"Çeviri yaparken dinleniyorum"

Çevirmen söyleşileri, dünyaca tanınan yazarları İngilizce ve Almancadan Türkçeye kazandıran İlknur Özdemir ile devam ediyor. Özdemir ile çeviri etrafında bir sohbet gerçekleştirdik

07 Haziran 2018 14:00

Sadece yayın dünyasında çalışanların değil, edebiyatı yakından takip eden pek çok okurun adını muhakkak bildiği ve çevirisini okuduğu bir çevirmen İlknur Özdemir; muhtemelen Mrs. Dalloway’ini, hiç olmadı Küçük Şeylerin Tanrısı’nı, o da olmadı bir Paul Auster çevirisini veyahut Küçük Kara Balık’ını, bir Stefan Zweig çevirisini okumuşsunuzdur. Okumadıysanız da okuyun isterim. Üretken ve verimli çevirmenliğinin, pek çok yazarın Türkiye’deki okurlarla buluşmasına olanak sağlayan yayın yönetmenliğinin, çevirmenlerle ve yazarlarla hep daha iyi bir metnin ortaya çıkması için uğraş verdiği editörlüğünün izlerini, söyleşi boyunca her bir satırda bulabileceğinizi düşünüyorum. Özdemir, söyleşi boyunca sadece tecrübelerini değil; çevirmenlere ve editörlere yönelik önerilerini, çeviri ödülleriyle ilgili endişelerini, bir metnin yayına hazırlanması sürecinde yaşadığı zorlukları da bizimle paylaştı. Birazdan okuyacağınız üzere, kendisi iki şapkası olduğunu söylüyor, üretmeye her koldan devam ediyor. Sanırım şu cümlesi zaman yönetimindeki başarısını ve üretimdeki verimliliğini özetliyor: “Çalışırken dinleniyorum.”

Söyleşi boyunca Çeviribilim alanında önemli tartışmalara kapı aralayacak konuların başında gelen “sadakat” kavramının etrafında dolaşıp durduk; yazar-çevirmen ve şair-çevirmen kimliklerinin çatışmasını ve bunların erek metne yansımalarını konuştuk; yayımlanmış çevirilerde gözden kaçan editöryal müdahale gerçeğini ve çevirmenden de görünmez olan editörlerin önemini ve gerekliğini de tekrar gündeme taşımaya çalıştık. Çocuk edebiyatını ve o alandaki üretimin gerektirdiği hassasiyeti ve dikkati konuşurken İlknur Hanım’ın bir yandan da bir çocuk kitabı yazmakta olduğunun müjdesini aldık; belki en çok Tomris Uyar’ın ama pek çok yazarın ve çevirmenin kulaklarını çınlattık; çeviriye dair pek çok konuyu sohbete dahil etmeye çalıştık, şimdi de sizi bu sohbete davet ediyoruz, dilerim keyif alırsınız.

Mrs. Dalloway, Virginia Woolf, çev.: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi YayınlarıHep geçmişten başlanır söyleşilere ama ben önce bugününüzü sormak istiyorum. Neler yapıyorsunuz? Kırmızı Kedi Yayınevi’nde genel yayın yönetmeni olduğunuz dönemin sona erdiği günden bugüne nasıl bir çalışma temposunun içinde olduğunuzu merak ediyorum. Pek çok kişi de merak ediyor aslında, İlknur Özdemir nasıl, nerede ve neler yapıyor?

Doğru söylüyorsunuz, ben bile şaşırdım kendi hâlime. Dokuz ay önce üst üste iki ameliyat geçirince zorunlu olarak işimden ayrılmak durumunda kaldım. Ama tabii benim iki şapkam vardı; biri genel yayın yönetmenliği, biri de çevirmenlik. Şapkamın birini uzun süre takamadım ama ikincisi, çevirmenlik devam etti, çünkü o, evde kalarak da, her yerde yapılabilecek bir iş. Birkaç ay ara verdim, Soner Yalçın’ın Saklı Seçilmişler kitabını hazırladım yayına, son yaptığım iş o oldu zaten yayın yönetmenliği açısından. Toparlandıktan sonra yarım kalmış çevirilerimi bitirip biraz dinleneyim dedim, dinlenemedim, birkaç yerden çeviri teklifi geldi, sevdiğim yazarlar olunca hayır diyemedim. Böylece hızla tekrar çeviri hayatıma devam ettim, ediyorum. Şu anda gene çevirdiğim kitaplar var.

Uzun bir iyileşme sürecinin ardından da Alfa Yayın Grubu’ndan gelen teklifi kabul ettim, önce gruba danışman olarak başladım, kısa bir süre önce de haftada birkaç gün gitmek üzere Alfa Yayınları’nda, edebiyat kitaplarının sorumluluğunu üstlendim.

İlk olarak Can Yayınları’ndan genel yayın yönetmenliği yapmıştınız. Hikâyeye oradan başlayıp devam edelim isterim.

Can Yayınları’nda 10 yıl genel yayın yönetmenliği yaptım, sonra Yapı Kredi Yayınları’na geçtim, bir buçuk yıl orada yayın yönetmeniydim. Yayınevi bir geçiş dönemi yaşıyordu, o arada Turkuvaz Kitap’tan bir teklif geldi; hemen hemen yeni başlamış, altı aylık bir yayıneviydi ve önü açıktı, yani istenilen şeylerin yapılabileceği bir alandı. Hazır, kurulu bir yayınevi olsa orada durum biraz daha zor oluyor çünkü eskiden gelen birçok şeyle karşılaşıyorsunuz. Turkuvaz Kitap’a geçtim, orada da beş yıla yakın genel yayın yönetmeni oldum. Sonra da Kırmızı Kedi’ye geçtim ama Kırmızı Kedi’ye geçtiğimde yayınevi başlangıç aşamasındaydı, kadroda benden başka bir kişi vardı, yirmiye yakın kitap yapmışlardı iki sene içinde. Yeni bir oluşum heyecan verdi bana, Kırmızı Kedi’de de çok şey yapılabilir diye düşünmüştüm.

Alan boştu değil mi?

Evet, alan boş, adını pek az kişinin duyduğu bir yayıneviydi o zaman, ben bile duymamıştım. Hatta önce çocuk yayınevi mi acaba diye düşünmüştüm adına bakıp. Ama neredeyse sıfırdan başlamak çok çekici geldi bana. Orada da yedi-yedi buçuk seneye yakın bir zaman geçirdim. Yayın yönetmenliği işi böyle ama ben ’91 yılından beri çeviri yapıyorum, 28 yıldır çeviri yapıyorum, başından beri çevirmenlik benim için çok özeldi.

Çevirmenliğinize geleceğim... Onun öncesinde editörlüğünüzü dinlemek istiyorum.

Aslında genel yayın yönetmenleri pek editörlük yapmazlar, editörlükten gelebilirler ama editörlüğe pek devam edemezler, işleri çoktur. Usul budur aslında ama ben o kadar çok seviyorum ki editörlük yapmayı... Ben zaten yayıncılığın her şeyini seviyorum, ben düzelti de yaparım; oturup düzelti yaparım, hoşuma gider. Editörlüğü de çok seviyorum, onu da yaparım. Şöyle bir şey var, ben paldır küldür genel yayın yönetmeni oldum; Can Yayınları’nda genel yayın yönetmeni olana kadar benim bir yayınevinde tecrübem yoktu, çeviri dışında. Birden arkamdan biri itti, suya atladım ve yüzmeye başladım, öyle diyorum hep. Fakat editörlüğün de çok keyifli olduğunu gördüm çünkü editör de aslında çevirmenden sonra metnin arkasındaki gizli kahramanlardan biri. Kitabın kusurlarını yakalayan, çeviriyse çevirinin kusurlarını yakalayan, eksiklerini bulan, telif eserse yazarı biraz da yönlendirmeye çalışan kişidir. Bu da bir yaratıcılık aslında, çevirmenlik gibi, çok hoşuma gitti ve ben bütün yayıncılık yaşamım boyunca editörlük de yaptım, çok da severek yaptım.

