Konuşmalar: Talât Sait Halman Çeviri Ödülü

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü seçici kurulundan Yiğit Bener, Kaya Genç ve Doğan Hızlan Joyce'un Finnegan Uyanması çevirisi ile "Konuşmalar" dizimizin konuğu oldu

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından verilen Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nün 2017 yılı sahibi James Joyce’un Finnegan Uyanması (Finnegans Wake) kitabının çevirisi ile Fuat Sevimay olmuştu. Finnegans Wake, Joyce'un "çevrilemez" diye bilinen bir metni. Armağan Ekici'nin, ödül alan Fuat Sevimay çevirisi ile hâlen üçüncü cildinin çevirisini sürdüren Umur Çelikyay'ın metinlerini karşılaştırıp kritik ettiği yazı, K24 sayfalarında yayınlanmış ve epey de ses getirmişti. Nevzat Erkmen'in de 10 yıldan fazladır bu metnin çevirisi ile boğuştuğunu düşünecek olursak, çeviri bağlamında bu konuyu özellikle konuşmak gerekiyordu. Tabii, jüriye yöneltilen eleştiriler de cabası... Doğan Hızlan'ın başkanlık yaptığı seçici kurulda Sevin Okyay, Ayşe Sarısayın, Yiğit Bener ve Kaya Genç bulunuyor. Sarısayın ve Okyay sağlık sorunları nedeniyle söyleşiye katılamadılar. İKSV'de yaptığımız söyleşide, Fransızcadan çeviriler yapan yazar Yiğit Bener, İngilizceden çeviri yapan yazar Kaya Genç, Doğan Hızlan ve İKSV adına Talât Sait Halman Çeviri Ödülü Koordinatörü Nilay Kartal ile seçici kurulun çalışma sistemi ve Finnegans Wake üzerine konuştuk. 

Sibel Oral: Öncelikli olarak bu sene ödüle kaç başvuru yapıldığından başlayalım ve değerlendirme süreci ile devam edelim... 

Nilay Kartal: 47 tam başvuru oldu. Aslında 50’den fazla başvuran vardı ancak bunların arasında hatalı başvurular da olduğu için onları değerlendirmeye almadık.

Sibel Oral: Başvurular hangi dillerdendi peki?

Nilay Kartal: İngilizce, Almanca ve Fransızcanın yanı sıra Japonca, Farsça, Rusça, Yunanca, Bulgarca, Çince, Korece ve Norveççe dillerinden başvurular vardı.

Cansu Canseven: Hatalı başvuru kategorisine hangi metinler giriyor?

Nilay Kartal: Mesela şiir başvurularını bu sene kabul etmedik. Çocuk kitaplarını da bu sene dahil etmedik. Ayrıca başvuruya gönderilen kitapların ya 2017 yılı içinde ya da Kasım 2016’dan sonra basılmış olması gerekiyordu. Yani bir önceki başvurunun kapanma tarihinden bir sonraki başvuru tarihine kadar geçen sürede basılmış kitapları kabul ediyoruz. Bu kritere dahil olmayan çeviri kitapları da kabul etmedik. Ayrıca metnin, orijinal dilinden çevrilmiş olması gerekiyor. Başvurular arasında Fince vardı ama İngilizcesinden çevrilmiş, onu da dahil etmedik, Finceden çevrilmiş olması gerekiyordu. Bu arada bahsetmeyi unutmayayım, başvuranlardan çevirinin altı kopyasını istiyoruz, her birini jüri üyelerine dağıtıyoruz, bir tanesi de bizde kalıyor.

Sibel Oral: Peki, çevirileri değerlendirirken nasıl bir yol izliyorsunuz? Kitapları nasıl bölüşüyorsunuz? 

Doğan Hızlan: Ben aslında koordinasyonla meşgulüm. Arkadaşların seçtikleri beş altı tane kitap geliyor en son, onları okuyorum. Her gelen kitabı ben okumadım. Onların ilk seçiminden sonra tavsiye ettikleri kitapları okuyup fikir beyan etmiş oldum.

