Türkiye’deki çevre katliamları ekonomik krizin neresinde?

Ekonomiyi sığ, günübirlik, liyakatten uzak bürokrasiyle, yandaş kayırmacı zihniyetle yönetmeye çalışan, sanayide, tarımda, üretimde yapılması gereken reformları yıllardır gerçekleştirmeyen bir yönetim anlayışının doğadan yana tavır alması mümkün olabilir mi?

Türkiye, bugüne kadar hiç görülmediği kadar derin bir ekonomik krizin içinden geçiyor, hatta bazı iktisatçılara göre, Türkiye henüz en kötüyü yaşamadı bile.

İşsizlik yükseliyor, enflasyon dizginlenemiyor, bütçe açığı kontrol edilemiyor, makro ekonomik veriler bozuluyor, borçlanma rekor kırıyor, ekonomik parametrelerin hepsinde görülen dengesizleşme beraberinde uluslararası çevrelerde Türkiye ekonomisine olan güveni ve yatırım yapma ihtimalini yerle bir ediyor.

Türkiye, AKP iktidarı eliyle ekonomide her şeyin kötü gittiği bir dönemde “faiz inerse enflasyon düşer” deli saçmasına dayanarak faizleri indirip, küresel olarak yaşanabilecek bir resesyon ortamında ülkeye sermayenin gelebileceği ihtimaline bel bağlamış bekler vaziyette…

Ancak yaşanan kriz sadece ekonomide değil. Türkiye’de yönetim krizi, demokrasi krizi, bürokrasi krizi, liyakat krizi, adalet krizi ve eninde sonunda ekoloji krizi var. Ekonomik kriz, demokrasi krizi ve ekolojik kriz ayrı ayrı meselelermiş gibi görünse de bunların hepsi aynı bütünün parçaları.

Üstelik, Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişiyle birlikte geçirdiği rejim değişikliği yaşanan krizlerin hepsini kronikleştiriyor. Tarafsız, partiler üstü ve siyaset üstü olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamı, iktidarın siyasî söylemlerinin devlet politikası hâline getirilmesiyle devletin siyasallaştığı, hatta bir partinin devletin önüne geçtiği, demokratik araçların, denge ve denetlemenin yok sayıldığı bir yere doğru evrilmiş durumda.

Tamamen keyfî bir yönetim sürdürülüyor.

Bütün hukukî denetim yolları kapatılarak ormanların, toprakların, nehirlerin, denizlerin, havanın, suyun, yani tüm doğal yaşam alanlarımızın tek kişinin ağzından çıkacak söze bırakılması, doğa talanını olağanüstü düzeyde artırırken, hukuksal mücadele alanları da giderek küçülüyor. Tek adamlığın karşısında doğa hiç bu kadar savunmasız kalmış mıydı?

Ekonomiyi sığ, günübirlik, liyakatten uzak bürokrasiyle, yandaş kayırmacı zihniyetle yönetmeye çalışan, faiz-kur-enflasyon sarmalında ekonomik tercihleriyle sürekli yurttaşların aleyhine kararlar alan, sanayide, tarımda, üretimde yapılması gereken reformları yıllardır gerçekleştirmeyen bir yönetim anlayışının doğadan yana tavır alması mümkün olabilir mi?

Türkiye’nin hiçbir coğrafî bölgesini ayrı tutmadan, Kaz Dağları’ndan Salda Gölü’ne, Murat Dağı’ndan Hasankeyf’e, Fatsa’dan Kuzey Ormanları’na, Cerattepe’den Trakya’ya uzanan tarihî, kültürel ve doğal varlıklara topyekûn, sistematik ve bilinçli saldırının altında rant denizinin bitmiş olması yatıyor.

Kendi ormanlarına saldırarak milyonlarca ağacı, sayısız canlının yerini yurdunu, ülkenin en kıymetli su ve nefes kaynaklarını yok eden, plansız programsız, kimin yararına olduğu belirsiz projelerle insanları yerinden ettiren, göçe zorlayan, acele kamulaştırmalarla mülksüzleştiren, kendi memleketinin dağını, taşını, toprağını, suyunu, tarihsel mirasını inşaat ağalarının ve açgözlü küresel şirketlerin yağmasına açan ve bu çaresiz hâliyle övünen bir iktidara sahip olmaktan yine biz utanıyoruz.

Son yıllarda herhangi bir istişare mekanizması işletilmeden, bilimsel olarak tartışılmadan, çoğu zaman hukukun arkasından dolanarak, kendi dediğini tepeden inmeci şekilde yandaş şirketlerin lehine, yurttaşın itirazlarına rağmen dayatan biçimde işleyen bir yönetim anlayışı hâkim. Peki, bu anlayışa sahip uygulamalar neden hızla artıyor?

On yedi yılı geriden bırakan AKP iktidarları döneminde, stratejik bazı sektörleri de içeren pek çok alanda faaliyet gösteren şirketler, yüzlerce taşınmaz, tarımsal girdiye sahip tütün fabrikaları, şeker fabrikaları satıldı, Hazine arazileri elden çıkarıldı. Türkiye gündemine 1984 yılındaki yasal düzenlemelerle giren özelleştirmeler, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından sonra hız kazandı. 2003 yılına kadar 8 milyar dolar olan özelleştirmeler, 2018 sonu itibarıyla 70,2 milyar dolara çıktı.

Özelleştirmeler, Türkiye’de genelde devlet politikası olarak benimsenerek ilerledi. Ancak, büyük özelleştirme hamleleri ve neoliberal ekonomi politikaları AKP iktidarlarının en övündüğü alanlar oldu. Her ne kadar ülkeye yabancı sermaye girişinin sağlandığı şeklinde lanse edilse de, özelleştirmeler yoksulluğu ve işsizliği artırdı. Çünkü AKP, özelleştirmeler yoluyla kamu mülkiyetini, yurttaşların birikimini sermayeye peşkeş çekti, özelleştirmeler iktidar eliyle şirketlere kâr transferine dönüştürüldü.