Artık metinlere editör gözüyle de bakarak çeviri yapmaya başlıyorsunuzdur herhalde, değil mi?

Evet, editörün gördüğü kusurları bazen bir çevirmen ya da bir yayın yönetmeni görmüyor, dolayısıyla editörlüğün insanın çevirmenliğini de besleyen bir şey olduğunu düşünüyorum. Editörlük çok keyifli, ben seviyorum.

Peki yapılan editörlüklerde, editörlük kurumunun kendisinde nelerin eksik olduğunu düşünüyorsunuz?

Editörlük aslında çok bilgi birikimi olması gereken bir meslek; editör sadece çeviriyi alıp da, doğru çevirmiş ya da yanlış çevirmiş diye bakan biri değil. Editörün o konuda bilgisi olmasa dahi araştırmacı olması gerekir. Mesela ben şöyle çalışırım çeviri yaparken; hangi kitapsa o kitabın geçtiği ülke neresiyse, geçtiği dönem neresiyse ona ait bilgileri edinmeye çalışırım editörlük süresince. İşte ne bileyim, dipnotlar koymak gerekirse koymam gerekir, yanlış konulmuşsa düzeltmem gerekir. İçindeki tarihleri, isimleri kontrol etmem gerekir. Tutarsızlıkları bulmam gerekir. Örneğin bir seferinde şöyle bir şey olmuştu bir kitapta, roman aralık ayında geçiyor, işte havaların çok soğuk olduğu filan yazıyor, karakter de şömineye odun atayım diyor. Üç beş sayfa sonra da “Kasıma geldik, ben hâlâ şöminenin odunlarını almadım”a benzer bir şey söylüyor. Bunu yazar fark etmeyebilir. Bu Türkçe bir kitaptı, yazar fark etmemiş olabilir çünkü yazar çok değiştirir yazdığı şeyleri ve o arada bunu atlamış olabilir. Bu bir kusur değil ama editörün bunu yakalaması lazım.

Çeviride buna benzer örnekler geliyor mu aklınıza?

Geçenlerde yaptığım bir çeviride, yayımlanmadı o çeviri daha. Yazar baktım, 2010 yılını anlatırken birden 2009’a geçiyor. Mesela 24 Mayıs 2010 derken sonraki sayfada 28 Mayıs 2009 diyor. Başka örnekleri de var, bir kelimenin yanlış yazıldığı bile oluyor, bu örnek de yabancı dildeki bir kitapta çıktı karşıma.

Kitabın orijinalinde hata var yani?

Evet evet, kitabın orijinalinde hata var. Ben bunu fark ettim ve düzelttim tabii ama yabancı yayıncısına da böyle bir hatanın olduğunu söyledim, bir daha baskı olursa düzeltmelerini istedim. Editörlük böyle bir şey; öte yandan editörler sevimsiz de olabiliyor, yani bazı yazarlar pek mesafe koyar editörle arasına.

Aynı bakış açısıyla, çevirmenler de editörleri pek sevmez sanırım.

Tabii, bazı çevirmenler de bazı türde editörden hoşlanmaz. Daha doğrusu editörlerle çevirmenler her zaman anlaşamaz. Yazar kendisinin yönlendirilmesini, yazdıklarında kusur bulunmasını çok fazla istemez. Ama benim çok rahat çalıştığım Türk yazarlar oldu: Başta İnci Aral olmak üzere, Hüsnü Arkan olmak üzere, Haydar Ergülen olmak üzere, Onur Caymaz olmak üzere. Onlar hepsi benim editör gözüyle yaptığım uyarıları çok değerlendirdiler, önem verdiler ve birçoğunu da uyguladılar. Bu çok hoş bir şey, editörlüğün keyifli yanı da bu. Editörlerin de çevirmenlerle anlaşamadığı olur, çünkü bozuk bir çeviri gelir önünüze, o çeviriyi basmak zorundadır yayınevi; sözleşmesi vardır, çevirmen daha önce iyi işler vermiştir filan, her ne sebeptense... Editör olarak -ki başıma çok geldi bu- çok şeye müdahale etmek zorunda kalırsınız, o dile hâkim olmanız koşuluyla tabii. Şimdi hiç Almanca bilmeyen birinin kalkıp Almanca bir çevirinin editörlüğünü yapması doğru değil. Böyle bir durumda, düzelttiğiniz zaman çevirmen haklı olarak bozuluyor, bir tek kelimeyi bile düzelttiğinizde itiraz eden çevirmenler var. Çevirmen, editörüne güven duyarsa, iyi iş çıkıyor.

Küçük Şeylerin Tanrısı, Arundhati Roy, çev.: İlknur Özdemir, Can Yayınları

Peki sizin editörle çalışmanız nasıldır?

Ben de tabii benim çevirime müdahale edilmesini istemem ama derim ki verirken, kim bakacaksa, maddi bir hata yapmışsam, yanlış anlamışsam ve eminsen yanlış anladığıma, oraları işaret et ve bana tekrar sor. Çünkü ben iyi bir çevirmenim ve yaptığım şeyi iyi yaptığıma inanıyorum. Şimdi kalkıp da çevirimin her tarafını kırmızıya boyayan bir editör istemem doğrusu. Bana sorsun, işaret etsin; mesela bir yayınevine geçen gün de gönderdim, yakında bir çevirim daha çıkacak. Rahat oku, dedim editör arkadaşıma, hata yapmışsam işaret et ve bana yolla. Yolladı, birkaç tanesini kabul ettim, birkaç tanesini kabul etmedim ama ben kabul ederim, yanlış yapmışsam veyahut farklı yorumlamışsam kabul ederim.

Ama çevirmen tercihi söz konusuysa, çevirmenin üslubuysa ona müdahaleye gerek yok, değil mi?

İşte onu demek istiyorum, o benim üslubumsa, karşımdaki devrik cümle kurduysa ve ben de öyle çevirdiysem, editör de onu alıp düz cümle yapıyorsa, ona kızarım. Böyle bir şey yani, editörle çevirmenin aslında son aşamada çok birlikte çalışmaları lazım, birbiriyle uyumlu çalışmaları lazım.

O çok önemli aslında o iletişim kurulduğu zaman çıkan metin güzel bir metin oluyor.

Evet evet.

Aksi takdirde sorunlar çıkıyor metinde.

Çok, çok çıkıyor. Hem çevirmen mutsuz oluyor hem editör rahatsız oluyor, böyle bir şey var.

O zaman çevirmenliğinize gelelim. Ben internette şöyle bir baktım, yaklaşık 150 tane kitabın künyesinde sizin çevirmen olarak adınız geçiyor.

Yok hepsi çeviri değildir. 150 yok ama sanıyorum, emin değilim, ama 125 civarında var. En az 125 çevirim var, çocuk kitapları da dahil.

Nasıl yetiştiniz, nasıl yetişiyorsunuz İlknur Hanım? Nasıl bir çalışma temponuz var? Hangi ara dinleniyorsunuz?

Ben çeviri yaparak dinleniyorum. Yani şöyle: İşimi seviyorum, pek normal değil herhalde benim bu hâlim. Öyle düşünüyorum, hakikaten normal değil yani, insan evine gelince oturur, bir kadeh şarap alır, keyif yapar. O da oluyor ama yetmiyor galiba.

Duramıyor musunuz İlknur Hanım?

