoloji, Aptallık ve Bürokrasinin Gizli Zevkleri Üzerine), endüstriyel üretimin mekanizasyonunun kapitalizmi tahrip edeceği konusunda Marx ile Engels haklıydı, diyordu, ama piyasa rekabetinin fabrika sahiplerini yine de mekanizasyon doğrultusunda zorlayacağını öngörmeleri yanlıştı. Bu olmadı, çünkü onların –ve hâlâ çoğumuzun– düşündüğünün aksine serbest piyasa rekabeti kapitalizmin ayrılmaz bir parçası değil. Piyasa ile kapitalizm aynı şey olmadığı gibi, bu ikisi bürokrasiye –devlete has bir hantallık anıtı olan kırtasiyeciliğe– düşman da değillerdir.

Kısacası kapitalizmin teknoloji dostu olduğuna, her koşulda yeni teknolojileri geliştirmekten kendini alıkoyamayacağına nasıl bu kadar eminiz, diye soruyordu: Hani o zaman robot fabrikaları neredeydi, uçan otomobiller peki?

İlk bakışta komplo teorisi kokan iddiasına göre, endüstriyel robotlara yapılacak kamu yatırımlarının Pentagon’a, silah sanayiine kaydırılmasıyla, 1970’lerden beri ağırlıklı olarak üretim değil simülasyon teknolojilerinin geliştirilmekteydi. Ama bir komplodan söz etmiyordu: Kapitalizmin otomasyona yatırım yapma iştahını ucuz işgücü neden kesemesin? Bu teknoloji iştahı zaten bir mit, kapitalizmin bir reklamı ya da kuruntusu değil miydi?

Bullshit Jobs adlı Türkçeye henüz çevrilmeyen kitabında (Everest'ten yakında çıkacakmış) kapitalizmin verimlilik efsanesini yerle bir etmeye girişmişti: Keynes teknolojinin gelişimiyle işlerin, dolayısıyla iş saatlerinin hatta iş günlerinin azalacağını öngörmüştü ama yıllardır iş saatlerinde bir azalma gözlenemiyordu. Graeber’a göre işler merkez ülkelerde zaten azalmıştı, iş saatlerinin de azalması gerekiyordu ama –zannettiğimizin aksine– verimlilik esasına ve serbest pazar ilkesine göre çalışmayan kapitalizmin hep gölgede kalan bürokrasisi habire gereksiz ve yararsız işler üretmekle meşgul; milyonlarca insan bu işlerle oyalanıyor, üstelik vakit ve emek harcadığı zırvalıkların yararsızlığını bilerek, hissederek.

Graeber, işleri zırva ve boktan (bullshit ve shit) olarak ikiye ayırıyordu: Lüzumsuz, kimseye yararı olmayan ama yüksek ücret ödenen zırva işler ve herkes için lüzumlu hatta hayati olup yapması meşakkatli ama ücreti düşük boktan işler…

Bir ekonomik rasyonalite yok gibi görünüyor, değil mi? Evet, diyordu Graeber, yok. Klasik bir işletmede, örneğin bir lokantada hiçbir çalışanın zırva bir işle meşgul olduğu görülemez, ama finans sektörü farklıdır: Finans kuruluşlarının kârı ticaretten ya da üretimden kaynaklanmaz. Finansallaştırılmış bir ekonomide klasik kapitalizmde olduğundan farklı kurallar işler. Bir tür yönetimsel feodalizm. (Plazalarda çalışan beyaz yakalıların güneyde bir pansiyon ya da meyhane açma hayalinin berisinde, zırvalıktan kurtulma isteği de vardır muhtemelen. Yok mudur?)

Graeber’a göre bir işi yaparken aldığınız ücretle o işin insanlara sağladığı yarar arasında ters bir orantı vardı. Belki de insanların bile bile zırva işleri yapmaya devam etmelerinin bir sebebi buydu. (Örnek: Öğretmenliğin ya da çöpçülüğün az para getirmesi ama finans sektörünün çok kazandırması…) Graeber’ın başkasından alıntıladığı başka bir formülasyon da şuydu: Yaptığınız iş insanlara ne kadar büyük zarar verebilirse o kadar çok ücret alıyordunuz!

Bu zırva işlerden kurtulmanın tek yolu da, evrensel temel gelir. Ama devleti sosyal harcamalardan kurtaracak, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yerine ödenen bir bedel olarak değil, insanca yaşanabilecek düzeyde bir gelir. Çalışma ile gelirin bağını koparacak düzeyde…

“Popüler inanışın aksine,” diyordu, “aptallığı bürokrasiler yaratmaz. Onlar, zaten doğası gereği aptal olan durumları idare etme biçimleridir, çünkü nihayetinde kaba kuvvetin keyfiliği üzerine temellendirilmişlerdir.” (Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar)

Graeber SSCB yıkıldıktan sonra dünyada bürokrasinin azalmayıp tam tersine arttığını söylüyordu; bürokratlardan o denli hoşlanmıyordu ki polisler ona göre sadece ‘silahlı bürokratlar’dı. (Polislerden de hoşlanmıyordu.)

Savrukluğu, kitaplarındaki ufak tefek maddi hataları nedeniyle çok eleştirildi, ekonomiden anlamamakla ve Graeberizm (gerçeklerden kopuk bir tür anarşist romantizm) ile suçlandı.

Aldırmadı. Romantikti zaten: “Dünyanın nihai, gizli hakikati,” diyordu, “onun bizim yaptığımız bir şey olduğu ve kolaylıkla farklı bir şekle dönüştürülebileceğidir."

İşte böyle parlak, renkli ve ufuk açıcı bir teorisyeni, kararlı bir eylemciyi kaybettik. Sebebi hâlâ bilinmeyen bu zamansız ölüm, hiç olmazsa kitaplarının daha çok okunmasına yol açsa…