Çevirmeninden duymuş olun!

Kimi aynı anda birden fazla kitabın üstünde çalışıyor, kimi birini teslim edip hemen diğerine başlıyor. Önümüzdeki aylarda yayımlanacak kitapları önce çevirmenlerinden duymuş olun

29 Ağustos 2019 11:00

Yaz mevsiminin son sıcaklarını yaşadığımız bugünlerde yayın dünyası da çoktan sonbaharın gelişiyle başlayacak yeni sezonun hazırlıklarını tamamlama telaşına girdi. Editörler metinlerin üzerinden geçiyor, grafikerler kapakları tasarlıyor, telif editörleri yeni sezon için ve hatta yeni yıl için çeşitli kitaplar seçiyor, yayın yönetmenleri listeleri belirliyor; çevirmenler de önemli edebiyat eserlerini Türkçeyle buluşturuyor. Biz de çevirmenlerin masalarındaki kitapları ve kitapların kendilerinde uyandırdıkları heyecanı, hissi sorduk. 

Yanıtlar çok çeşitli; kimi çevirmen aynı anda birden fazla kitabın üstünde çalışıyor, kimisi birini teslim edip hemen diğerine başlıyor, bir başkası da kitaplarını teslim edip dinlenirken çevirilerinin yayımlanmasını bekliyor. Buyurun soruşturmamıza bir göz atın ve önümüzdeki aylarda yayımlanacak kitapları çevirmenlerinden duymuş olun.

 

Yunus Çetin

Vladimir Jankélévitch’in İroni’sini çeviriyorum (Metis Yayınları’ndan çıkacak). Bir felsefe eseri, eskilerin deyimiyle mütebahhirlerin yazacağı türden bir kitap. Neden bilmiyorum, çevirdiğim metni kısaca anlatmam gerektiğinde dilim tutuluyor. Belki de çeviriyle ilgili çözmeye çalıştığım “pratik” nitelikli türlü çeşit sorun olduğu için bütüne ilişkin söz almakta zorlanıyorum. Ama şunu söyleyebilirim: Okurunu kendine denk gören bir filozof Jankélévitch. İroninin, alayın, istihzanın, sinizmin “ne”liklerine eğilirken klasik dilleri, Alman idealizmini, kadim retoriği, Batı edebiyatını hâlihazırda bildiğinizi varsayıyor. Gösterdiği bu teveccüh okuru/çevirmeni mahcup edebiliyor kimi zaman. Beni asıl heyecanlandıran yönüyse müzikologluğu, müzisyenliği. Yirminci yüzyılın ilk yarısında bestelenmiş (1938), icrası güç, üç bölümlük bir piyano sonatı gibi okuyabiliriz bence bu kitabı. Bestecilerden verdiği örneklerin (bilhassa Debussy, Ravel soyundan Fransızlar) önemli bir yer tutmasının yanı sıra üslubunun uğradığı modülasyonları düşünüyorum. Eksiltili, “stakato” cümlelerini, nüanslara açılan çıkmalarını, düşüncenin ivme kazanıp ilerlemesini sağlayan belli başlı motiflerin aynı bölüm içinde -ve bölümler arasında- bu defa başkalaşmış bir halde yeniden ortaya çıkmasını seyretmek çok güzel. Umarım Türkçede de benzer bir izlenim bırakır.

Tülin Er

Şu sıralar üstünde çalıştığım, beni en heyecanlandıran çevirilerden biri Anthony Burgess’ın Shakespeare biyografisi. Kitap İngiltere’de ilk kez 1970’te yayımlanmış. Türkçe çevirmeni olduğum için kendimi talihli sayıyorum. Bu biyografi, sevgili Gamze Varım’ın editörlüğüyle İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkacak. Önümüzdeki aylarda teslim edeceğim, hazırlık sürecinin ardından yeni yılın başında yayımlanmış olur sanıyorum.