Çalışırken dinleniyorum, işte onu demek istiyorum. Ama tabii sabahlara kadar yapmıyorum o işi. Ama şöyle bir şey oldu, çevirmenliğe başladıktan uzun bir süre sonra, akşam eve gelip iki ya da üç sayfa dahi çevirmezsem huzursuz oluyordum. İlla oturacağım, bir de ben çok disiplinliyimdir, mesela kitaba başlarken kendime bir süre koyarım, birkaç sayfa çevirip bakarım ben bu kitabı ne kadar zamanda çevirebilirim ve günde kaç sayfa yapabilirim diye, bu kitabın zorluğuna göre değişir. Ondan sonra kendimi o takvime uydururum. Eğer bir gün herhangi bir şey dolayısıyla, ne bileyim sekiz sayfa programlamışım ama beş sayfa çevirmişim, olur ya bir işim çıkmıştır sinemaya gitmişimdir falan. Geçenlerde mesela bir gün programın gerisinde kaldım, kesin onu kapatacağım. Evden bir çıktım, beş saat sonra döndüm, onu kapatırım bir günde olmasa da iki günde mutlaka o açığı kapatırım. Yoksa rahatsız olurum, ondan sonra devam ederim. Onun için ben -nazar değmesin- her çevirimi söz verdiğim tarihten bir ay iki ay önce bitiririm, veririm. Hızlı yapıyorum, neden, artık bu kadar sene, 30 seneye yaklaşan bir çeviri hayatından sonra hızlanıyorsunuz. Cümleyi okuyorum, kafamda hemen Türkçeleştiriyorum, geçiriyorum. Çabuk yapıyorum, dili kullanmaya alışıyorsunuz çünkü, iki dile de alışkın olunca çeviri hızlı gidiyor zaten.

Genelde ben iki kitabı birden çevirmeyi seviyorum.

Böyle mi tercih ediyorsunuz peki?

Tercih etmiyorum ama kitaplardan biri çeviri bağlamında, çevirmek açısından zorlu bir kitapsa, daha derin düşünülerek yapılması gereken bir kitapsa ve o anda elimde tesadüfen de hani daha rahat, daha keyifli çevrilecek bir metin varsa öyle yapıyorum, o bana bir dinlenme oluyor, onun havasından çıkıp başka bir havaya giriyorum. Bazen de İngilizce çeviriyorsam öbür taraftan bir tane de Almanca çevirmek istiyorum çünkü ikisinin dünyaları çok farklıdır, bir dinlenme gibi oluyor bana. Seviyorum. Zaten ikizler burcuyum, aynı anda iki şeyi mutlaka birlikte yaparım, bu da öyle bir şey.

Peki çeviri sürecinizi anlatabilir misiniz biraz?

Bazıları oturur, kitabı okur ve çevirmeye başlar. Ben öyle yapamıyorum, ben çok acul bir karaktere sahip olduğum için bekleyemem, bir de heyecanımı kaybediyorum okursam kitabı. Biraz okuyup kitabın havasına giriyorum ve başlıyorum.

O zaman çevirirken o heyecanı da okur gibi yaşamak istiyorsunuz.

Evet, yoksa o kadar hızlı çeviremem zaten. Bildiğim bir şeyse olmaz. İkinci kere aynı filmi seyredemem mesela.

İlknur Özdemir, Cansu Canseven ile söyleşi sırasında.Nasıl bir yol izliyorsunuz peki?

Kitap hakkında yabancı basında çıkmış eleştirileri okurum, görüşleri okurum, yazarla ilgili bilgi sahibi olurum. Tanıdığım yazarsa sorun değil, ilk defa çevireceğim yazarsa araştırma yaparım. Kitaptan da birkaç sayfa okurum ve bilirim, bu kitap böyle bir kitaptır diye, ondan sonra gerisini hiç okumadan öyle başlarım. Ama ilk yaptığım tabii çeviri bir taslak gibi olur, ben öyle düşünüyorum. Hoş bazen iki-üç kere üzerinden geçsem de pek bir şey değiştirmeden verdiğim olur ama zor bir kitapsa üç kere, dört kere okuduğum oluyor.

Tekrar baştan okuyorsunuz, öyle mi?

Tabii tabii. İlkini yaparım, ikincide yanlış yaptığım, yanlış yorumladığım şeyleri düzeltirim. Üçüncüde daha iyi nasıl yapabilirim, daha iyi nasıl ifade edebilirim bu cümleyi, nasıl daha lezzetli kılabilirim diye bakarım.

Hep karşılaştırarak mı yapıyorsunuz?

Hep karşılaştırarak yaparım.

En son peki, metni son kez kendi hâlinde okur musunuz?

Zor bir metinse dördüncü defa kendi hâlinde okurum hiç bakmam orijinale, sadece çeviri nasıl diye bakarım. Ve ben çalışmamı verdiğim zaman mümkün olduğu ölçüde bütün noktalama işaretlerini bile düzelterek veririm. Mesela şimdi bir metin okudum, her noktadan önce bir boşluk, her virgülden önce bir boşluk. Ben genellikle noktalama işaretlerini bile düzeltip veririm, yazım hatası da pek olmaz. Üzerinde üç beş tane düzelti ancak çıkar, öyle vermeye çalışırım. Çevirdiğim metin görece kolaysa bir defa ön okuma yaparım, ikinci defa çok dikkatli okurum, bir daha da bir şey çıkmaz.

Çeviriye ne zaman başladınız? İlk çevirdiğiniz metin hangisiydi, hatırlıyor musunuz?

Tabii ki hatırlamaz olur muyum? Çok önemli bir kitaptı çünkü. ‘91 yılının Şubat ayında Can Yayınları’nın kapısını çalarak Erdal Öz’le görüştüm. Önce beni bir denediler tabii, damdan düşer gibi gelmiş bir kadın. Almanca ve İngilizceden çeviririm dedim. Hatta Erdal Bey bana hangisini istiyorsun, birisi iyidir, ikisi birden iyi olmaz, dedi. Hayır, ben ikisini de yapmak istiyorum, dedim, iki dili de biliyorum. Peki, o zaman da ikisinden de örnek çeviri yap, dedi. Örnek çeviri yaptım, gönderdim. Rahmetli Ahmet Cemal Almanca çevirimi kontrol etti, Ülker İnce de İngilizce çevirimi, ikisinden de geçer not aldım ve başladım. Başlamak için de Erdal Bey bana birkaç kitap önerdi, onun önerisiyle Paul Auster’ın Yalnızlığın Keşfi kitabıyla başladım.

İlk yaptığınız çeviri o muydu?

İlk oydu, ilk çevirdiğim kitap. Ondan sonra Paul Auster’ı o kadar çok sevdim ki yedi sekiz tane kitabını çevirdim Can Yayınları’nda, ilk onunla başladım.

O zamanki çalışma temponuz nasıldı peki?

O zaman çalışmıyordum, evdeydim bir süre. Sabah dokuzda oturuyordum, akşam altıya kadar işe gider gibi çeviriyordum.

Bir mesai gibi aslında...

Mesai gibi yaptım, hoşuma gidiyordu. Şöyle düşündüm, baktım, bu meslek benim mesleğimmiş, ben niye gidip başka işlerde çalıştım yıllarca, dedim. Ben Boğaziçi Üniversitesi İşletme mezunuyum ve yıllarca ’91 yılı öncesinde, büyük bir holding grubunda çalıştım ama hiç çevirmenlikle ilgisi olmayan bir iş tabii ki.

Harry Potter ya da Simyacı gibi kitaplar ya da Dan Brown gibi bir yazar herkesin karşısına çıkmıyor. Genelde oturup da bir baskı, bilemedin iki baskı yapacak bir kitabı çevirip sonunda üç aylık emek karşılığında 2-3 bin, hadi bilemedin 4-5 bin lira almak neyi çözer? 

Yaşayan bir yazarın kitabını çevirdiğinizde yazarla iletişim kurmayı tercih ediyor musunuz? Öyle bir imkânınız oldu mu hiç? Hani zaten yazarı araştırdığınızı söylüyorsunuz ama metinsel bir gereklilik oldu mu hiç, yazarla iletişim kurmam gerekiyor dediğiniz bir durum oldu mu?

Bir iki defa gerekti, onda da yazara ulaşmak çok zor, ajans kanalıyla vesaire derken vazgeçtim. Ama yazarı tanımak güzel bir şey, mesela ben Paul Auster’la tanıştım New York’a gittiğimde, evine gittim, çalışma ortamını gördüm, sohbet ettik ve ondan sonra onu daha iyi tanıdım, daha hoşuma gitti, zaten kitaplarında hep kendini anlatan bir yazardır, o hoşuma gitti. Öyle bir şey güzel oluyor, Paulo Coelho’yla tanıştık konuştuk, Umberto Eco’yla tanıştım konuştum. Yabancılardan söz ediyorum. Başka birkaç tane Alman yazarla da tanıştım. Yazarı tanımak bir hoşluk katıyor, derinlemesine bakabiliyorsunuz yazdıklarına ama çok da şart değil. Belki de tanımamak daha iyi çünkü etkilenebilirsiniz de. Çünkü her yazar der ki bu kitabımda yazdığım ben değilim, halbuki tanıyınca hep o kitapta, o yazardan izler arayabiliyorsunuz ister istemez.