Bunun en çarpıcı örneği, suyun özelleştirilmesi hamlesinde görüldü. Havza planlaması yapılmadan iki binin üzerinde nehir tipi HES projesi için lisans verildi. Verilen bu lisanslar uygulanma biçimiyle özelleştirme hamlesine dönüştü, Türkiye’deki akarsuların tamamının kullanım hakkı özel sektöre devredildi. HES projeleriyle suyun tamamı özelleştirilirken, kamu da su kaynaklarının yönetiminden bir anlamıyla “tasfiye” edildi. Doğru düzgün ne ÇED süreçleri işletildi ne de bu projelerin denetimi yapıldı.

Her alanda kendini gösteren neoliberal saldırıların önemli bir ayağını özelleştirme politikaları oluştururken, küresel ve yerel kapitalist aktörlere alan açılırken, bir yandan da betona, asfalta, çimentoya dayalı bir inşaat ekonomisi yükseltildi. İnşaat işinde kamu da boş durmadı. Bir yandan TOKİ eliyle bir yandan inşaat ağaları eliyle yemin edilmiş gibi ülkenin dört bir yanına gökdelen, konut, iş merkezi, AVM inşa edildi. Ekonomik durgunlukta ilk alarm verenler inşaatçılar olurken, konut satışlarının düşmesi, kur krizi, arsa maliyetlerinin yükselmesi derken, inşaat şirketlerinden arka arkaya konkordato haberleri geldi. 2019 yılında üç bin civarında inşaat şirketi kepenk kapattı.

İnşaat sektörünün yanı sıra, HES’ler dışında, başta özellikle kömürlü termik santral yatırımları olmak üzere, fosil yakıtlara dayanan enerji yatırımlarında da dengesiz ve kontrolsüz büyüme, şirketleri zora soktu. Plansız programsız yapılan yatırımlar sebebiyle özellikle inşaat ve enerji şirketlerinin 20 milyar dolar civarında bankalarda sorunlu kredisinin bulunduğu ve herhangi bir model üzerinde anlaşılamadığı için bu kredilerin yeniden yapılandırılmasında sorunlar yaşandığı belirtiliyor.

Türkiye’nin, içinden geçmekte olduğumuz iklim krizine karşı bir an önce uyum politikalarına geçiş yapması gerektiği söylendikçe, AKP iktidarları tersini yaptı, kısa vadeli kazançlar uğruna ülkeyi betona gömdü, ormanları yok etti. HES lisansları gibi maden arama ruhsatları, kömür arama izinleri rekor kırarken, yatırımları hızlandırmak adına ayağa dolanan “ÇED gerekli değildir” kararları dikkat çekici biçimde arttı; itirazlar, mahkeme kararları yok sayıldı. Rant ve talan git gide sermayenin gasbına evrildi.

Özelleştirmelerle yaratılan kamu denizi de, inşaat ve enerji sektörlerine sunulan rant denizi de bitti. Elde, şu konjonktürde satacak uygun fabrika/ tesis/ şirket kalmadı, inşaat/ imar/ arsa furyasına dayanan rant alanı da kesildi. Sıra geldi hepimizin, tüm yurttaşların, hatta bizim dışımızdaki diğer canlıların da hakkı olan doğal varlıklara saldırmaya…

Elindeki sermayeyi, ekonomik değerleri, şirketleri iyi yönetemeyen, doğal, kültürel, tarihî varlıklara göz diker. Nitekim, senkronize, sistematik ve bilinçli saldırının altında, bu zamana kadar farklı biçimleriyle “beraber yürüdük biz bu yollarda” diye Erdoğan’ın şarkı söylediği kesimleri yanında tutabilmesinin formülü yatıyor: Rant çarkı nasıl dönerse dönsün, yeter ki o çark hiç durmadan çevrilsin…

Toplumsal adaletsizliklerin temelinde, yaşadığımız çevre krizi var ve bu derinleşecek.

Bugün artık kendi seçmen kitlesine bile vadedecek umudu, söyleyecek sözü kalmamış bir iktidar, beraber büyüdüğü küçük çıkar gruplarının desteğini kaybetmemek için hepimizin değerlerine saldırmak zorunda, rant çarkının dişlisine ağacın, suyun, havanın, toprağın takılmasına tahammülleri yok. Hem ekonomik krizi yokmuş gibi göstermek hem kitleleri yanında tutmak, hem de yeni yeni rant alanları yaratmak gibi bir öncelikleri var.

Bu örgütlü saldırı, bu örgütlü kötülükle mücadele, çevre ve yaşam alanları mücadelesi verenler için hiç kolay değil, bundan sonra da kolay olmayacak. Bu gerçeğin bilincinde olarak çevre ve ekoloji örgütlerinin birlikte yan yana durması, direniş hattını genişletmesi, mücadelenin sadece bir iktidarla değil, onu çevreleyen zihniyetle ve rant odaklarıyla olduğunu görmesi, mücadeleyi buna göre dizayn etmesi gerekli. Türkiye, küçük küçük iktidar alanlarının, “küçük olsun benim olsun” tipi anlayışların işlevsizliğinden çok çekti. Çevre ve ekoloji örgütleri aynı hataya düşmemeli. Deneyimler, hukuksal süreçlere dair yöntemler paylaşılmalı. Bu tür krizlerin herkesi birlikte içine çekeceği gerçeğinden yola çıkılarak, yatay, hiyerarşisiz, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanan bir mücadele biçimiyle değişim ve dönüşüm için önemli bir başlangıç olabilir.