Anthony Burgess’ın nefis, esprili, akıcı bir üslubu var, şahsen çevirirken çok da eğlendiğim, öğrendiğim bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Yazarın Önsöz’de belirttiği üzere bu kitap, “Shakespeare’in oyunlarına ya da şiirlerine dair değil. Bununla birlikte, bu şiirlerin ve oyunların kaynağını oluşturan yaşamın ve toplumun belli başlı gerçeklerini ortaya koymak için yapılan başka bir -bilmem kaçıncı- girişim. (…) Ben [Jonson], devasa göbeği ve yamuk yumuk suratıyla dibimize girmeye pek hevesliyken Shakespeare’in bize hiçbir şey vermemesi çıldırtıcıdır. Geçmişteki ve günümüzdeki bölük pörçük Warwickshire dedikodularından, Will’in alkole ve alkışa hiç dayanıklı olmadığını öğrenebiliyoruz. Ama dedikodu alaka, hatta sevgi göstergesidir ve onun bugün bir tuvaletteki duvar yazısında ya da meyhane şakalarında kanlı canlı, halktan bir insan olarak ortaya çıktığını görmek insana cesaret veriyor. Maalesef bu kitapta böyle şeylere yer yok. Bu kitap fazlasıyla doğru, hepsi de kendi suçu.”

Kitabın çevirisinde Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi (YKY, Delta serisi) ile Shakespeare ve Hamlet (Altın Yayınevi, 1984) kitaplarından faydalanıyorum. Kitaptaki Shakespeare eserlerinden yapılmış alıntıların çevirisi için yine İş Bankası Kültür Yayınları’nın Shakespeare serisine başvuruyorum. Özdemir Nutku’nun Shakespeare Sözlüğü de (İş Bankası Kültür Yayınları) başvurduğum bir başka kaynak. Zaman zaman Burgess’ın anlattıklarıyla, biyografi ustası Peter Ackroyd’un Shakespeare (Doubleday Pub.) kitabındakileri karşılaştırmak hoşuma gidiyor.

Kurgunun kıvraklığını biyografi tarzına büyük ustalıkla uyarlayan Anthony Burgess’ın Shakespeare biyografisini okuyanlar da bu kitaptan çevirmeni kadar keyif alırlar umarım.

 

Seda Ersavcı

Henüz yeni çeviriye başlamadım ama sıradaki kitabım Valeria Luiselli’den Tell Me How It Ends. Daha önce Siren Yayınları’ndan çıkan Kalabalıkta Yüzler ve Dişlerimin Hikâyesi’yle tanıdığımız 1983 Meksika doğumlu bir yazar olan Valeria Luiselli bence çağdaş edebiyatın en çarpıcı, en güçlü ve en yaratıcı seslerinden biri. 

Tell Me How It Ends’e henüz başlamadığım için yakın zamanda çevirdiğim ve Siren Yayınları’ndan
bu ay çıkacak olan bir başka Valeria Luiselli metninden, Kayıp Çocuk Arşivi’nden söz etmek istiyorum. Kayıp Çocuk Arşivi arka planında göçmen çocukları konu edinen, ABD Meksika sınırında yaşanan gerçekliği anlamamıza yardımcı olan muazzam bir yol hikâyesi. En temelde ise anlamak ve anlatmak, hatırlamak ve sahip çıkmak üzerine kurulu bir roman. Hikâye aracılığıyla kayıplarımızı hayatta tutmanın, kaybettiğimiz sesleri yeniden bulabilmenin mümkün olduğunu gösteren bir başyapıt.

Bu kitabı okuduğum ve çevirdiğim, hatta dinlediğim için kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Gerçekten bambaşka bir deneyimdi benim için. Sevdiğim herkes tek bir kitabın içine toplanmıştı sanki.

Dilerim her okur ve her çevirmen bir gün kendi Kayıp Çocuk Arşivi’ni bulur.