Peki Türkçede çevirisi olan bir kitabı tekrar çevirdiğiniz oldu, Virginia Woolf’un kitapları bunlar arasındaydı. Başka yazarlar da oldu mu?

Şimdi bir kitap var elimde, daha önce çevrilmiş.

Mevcut çeviriye bakıyor musunuz öyle bir durumda?

Hiç.

Etkilenebilir insan değil mi?

Etkilenebilir değil, aynı kelimeyi alıp kullanabilirsiniz. Şimdi biliyorsunuz, çeviride intihal mevzusu önemli, ama ben aynı kelimeyi kullanabilirim, onun için ben hiç bakmam, yoksa oradan almış gibi olurum, bu sefer orada aynı kelime diye kendiminkini değiştirmeye çalışırım, o zaman da cümle kötü olur, hiç bakmam. Tomris Uyar’ın Mrs. Dalloway’ini çevirmem önerildiğinde, istemedim aslında.

Ama onu okumuşsunuzdur tabii.

Onu 20-30 sene önce mi ne zamansa okumuştum.

Bir de siz Saatler’i de çevirmiştiniz tabii.

Saatler’i çevirirken göz atmıştım. Sonra Virginia Woolflara ben zaten Mrs. Dalloway’le başladım burada, Kırmızı Kedi’de. İstemedim önce, Tomris Uyar çevirmiş, dedim, ben bunu niye çevireyim ki. Ama dediler ki kırk sene olmuş çevireli, çeviri anlayışı bile değişti. Bir de Tomris Uyar bir yazardı, yazar gözüyle bakıyor olabilirdi kitaba. Fakat sonra okudum, çevirim bittikten sonra, acaba ben ne yaptım, çok mu acayip oldu diye baktım ki tamamen farklı iki çeviri. Neden? Bir yazar çevirmenlik de yaparsa çevirisine kendinden, yazarlığından, üslubundan mutlaka bir şey katıyor. İster istemez katıyor, onun çeviri anlayışı farklı oluyor. Çevirmenin böyle bir derdi yok. Ben bir de yazara çok sadık kalarak çeviririm. Tomris Hanım’ınki de çok güzel bir çeviri ama kendinden, yazarlığından bir şeyler kattığı için ikimizinki farklı oldu. Sonra ikisi hakkında yazılar çıktı, ben korktum kötü eleştiri olacak diye, hiç kötü eleştiri olmadı, bilakis güzel eleştiriler oldu.

Ben de tam bundan bahsedecektim. Çeviribilim’de yüksek lisans yaparken sizin çevirinizle Tomris Uyar’ın çevirisini karşılaştırmıştım ama asıl olarak, iki çeviri üzerine çıkmış olan eleştiri ve değerlendirme yazılarını incelemiştim. Bu yazılarda öne çıkan nokta, hep sizin çevirinizi öven eleştirilere yer verilmesiydi.

Sizin çeviriniz övülürken Tomris Uyar’ın çevirisinin eleştirilmesine üzülmüştüm, hâlâ da üzülüyorum. Çünkü şöyle, aslında orada ortaya konulması gereken şey, çeviri anlayışındaki farklılığıydı.

Tabii, çeviri anlayışında farklılık var. Kötü değil tabii, ama bazı yerleri yorumlamış.

Sizin de dediğiniz gibi onun bir yazar olarak, belki de şiirsel dili güçlü bir yazar olarak öne çıkan çevirmen kimliğiyle yaptığı bir çevirinin hakkı verilmeli. Benim karşılaştığım değerlendirme yazılarında hep sizin çeviriniz için “İşte daha iyi bir çeviri çıktı”, “Gerçek Mrs. Dalloway’i şimdi okuyoruz”, “Daha doğru bir Virginia Woolf okuyoruz”, “Asıl metni şimdi gördük” gibi değerlendirmeler vardı.

Evet, ben de çok denk geldim o tür yorumlara. Doğrusu gurur da duydum.

Kimi değerlendirmelerde yine de Tomris Uyar’ın hakkı verildi.

Hakkı verildi tabii.

Ben de tespit etmiştim, Tomris Uyar’da çok eklemeler var, çıkarmalar var.

Var, yorumlar var, yorumlamalar var, diyelim.

Türkçesinde tekrarladığı ama kaynak metinde olmayan şiirsel ifadeler vardı.

İşte ben şuna inanıyorum, yazarın üslubunu katiyen bozmamak lazım. Biz alıyoruz bir metni çevirmen olarak, kendi dilimizde tekrar yazıyoruz, çevirmen bunu yapıyor. Ama işte çeviri yaparken o metne kendimi katmaman lazım, yazar öyle demişse onu öyle kullanmak gerekiyor. Çevirmenin buna dikkat etmesi lazım. Aslında çevirmende biraz yazarlık kumaşı olması gerekir, yoksa çeviri biraz kuru olur.

Küçük Kara Balık, Samed Behrengi, çev.: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınlarıİşte şair-çevirmen, yazar-çevirmenler söz konusu olduğunda özellikle iki farklı kimliğin birbiriyle çakışmasını ya da çatışmasını görüyoruz sanırım.

İster istemez oluyor. Bunu başkalarında da gördüm, şimdi isim vermeyeyim ama dayanamıyorlar, kendilerinden bir şey katıyorlar. Kusur mu, bilemeyeceğim.

Yani çok güzel metinler de çıkıyor aslında ortaya ama.

Çıkıyor ama işte o zaman Virginia Woolf olmuyor. Ya da işte Can Yücel’in çevirdiği şiiirler gibi Can Yücelce oluyor. Harika, çok güzel, ama tabii biz Shakespeare’i tanıyabiliyor muyuz, emin değilim.

Tabii bunlar da farklı çeviriler, alternatif çeviri önerileri ya da kendi başına okunabilecek metinler olarak kabul edilebiliyor.

Mesela benim Petros Markaris vardır Yunan yazar. Onun kitaplarını çevirtiyordum, tabii Yunancadan çevirtmek için Yunanca çevirmen arıyordum. Çevirttik de. Markaris de Almanca çevirmendir, yani Almancadan ve Almancaya çeviriler yapar. Onunla Almanca konusunda anlaşıyorduk, zaten Almanca konuşuyorduk, Türkçe konuşuyordu da bir şey olunca Almancaya dönüyorduk. Sonra bana dedi ki benim şu kitabımı senin Almancadan çevirmeni istiyorum, dedi. Denedik, Yunancadan çevirisinden daha iyi oldu, dedi. Almanca da bildiği için kontrol edebilmişti. İki kitabını çevirdim öyle Almancadan mesela. Neden? Çünkü ben ona sadık kaldım. Bu çok önemli, çevirmenin kendisini biraz tutması gerekiyor galiba.

Yani aslında orada biraz kültürel bir mesele söz konusu. Han Kang’ın Vejetaryen kitabının Koreceden İngilizceye çevirisi üzerinden dönen tartışmaları takip edebildiniz mi bilmiyorum ama İngilizce çevirisinde çok fazla müdahalenin olduğu ve aslında Korece kaynak metinle çeviri metin arasında eşleşmeyen bölümlerin olduğu dile getirildi ve bu tartışıldı, hâlâ da tartışılıyor. Yani bunları kültürel müdahale olarak da değerlendirebiliriz belki.

Evet, bunu Almanlar ve İngilizler de çok yapıyorlar, okuduğum için görüyorum.

Orada siz nelerle karşılaştınız mesela? Yani Almancasından çevirdiğiniz metnin İngilizcesine bakıp farklılıklar gördünüz mü?

Çok farklı oluyor. Şöyle bir şey söyleyeceğim, ben genelde bir metni çevirirken, mesela Almancasından çeviriyorsam İngilizcesi çıkmışsa İngilizcesini de edinip karşılaştırıyorum. Çünkü bazen yoruma bağlı çeviriler olabiliyor. Ben çeviriyorum ama acaba burada yorumu farklı mı yaptım, diyorum, İngilizcesine de bakıyorum. İki çeviri arasında inanılmaz farklar olabiliyor, şaşırırsınız. Kitabın orijinali Almanca, İngilizceye çevirirken bir şeyler katmışlar cümlelere. Aynı şey diğer dil çifti için de geçerli. Mesela Paulo Coelho’nun bir kitabını çevirirken ben üç dört dilden baktım, hepsi farklıydı.

Peki bu farklılıklar anlamsal mı, dil düzeyinde mi?

Cümleyi farklı yorumlamış. Bazı cümleleri çıkarmış, kendiliğinden cümle eklemiş.

Yani üsluba da müdahale var aynı zamanda öyle mi?

Evet, üsluba da müdahale var. Farklı farklı olmuş yani, inanın on tane olsa onu da herhalde farklı olacak. Bire bir, aslına sadık çeviriye yabancılarda da bizde de rastlanmadığı oluyor.

Tabii hepsi farklı yorum olarak çıkıyor.

Öyle oluyor, öyle oluyor.

Artfulliving’te “Bir Yazarı Tanımak" adlı yazınızda “Bir yazarın birden fazla yapıtını çeviriyorsam onu yakından tanımak isterim. Tanıyayım ki doğru yorumlayayım yazdıklarını,” diyorsunuz. Woolf özelinde söyleseniz de bunu hep böyle mi çalışırsınız? Araştırmalarınızı nasıl yaparsınız? Şöyle sorayım, çevirdiğiniz yazarlarla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Tabii, tanımak derken illa yüz yüze anlamında söylemiyorum.

Tabii, yani araştırma yapıyor musunuz? Başka metinlerine bakmak belki...

Evet, evet. Tabii. Özellikle Virginia Woolf bu konuda çok iyi bir örnek, çok özel bir kadın o tabii ki. Çocukluğunda ve gençliğinde yaşadığı travmaların çok büyük rolü var yazdıklarında da. Woolf’un günlüklerini ya da diğer deneme yazılarını okuduğunuz zaman, öykülerinde bile, ben en son Pazartesi ya da Salı diye öykülerini çevirmiştim. Onda da birebir neredeyse kız kardeşiyle -birkaç öyküde var- kendisini anlatıyor. Çünkü çok büyük travmalar yaşamış, ama düzgün bir yaşam süren, hayatında hiçbir travma olmamış, bir yerde oturup uslu uslu yazmış bir yazarı tanımaya belki çok da gerek olmaz, ama Virginia Woolf’un kurmacalarında bile kurmaca dışı, kendinden izler var. Onun için tanımak derken bunu kastediyorum. Hiç tanımayan biri, oturup bir tane Woolf kitabı çevirirse olmaz.

Yayın yönetmeniyken tamamen kendi istediğim metinleri çevirdim, gerçekten de. Mesela Son İstasyon diye bir kitap çevirdim, Orkestra Şefi diye bir kitap çevirdim, biliyordum ki bunlar bir baskı, iki baskı, bilemedin üç baskı yapacaklar ama o kadar güzel kitaplardı ki onları seçip ben kendime ayırıyordum.

Bir referansı anlamakta, bir cümleyi yorumlamakta zorlanır.

Yanlış yorumlayabilir. Mesela en son ben Deniz Feneri’ni çevirdim, yeni çıktı o. En zor kitaplarından biridir, birincisi Dalgalar bence. İkincisi Deniz Feneri çünkü tamamen iç diyaloglarla yürüyen bir metin. Mesela Virginia Woolf’u hiç okumamış biri için çok zor iki kitap da. Anlaması da zor, çevirmesi de zor ama biraz bilirseniz öteki yazdıklarını, işiniz daha kolay oluyor. Her çevirmene ben onu öneririm. Ben mesela Paul Auster’ın ilk kitabında zorlandım çünkü orada kendi hayatını anlatıyordu, öz yaşam öyküsel bir romandı o ama birkaç taneden sonra tamam, dedim, bu adam bu. Bunun kitaplarını böyle yapmak gerekiyor. Mesela gittiğim zaman da orada görüşürken de daha önceki Türkçe çevirilerden çok mutlu olmadığını söylemişti bana. Bir şekilde herhalde bir rapor gidiyor ya da bir şey oluyordu, bilemiyorum.

Okurlar aslında iyi, pek boş durmuyorlar, diyebiliriz. Yazarla hemen iletişime geçmeye çalışıyorlar ya da bir çeviri hatası söz konusuysa hemen iletmek istiyorlar, ajansta bunu görebiliyorum.

Ben Glenn Meade’de şaşırıyorum. O da benim yazarımdı, Turkuvaz’dan Kırmızı Kedi’ye getirmiştim. Biz onunla Facebook’ta konuşuyoruz. Giriyorum bakıyorum, Türkiye’den o kadar çok okur var ki şu kitap ne zaman çıkıyor, diye soruyorlar. Tek tek cevap veriyor hepsine, insanlar takip ediyor ya da diyorlar ki şu kitabı neden böyle, bu kitabı neden böyle bastınız, bu kitabın adı neden değişti.

Okurlar tahmin ettiğimizden daha fazla takip ediyor aslında, değil mi?

İnanılmaz, kitabın içinde şöyle bir şey var, o öyle değil, böyle olması gerekiyor gibi şeyler de söylüyorlar.

Evet, yanlışları bulup rapor ediyorlar.

Aynen. Bu iletişim çağında çok da şaşırmamamız gerekiyor sanırım.

Peki, siz çocuk kitapları da çevirdiniz. Kurmaca dışı kitaplar çevirdiğiniz de oldu mu, yoksa sadece kurmaca kitaplar mıydı?

Kurmaca dışı çok sevmiyorum. Ama günlük çevirdim, Zweig’ın Günlükler’i var, çevirdiklerim arasında. Günlük olabilir çünkü orada da bir tür samimi iç döküş oluyor biliyorsunuz. Yani bir felsefe kitabı çevirmek istemem çünkü benim uzmanlık alanım değil ve felsefe çeviren birinin mutlaka felsefeden anlıyor olması lazım. Ya da başka tarihî kitaplar olsun, tarih yine belki olabilir ama ben edebiyata yoğunlaşmayı tercih ettim.

Peki çocuk çevirileri nasıl bir dünya?

Çok güzel bir dünya. Bayılıyorum, hatta ben çocuk kitabı yazmaya da başladım, inşallah bitiririm. Çocuk kitapları, inan Cansucum, yetişkin kitaplarından çok daha önemli, özellikle çevirirken dikkat edilmesi gereken şeyler çok çok önemli. Çünkü şöyle bir şey var, yabancı kitaplarda çocuk kitaplarında her türlü şey oluyor, ölüm de oluyor cinayet de oluyor. Annesi babası ayrılmış, annesinin sevgilisiyle aynı evde oturan bir adam üzerinden bir çocuk kitabı da oluyor işte bunu Türkçede verirken çok özenli kelimelerle seçerek yapmak lazım, ben buna çok dikkat ettim şimdiye kadar bundan sonra da olursa edeceğim. Bizim anlayışımız farklı, zaten okullarda kabul edilmiyor anne babalar bile kabul etmiyor, onları yaparken çok özenli yapacaksınız. Onun için çok önem veriyorum ben onlara, şimdiye kadar gerek yayın yönetmeni olarak gerek çevirmen olarak çocuk kitaplarını seçerken çok dikkat ettim.

Hem konu hem de kelime seçiminden bahsediyorsunuz değil mi?