 

 

Berrak Göçer

Tam da bu soruşturmayla ilgili maili aldığım gün ile son yanıt vermem gereken tarih arasında yeni bir çeviri bitirdim: Mark Twain’in Hadleyburg’ü Yozlaştıran Adam’ı. Can Yayınları’nın Kısa Klasikler dizisi kapsamında tek başına yayımlanacak olan bu uzun öykü kanımca Twain’in mizahının ve sinizminin iyi bir örneği. Sarsılmaz dürüstlüğüyle övünen Hadleyburg kasabası bir gün bir yabancıyı rencide eder. Yabancı başına gelene o kadar içerler ki intikam peşine düşer ve Hadleyburg’lü erkek, kadın, çocuk, herkesi yaralayabilmek için kasabayı yozlaştırmaya karar verir. Öykü işte bu yozlaşma sürecinin komik hikâyesini anlatıyor.

Yabancıyı kimin nasıl rencide ettiğine hiç değinilmez. Benzer şekilde karakterlerin birbiriyle ve kasaba halkıyla ilişkilerinde önemli kırılmaları temsil eden birtakım olayların varlığından sürekli bahsedilir ama ne oldukları asla açıklanmaz. Twain’in öyküde bu kadar kilit bir yer tutan bilgilerin ayrıntılarına girmemesi etkileyici, belki de sadece öykü türünde kullanılabilecek bir yöntem.

Twain elbette Tom Sawyer ve Huckleberry Finn’le tanınan ve sevilen bir yazar. Ama diğer, özellikle de yetişkin metinlerinin farklı dönemlerde farklı biçimlerde yayımlanmalarına rağmen henüz tam okurunu bulamadığını hissediyorum. (Bu açıdan bir önce çevirdiğim kitabın yazarıyla, Roald Dahl’la benzeşiyor.) Temelleri aslında çürük olan sözde ahlakçılığı eleştiren, dürüstlüğün ya da yozlaşmanın tek bir yolunun olmadığını gösteren bu mizah yüklü öykü Twain’i daha yakından tanımak isteyenler için güzel bir başlangıç.

 

Begüm Kovulmaz

Şu ara Colson Whitehead'in yeni romanı Nickel Çocukları'nın son okumasını yapıyorum. Colson Whitehead çok yetenekli bir yazar, anlatının dili ve tonu çok yumuşak, pürüzsüz. 1960'larda ABD'nin güney eyaletlerinden birinde bir reform okuluna gönderilen siyah çocukların hikâyesini anlatıyor. Böyle bir okul gerçekten var, birkaç yıl önce kentsel dönüşüme giren okul arazisinde bulunan gizli mezarlıkla ABD basınında gündem olmuştu. Yazar gerçek olaylardan yola çıkarak siyah çocukların ABD'de kuşaklar boyunca nasıl bir muameleye maruz bırakıldığını ve bunun sonuçlarını sorguluyor. Bir yandan baskı altında direnme yollarını araştırıyor. Kitabı severek okudum ve çevirdim, öyle sevdim ki her şey yerli yerinde mi diye endişeleniyorum, metinden ayrılmakta zorlanıyorum. Nickel çocukları sonbaharda Siren Yayınları tarafından yayımlanacak.       

 

İlknur Özdemir

Şu sıra çevirdiğim kitap: Ian McEwan'ın son romanı: Machines Like Me; adını birebir çevirirsek "Benim Gibi Makineler" diyebiliriz. Yarı bilimkurgu bir roman ve yazarın şimdiye kadar girmediği bir alanda, yapay zekâ, androidler, insansı robotların yer aldığı distopik bir İngiltere’de, 1980’li yıllarda geçiyor.