Konu ve kelime seçerken, evet buna çok dikkat ettim. Onun için çok önemli çocukları nasıl yönlendireceğiniz. Mesela benim Küçük Kara Balık çevirim yıllardır Antalya’da çocuk oyunu yapıldı, benim çevirimi kullandılar, halbuki Küçük Kara Balık’ın belki 30 tane farklı çevirisi var, nereden beni buluyorlar onu da bilmiyorum ama belki de hani seçtiğim kelimelerden mi diyeyim, üsluptan mı diyeyim, buna çok dikkat etmek lazım. Aksi de var tabii, şimdi duyuyoruz bazı çocuk kitaplarında işte namaz kılan Küçük Prens türünden şeyler de var. Çocukları nasıl yönlendirirseniz öyle devam ederler hayatlarında. Ne okursanız öyle gidiyor. Çocuklar çok önemli gerçekten, umarım bütün yine de buna dikkat ediyordur bilmiyorum, ben ediyordum ama.

Metne müdahale konusunu aslında konuştuk ama bu konuyla ilgili eklemek istediğiniz bir şey var mıdır, tekrar sormak isterim.

Metne müdahale; yani şimdi şöyle çevirmenler de oluyor, ben üzülüyorum. Mesela bir cümle oluyor, bu cümleyi alıyor, okur anlar mı, anlamaz galiba, ben bunu birazcık süsleyeyim ya da açayım diyor. Mesela şöyle bir cümle var diyelim: “Karşımdaki resme bakarken çok duygulandım.” Şimdi bunu okur, anlamayabilir, şöyle yapayım ben bunu: “Karşımdaki resim o kadar güzeldi ki içimde kabaran duygulara hakim olamadım.” Buna rastladım, çok rastladım. Niye kardeşim sen bunu böyle yapıyorsun, değil mi?

Okuru küçümsemek aslında bu.

Okuru küçümsemek, aynen öyle. Okur anlamaz ama öte yandan şöyle bir şey de var. Yabancı kitaplarda dipnota çok az rastlarsınız, çok çok az rastlarsınız, ancak çok gerekliyse koyarlar dipnotu. Yani okur anlamayacaksa hakikaten koyarlar, yazarın özel olarak koyduğu bir kelime, bir cümle olabiliyor o zaman koyarlar. Bizde ise dipnot çok konuluyor, şimdi dipnot koymuyorsunuz, bana kaç defa böyle istek geldi, buna niye dipnot koymuyorsunuz, diye.

Bunu bulmak aslında artık çok kolay okur için.

O kadar kolay ki onu bulmak. Yazar bunu çevirmemiş, dipnot koymamış, demek ki kitabın içinde o öyle olsun, onun müziği öyle kalsın diye. Koysanız bir türlü, koymasınız bir türlü. Ama dipnot koyduğum için çok teşekkür de aldım, ben hep koyarım, artık onun için hep koyuyorum, istemeyen bakmaz. Bazen metnin içinde İncil’den bir alıntı olursa, okur bunu anlamayabilir çünkü İncil’i bilmiyor olabilir. Ben altına mutlaka İncil’in neresinden alınmışsa onu koyarım, hatta İncil’deki o cümleyi de koyarım ki birleştirsin okur. Böyle müdahale değil bu, bu açıklama, bunu istiyor okurumuz, istiyorsa koyalım, verelim diyoruz ama hiç koymayanlar da var, uğraşmayıp ya da gereksiz görüp.

Tabii çok aşırı olmadıkça dipnot işlevsel oluyor ama sayfanın yarısını dipnotla doldurmak da hoş olmuyor.

Evet, o da olmuyor. Tabii mesela tarihi bir olaydan, bir savaştan bahsederse, tarihi bir olaydır, yerel bir göndermedir, o ülkenin ancak kendi insanı bilir, bunu koyuyorum çünkü okur olayı bilmiyorsa ondan sonrasını bağlayamaz. O savaşın önemini -bir önemi varsa- altına o açıklamayı yapıyorum, genelde memnun oluyor insanlar, bu bir müdahale değil. Ama öbürküsü, cümleyi aça aça, kelimeler ekleye ekleye arabeskleştirerek yapmak o bir müdahale, doğrusu onu istemem, yapmam da.

Çeviri ödülleri verilirken herkesin gerçekten o çeviriyi okuyup, aday olan başka adaylarla kıyaslayıp, üzerinde uzun uzun tartışıp verdiğine çok inanamıyorum. 

Şimdi biraz da Saatler kitabıyla birlikte 2000 yılında aldığınız Dünya Kitap Çeviri Ödülü özelinde genel olarak çeviri ödüllerini konuşmak istiyorum. Bu konudaki düşünceleriniz neler? Çevirmenlerin ödüllendirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yıl üçüncüsü verilen Talat Sait Halman Çeviri Ödülü’nü nasıl görüyorsunuz? Bu ödüller teşvik edici midir?

Bu konuda çok tereddütlerim var. Ben o ödülü aldım ama hakikaten o kitapla, inşallah hak etmişimdir ama verilen Talat Sait Halman Ödülü var, Dünya Kitap Çeviri Ödülü var, Tarabya Çeviri Ödülü var, belki bir iki tane daha var ama benim bu konuda tereddüdüm var.

Tereddüdünüzü biraz açmak ister misiniz? Yani metinsel değerlendirmeler özelinde bir tereddüt mü bu?

Çeviri ödülleri verilirken herkesin gerçekten o çeviriyi okuyup, aday olan başka adaylarla kıyaslayıp, üzerinde uzun uzun tartışıp verdiğine çok inanamıyorum. Bunu söylemek istiyorum. Yani ben Dünya Kitap Çeviri Ödülü aldım, Talat Sait Halman Çeviri Ödülü’ne hiç başvurmadım, zaten yayın yönetmeniydim, hoş olmazdı. Başka ödülleri gördüm, verilen ödülleri gördüm ve o yıl, o ödül alan çevirinin yanında, çok çok daha iyi çeviriler de ya da en az o çeviri kadar iyi çeviriler, iyi çevirmenlerin kitapları olduğunu gördüm ve almadıklarını da gördüm ödülü. Ondan sonra çok fazla inancımı koruyamadım bu konuda. Ha olmamalı mı? Olmalı çeviri ödülleri. Yurtdışında da bunlar var ve çok güzel ödüller, karşılığında maddi imkânlar da sağlanıyor. Neden? Çünkü çevirmenin aldığı para asla ve asla harcadığı emekle orantılı değil. Mesela bir kitap çeviriyorsunuz, şimdi ben mesela bir tane Philip Roth çevireceğim Philip Roth ne kadar okunur bilemiyorum ama tutup da 40-50 bin adet basılmıyor, şimdi ben ona ne kadar çok emek harcayacağım, aylarımı vereceğim.

Bu açıdan ödüller olmalı tabii.

Ki siz birkaç ay veriyorsunuz, başka çevirmenler için bu çok daha uzun bir süre olabilir.

Ben belki hızlı çeviriyorum, biraz daha fazla zaman harcayan da var, sonunda aldığınız para 2-3 bin lira. Bu değer mi, değmez, çeviri gönül işi, bununla ancak severek yapan biri uğraşabilir. Oturup da sürekli çok satar çevirmiyorsanız bununla geçinmeniz çok mümkün değil.

Sevin Okyay’ın bir açıklaması vardı, herkesin karşısına Harry Potter gibi bir çeviri çıkmaz, çeviriyle geçinmek çok zor diye.

Harry Potter ya da Simyacı gibi kitaplar ya da Dan Brown gibi bir yazar herkesin karşısına çıkmıyor. Genelde oturup da bir baskı, bilemedin iki baskı yapacak bir kitabı çevirip sonunda üç aylık emek karşılığında 2-3 bin, hadi bilemedin 4-5 bin lira almak neyi çözer? Dolayısıyla çeviri ödülleri çok güzel bir şey ama hakkıyla yapılırsa. O seçici kuruldaki insanlar hakikaten o dili bilerek, adayların çevirilerini yeterince inceleyerek seçerlerse ya da uzun yıllar çeviri alanında emek vermiş kişilerse, tamam inanırım ama ben son yıllarda epeyce de inancımı koruyamadım bu konuda demek istiyorum.

Çevirmen haklarından devam etmek isterim. Yeni yeni çeviri yapmaya başlayan insanlar için neler söylemek istersiniz? Çevirmen sözleşmelerinden de bahsedebilirsiniz belki.

Evet, bir çeviri atölyesi projesi var. Orada çevirmenlere, çevirmenliğin gerektirdiği şeyleri öğretmeye çalışacağım. Bence bazen alaylı çevirmenler daha iyi oluyor, doğruyu söylemek gerekirse. Çevirmenlerin maddi olarak sözleşmelerdeki hakları var tabii ama şimdi iyi çevirmeyen birinin iyi çeviren biriyle eşit haklar talep etmesini çok doğru bulmuyorum. İyi çeviride siz, yayınevinde çok fazla zaman harcamadan onu yayına hazırlayabiliyorsunuz. Onu da düşünmek lazım, 15 günde bile hazırlayabilirsiniz, düzgündür, kusursuzdur, noktası virgülü bile doğrudur ya da bazen öyle çeviri geliyor ki, yayınevinde üç ay uğraştığımız çeviri oluyor, başka hiçbir şey yapmadan. Şimdi o çevirmenle öbür çevirmeni bir tutmak mümkün değil, doğru da değil. Yeni başlayan çevirmenlerin, ellerindeki işi bir eğitim gibi görmeleri uygun olur bence, bir fırsattır bu, ama tabii ki onun haklarının da korunması gerek, yayınevi kazanıyorsa çevirmen de kazanacak. Bu şimdiye kadar benim uyguladığım şeydi, benim anlayışım buydu, gene de öyle. Yayınevi kazanıyorsa ben de çevirmen olarak kazanmalıyım ama kötü bir çeviri veriyorsam da yayınevi benim verdiğim çok kötü bir çeviriyi geri çevirme hakkına sahip olmalı. Ama bazı yayınevleri var, çeviri kötü diyerek yahut da ne bileyim, 15 gün geç verdin diye para cezası koyuyorlar sözleşmelerine. Ben onları hep kaldırmışımdır, böyle bir şeyi gördüğüm zaman da kendim kabul etmem, kimseye de böyle bir madde koymamışımdır.

Peki yayın yönetmenliğiniz süresince, yeni çevirmen başvuruları olduğunda nasıl değerlendiriyordunuz? Muhakkak bir deneme metni istiyor musunuz?

Muhakkak, her yeni çevirmenden isterim. bu çok önemli, çevirmenleri, çok iyileri, ünlüleri, en bildiklerimi dışarda bırakıyorum. Ama bana bir çevirmen geliyor ve diyor ki mesela, ben 15 tane kitap çevirdim, ben onunla çalışmamışım hiç, okumamışım da çevirdiği kitapları, bizim yayınevimizin çeviri anlayışıyla sizin yaptığınız çeviri uyuşur mu uyuşmaz mı, bunu mutlaka görmek zorundayım, bana mutlaka deneme çevirisi yapın, diyorum. kabul etmeyen de oldu bu isteğimizi.

İyi çeviride siz, yayınevinde çok fazla zaman harcamadan onu yayına hazırlayabiliyorsunuz. Onu da düşünmek lazım, 15 günde bile hazırlayabilirsiniz, düzgündür, kusursuzdur, noktası virgülü bile doğrudur ya da bazen öyle çeviri geliyor ki, yayınevinde üç ay uğraştığımız çeviri oluyor, başka hiçbir şey yapmadan.

Aslında şu da gözden kaçıyor sanki, sonuçta yayımlanan metin, ham metin değil. Bu metin üzerinde bir editoryal müdahale olabilir, o metin çok kötü bir çevirinin editoryal düzeltmelerin sonunda iyileştirilmiş hâli de olabilir. Onu gözden kaçırmak bana çok doğru gelmiyor.

Evet, çok doğru. Çevrilmiş, yayımlanmış kitabını gösteriyor bana ama onun ne kadarı editörün işi, ne kadarı çevirmenin işi, bilemem ki. Dolayısıyla üç dört sayfalık bir metin gönderiyorum, geri geliyor. Tabii ki hatalar olacak, benim de ilk başta yaptığım denemede mutlaka vardı. Ama hani onda bir çevirmenlik kumaşı var mı yok mu, onu görmem önemli benim için. Böyle çok çevirmenle çalışmışımdır, Dilek Şendil’den tutun, Saadet Özen’e kadar, şimdi hepsi aklıma gelmiyor ama o kadar çok çevirmenle çalıştım ki çeviri hayatına başladıklarında, görüyorsunuz bu çevirmen olacak, diyorsunuz. Hatalar yapmıştır, kelimeyi yanlış seçmiştir, o önemli değil, çevirmenlik var bu kişide diyorsunuz, çalışacağım çevirmenleri öyle seçiyorum ben genellikle.

Peki İlknur Özdemir nasıl bir okurdur?

Eskiden daha iyi bir okurdum.

Ne kadar vakit buluyorsunuz okumaya?

İşte, çevirmenliğin ve yayıncılığın bendeki tek tahribatı bu oldu, daha az okuyabiliyorum, neden? Çünkü yapacağım şeyleri, az önce konuştuk ya, ben her şeyi okuyordum yayın yönetmeniyken, editör okusa da ben de okuyordum. Yayımlayacağım ya da seçeceğim kitapları okumaktan kendi tercihim olan kitaplara çok az zaman ayırabiliyordum, şimdi biraz daha o açığı kapatmaya başladım. Birikmiş Paul Auster’larımı okuyorum. Almanca okumak istediğim kitaplar vardı. Türk yazarları da tabii okumak istiyorum, Onur Caymaz’ın ben Kırmızı Kedi’deyken hazırladığımız, hazırlamaya başladığımız romanı var Sıfır, ona bir yandan başlayacağım şimdi. Böyle götürmeye çalışacağım, açığı kapamaya çalışacağım. Çalışırken kendi zevkime, kendi ilgi alanıma göre çok fazla okuyamadım, vakit ayıramadım.

Aslında bir yandan da şöyle bir şansınız var, istediğiniz metni çevirebiliyorsunuz.

Var, artık var.

Buna bir avantaj diyebiliriz, değil mi?

Yayın yönetmeniyken tamamen kendi istediğim metinleri çevirdim, gerçekten de. Mesela Son İstasyon diye bir kitap çevirdim, Orkestra Şefi diye bir kitap çevirdim, biliyordum ki bunlar bir baskı, iki baskı, bilemedin üç baskı yapacaklar ama o kadar güzel kitaplardı ki onları seçip ben kendime ayırıyordum. Hatta bazen şöyle oluyordu, -bu söyleyeceğim ayıp bir şey - çok beğeniyordum kitabı, bunu ben yaparım diye ayırıyordum bir kenara. Bir sene geçiyor, ben daha başlayamamışım ona, bir buçuk sene, sonunda kitabın süresi dolacak, kıyamaya kıyamaya veriyordum güvendiğim bir çevirmenime. Aklımın kaldığı oluyordu tabii.

Çeviribilimci ve edebiyatçı Susan Bassnett “Under the Influence” başlıklı bir yazısında “Çeviri kitapların başka bir dilde yeni okurlara ulaşmasının o dilin edebiyatını doğrudan etkilediğini” belirtiyor (2011, s. 31-35). Siz buna katılır mısınız?

Çok sanmıyorum, aynı fikirde değilim. Yani Türk edebiyatı kendi yolunda gidiyor bence, kendi seçtiği yolda gidiyor. İyi yazarların pek çoğu, benim okuduğum yazarların hiç yabancı yazarların etkisinde kalmadan yazdıklarına eminim. Ha şöyle, onun dünyasının etkisi altında kalmış olabilir ama alıp da onun kitaplarını okuyup

ben de şöyle şeyler yazayım diyen yazar sayısının ben çok fazla olduğunu sanmıyorum. Çünkü bizim edebiyatımızda çok iyi yazarlar var. Mesela Onur Caymaz’dan söz etmek istiyorum son dönemlerde, çok iyi bir yazar o. Hüsnü Arkan’dan söz etmek istiyorum, çok severek çalıştığım bir yazardı, ta Yapı Kredi Yayınları yıllarından bu yana, onun ben bırakmadım peşini. Onların hiç yabancı edebiyattan etkilendiklerini sanmıyorum. Okurlar, mutlaka okurlar, yani ama birebir etkilenmek olmaz bizim edebiyatımız farklı bir yolda gidiyor bence. Ne bileyim, Hakan Günday’dan tutun da Ahmet Ümit’e kadar özgün yazarlarımız o kadar çok ki. Gerek konu, gerek üslup açısından.