Falkland krizi, Thatcher dönemi gibi tarihi olaylar da gerçekten yaşamış kişiler de başka niteliklerle, başka boyutlara taşınarak veriliyor, farklı bakış açısından anlatılan siyasi olaylar günümüze dönük bir tür kehanet ve bütün kurgu içine tuhaf bir aşk hikâyesi yayılıyor. İşsiz bir genç adam, geçmişinde karanlık bir sır saklayan güzel bir genç kadın ve Adem, müthiş zeki ve donanımlı bir robot. Konu ve kurgu okura zevk verdiği ölçüde tedirgin edici bir özelliğe de sahip: Romandaki robotların bir süre sonra hayatımızda nasıl bir yer alabileceğini, bize nasıl hükmedebileceğini düşünmek hem düşündürücü hem ürkütücü. İnsan elinden çıkma robotların hayatımıza karışmasını, bizi yönlendirmesini ister miyiz? Ian McEwan’dan çevirdiğim dördüncü roman bu, onun romanlarının her biri bambaşka bir dünyayı anlatır. Tek benzerlikleri yazarın konusuna son derece hâkim olarak, gerekli ayrıntıları titizlikle sunarak romanlarını ince ince işlemesi. Bu roman da okunduktan sonra zihinlerimizi uzun süre meşgul edecek, soru işaretleri bırakacak türden. Roman, Yapı Kredi Yayınları tarafından sonbaharda yayımlanacak. 

 

Orçun Türkay

Şu günlerde özellikle iki kitap üstünde çalışıyorum: Biri André Gide’in Günlük’ü (YKY), öteki Gilles Deleuze-Félix Guattari’nin Bin Yayla’sı (Norgunk). Yıllardır süren iki iş. Artık bitirmem gerekiyor. Bir yandan zamanı gelen başka, bunlar kadar hacimli olmayan başka işler de var sürdürdüğüm: Pierre Michon’un Efendiler ve Hizmetkârlar’ı (Kıraathane), Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maskeler’i (Metis). Fanon’un kitabı daha önce çevrilmişti. Kuşkusuz temel bir metin. Fanon okumamıştım, tanışıyorum. Bin Yayla’nın hepsini yapamayacağım. Son bölümleri sevgili İnci Uysal çeviriyor. Jenga diye bir oyun var hani, blokları çekip kuleyi devirmemeye çalışıyorsunuz, hiç oynamadım, kesinkes beceremem ama terminoloji, metin baştan beri onu aklıma getiriyor. Gide’in Günlük’ünde her şey var: şiir, deneme, kuramsal metinler, yolculuk notları, roman taslakları… Bu aralar korkunç çalışkanlığı, çalışamadığı zamanlarda yaşadığı bunalımlar beni epey düşündürüyor. Büyük olasılıkla bunca işin altına girip boğulma korkusu yaşadığım için. Michon’la daha önce de boğuşmuştum (Kralın Bedenleri, Kıraathane). Çok yaman retorikçi, tuzaklı. Tuzaklarına düşmemek elde değil. Diyeceğim, okur olarak çok sevsem de çevirmen olarak canıma okuyan metinler bunlar. Ama sonuçta daha iyi okuyabilmek için çevirmekten söz edilir ya, iş tarafını, maddi tarafı, zamanlamayı bir kenara koyabilsem, kendimi onlar sayesinde çok mutlu sayardım.

Eren Cendey Yücesan

Şu anda elimde herhangi bir çeviri yok. En son haziran başında teslim ettiğim işimin sonbahar başında yayınlanmasını bekliyorum. Elena Ferrante son yıllarda pek çok kitabını çevirdiğim bir yazar. Son kitabım da onun Guardian gazetesine yazdığı haftalık yazıların bir araya getirilmesinden oluşuyor. Kitabımın adının net olarak ne olacağından emin değilim. Yayınevi her Ferrante kitabında olduğu gibi yine Everest Yayınları. Elena Ferrante okur ve çevirmen olarak çok sevdiğim bir yazar. Bu süre içinde diline alıştığımı söylesem de aslında romanlarda kullandığı dil ile mektup, söyleşi, deneme gibi yazılarında daha farklı ifadeler kullanıyor. Ben de onu seven okurlarıyla birlikte kitabın yayımlanmasını dört gözle bekliyorum.