Peki çevirmenin sesinden bahsetmek istiyorum ben. Çevirmenin bir sesinin olduğuna ve çevirdiği her metinde onu duyabileceğimize inanıyor musunuz?

Aslında duymamak gerekiyor ama şöyle bir şey var, bana bir keresinde bir kitap fuarında bir okur “Sizin adınız olmasa da ben bu çevirinin sizin çeviriniz olduğunu anlarım,” demişti. Şimdi buna üzüleyim mi sevineyim mi ona karar verememiştim, sonra baktım o öyle etkilenmiştir ya da aynı yazarın birkaç kitabını okuduysa öyle etkilenmiştir diye düşündüm çünkü ben onu yapmamaya çalışıyorum, her kitaba aynı sesi vermemeye çalışıyorum çünkü mesela bir kitap çeviriyorum, güncel Amerikan jargonuyla ilerliyor diyaloglar filan. O jargona uyuyorum, benim çok fazla üslubum değil o ama. Çevirmen her kitaba aynı sesi vermemelidir, yoksa yazarlar birbirine benzer sanılır.

Peki o zaman bir yazarın bütün kitaplarını bir çevirmenin çevirmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?

Çok iyi olur, çok doğru olur. Tabii doğru çeviriyorsa, doğru yorumluyorsa. Şimdi şöyle bir şey oldu, ben Paul Austerları çevirdim, epey çevirdim yedi sekiz tane, başka çevirmenler de çevirdi. Gelip bana farklı çevirmenlerin çevirdiği Paul Austerları okuyunca farklı yazarları okuyormuşuz gibi olduk dediler.

Orada aslında önemli bir tespit var.

Demek ki bir değişiklik oluyor, o zaman da mesela asıl Paul Auster hangisi diye sormak gerekiyor. Ama tabii bir kişinin de bütün kitapları çevirmesi pek mümkün değil. Doğru yorumlamıyorsa da doğru değil, yayınevlerinin durumu da zor elbette, sürekli aynı çevirmene vermeleri de kolay değil. Böyle bir açmaz oluyor. Mesela Glenn Meade’i Ali Cevat Akkoyunlu çevirdi, zaten öyle başladılar, ben de hep Ali Cevat Akkoyunlu’ya verdim. Glenn de onu tercih ediyor, ona da hak veriyorum çünkü onun üslubunu yakaladı o, o polisiye dilini, bence çok da iyi oluyor. Özellikle polisiyede dil çok önemli. Polisiyede, ne bileyim şiirde, bilimkurguda bence aynı yazara aynı çevirmen olsa çok daha iyi olur diye düşünüyorum.

Ayşe Ece hoca, Çevirmenin Yazar ve Kahraman Olarak Portresi adlı kitabında “Çeviri metnin üretildiği kültürde en az özgün metin kadar önemli olmakla kalmadığını, özgün metnin yeni okurlara ulaşmasını da sağlayarak onun anlam dünyasının zenginleşmesine katkıda bulunduğunu söyler. (s. 25) Siz de buna katılır mısınız? Eğer böyleyse “özgün metne sadakat” tartışmasının neresinde durursunuz?

Bu tabii çevirmenin yorumuna giriyor, çevirmen birebir sadık kalırsa, güzel kadın hikâyesi gibi, biliyorsunuz, ama öyle. Bir çeviri gelmişti, eski yıllarda ben yine yayın yönetmeni olarak çalışırken, bakıyorsunuz çeviri çok kuru, takır tukur. Bakıyorsunuz, tamam, kelimeler doğru çevrilmiş fakat metin okunacak gibi değil, beğenmedim, çevirmenle konuştum. Dedi ki ben metne sadık kaldım, metne birebir sadık kaldım, dedi. Onun için, değiştiremem, dedi. Ama, dedim, lezzetsiz oluyor, sadık kalın, tamam ama bunun bir orta yolu yok mu, o kabul etmemişti o zaman. Çeviri yayımlanınca da eleştiri gelmişti. Öyle oluyor, yani birebir sadık kalırsanız bazen takır tukur, lezzetsiz bir metin çıkabiliyor ortaya ama tabii güzelleştireceğim, anlam katacağım, bizim okur böylesinden hoşlanır türünden şeylere girerseniz de çeviri doğru olmuyor. Şimdi anlam katmamalıyız ama Can Yayınları’nda çevirmenliğe başladığımda, Erdal Bey’le konuşurken, o güne kadar da çeviri yapmış değildim, hiç sıfırdan, gözümü karartıp girmiştim, kendisine ben neye dikkat edeyim diye sorduğumda demişti ki çevir, zorlandığın cümlelerde baktın ki Türkçeye çevirdiğin zaman güzel bir cümle olmuyor, o zaman ben bunu Türkçe söylersem nasıl söylerim, diye düşün. Onun o cümlesini hiç unutmadım çünkü çeviriyordum bazen, bir şeye benzemiyordu, doğru ama güzel değildi o zaman ben bunu Türkçede nasıl söylerim diye düşünüyordum, yine doğru oluyordu. Bu tür şeyler çok var, yapılıyor, çevirmenler yapıyor ara sıra. Ben sadık kalıyorum derken her seferinde kelime kelime kalamıyorum, kalamıyorsunuz.

Bir yaratım söz konusu sonuç olarak, Türkçe bir metin yaratıyorsunuz.

Tabii tabii, mesela öyle bir şey var ya İngilizcede “Jesus Christ” der orada, şimdi bunu Türkçede “Hazreti İsa aşkına” filan diye çevirmiyorsunuz tabii ki. Ona işte “Ulu Tanrım” diyorsunuz, “Öf ya” diyorsunuz, “Git başımdan” diyorsunuz, bu tür şeyleri tabii ki yapmak zorundayız, bunları yapıyoruz. Veyahut da “N’aber ya?” diyoruz Türkçede ama onu İngilizcede kim bilir nasıl söylüyor. “How are you, buddy?” diyor mesela, ona Türkçede “Nasılsın kardeş?” filan dersek olmaz. Anlam katmak derken ben bu kadarını kastediyorum, tabii ki bu kadarını yapıyoruz ama az önce verdiğim örnekteki gibi “Karşıdaki resme bakınca içimde kabaran duygular sel olup taştı” falan gibi şeyleri yapmamak lazım.

Aslında siz kültürel kodları Türkiye’deki kültürel kodlarla eşleştirmeye, birebir vermeye çalışıyorsunuz.

Aynen öyle.

Ama sözcük anlamında bir müdahaleden bahsetmiyorsunuz.

Ayşe Hanım’ın söylediği şeyde sanki şöyle bir şey de algılıyor insan: Burada adam Almanca yazmış, orada öyle bir anlamı var bir kitabın, ben bunu Türkçeye çevirip bastığım zaman başka bir anlam da ekliyorum, dolayısıyla yeni okurları da etkiliyorum. Buna çok fazla inanmıyorum doğrusu. Yani yazar yazardır, yazar hangi dilde yazdıysa o dilde neyse, Türkçesinde de o yazar olmalıdır yani. Ona yeni yeni anlamlar katma hakkım doğrusu yok çevirmen olarak.

Belki okur onu alımlarken başka anlamlar yükleyebilir, o zaten okuma tecrübesi herkes için farklı.

Tabii tabii, okurun onu alımlamasında özellikle zor metinlerde farklı algılamalar tabii ki olacaktır ve vardır da. Ama ben onu, bu yazar en iyi böyle olmalı diye çeviremem, buna çok fazla prim vermiyorum doğrusu.