Kaya Genç: İngilizceden çok başvuru oluyor. İngilizceleri bölüşüyoruz. Almanca ve Fransızca başvuruları, herkes kendi birinci öncelikli yabancı diline göre bir paket yapıyor kendine. O paket de oldukça büyük bir paket oluyor. Başvuru yapılırken çeviri kitaplarıyla birlikte orijinalini de göndermelerini rica ediyoruz. Yoksa da biz buluyoruz bir şekilde. Bu süreçte ilk değerlendirmeyi yaparken de orijinaliyle karşılaştırarak ilerliyoruz. İlk paketlerde çok kitap oluyor tabii.

Sibel Oral: Kaç kitap oluyor mesela?

Kaya Genç: 15-20 kitap oluyor.

Yiğit Bener: Herkes kendi dilindeki kitapları aldıktan sonra bilmediğimiz dillerdekini de aramızda bölüştürüyoruz. Mutlaka her kitap bir jüri üyesi tarafından okunuyor.

Cansu Canseven: Jüri üyelerinin bilmediği dillerden gelen başvurular olduğunda ne yapıyorsunuz? İtalyanca, Rusça, Japonca, Bulgarcadan yapılan çeviriler için nasıl bir yol izliyorsunuz?

Kaya Genç: Diyelim Japon edebiyatından çok iyi bir başvuru geldi, biz onu nasıl değerlendiriyoruz? Türkçesi çok güzel, iyi bir yayınevi basmış, iyi bir editörlükten geçmiş, çok güzel okunuyor ama gerçeğine ne kadar sadık? Bunu da ancak Japon edebiyatı uzmanı bilebilir, bu yüzden de üniversitelerin Japon Dili ve Edebiyatı bölümünden bir uzman bilebilir. Yani bu alanda iyi olan birine gönderiyoruz.

Doğan Hızlan: Hatta çok iyi bilen bir, iki kişiye gönderiyoruz. Geçen sefer üç Japon uzmana mı göndermiştik? Üç rapor almıştık sanırım.

Yiğit Bener: Şöyle söyleyeyim, ilk aşamada biz metnin Türkçesi bazında bir eleme yapıyoruz. Bütün kitapları aramızda paylaştırıyoruz, mutlaka her kitap bir jüri üyesi tarafından okunuyor, ilk toplantıda görev dağılımı yapıyoruz, gelen kitapları değerlendiriyoruz. Tartışmalı vakalar varsa –işte başvuru sınırda mı, değil mi mesela- onları tartışıyoruz. Ondan sonra görev dağılımı yapıyoruz. O ilk aşamada, her birimizin kendi okudukları üzerinden ödül alma şansı daha yüksek olanlar -Türkçesini beğenmediklerimizi, Türkçesinde bozukluk olanları eliyoruz- arasından iki, üç kitabı seçmeye çalışıyoruz. Daha sonra bir toplantı yapıp aramızda bunları paylaşıyoruz. Bu sayede diğer üyeler de bizim seçtiğimiz kitaplara bir göz atmış oluyorlar. Ondan sonra bir toplantı daha yapıp iki ya da üç finaliste indirmeye çalışıyoruz. O finalistlerin her birinin mutlaka orijinal metniyle satır satır kıyaslanarak okunması gerekiyor. Bizim bildiğimiz dillerdeyse o işi biz yapıyoruz, diğer dillerdeyse iki ya da üç uzmana yolluyoruz. O uzmanların da kafalarına göre değerlendirme yapmamaları için belli sorular yolluyoruz, o sorulara cevap vererek bir rapor hazırlamalarını istiyoruz. Ondan sonra final toplantısında her birimiz bütün finalistleri ve raporları okumuş olarak geliyor ve onun üzerinden en iyisini seçmeye çalışıyoruz.

Doğan Hızlan: Ufak bir parantez açayım; aynı dilde olan başarılı çevirilerde epey tartışmalı olan, epeyce görüşmelere yol açanlar oldu. Özellikle İngilizcede ödüle layık iki tane çok iyi kitap var. Onu da jüri üyeleri başka ölçütlerle değerlendiriyor. Kitabın orijinalliği, daha önce çevrilmemiş olması, Türk diline kazandırılmış olması önemli oluyor.

Yiğit Bener: Bu yıl mesela üç kitap kalmıştı finale, o üç kitabın her biri de pekâlâ ödülü kazanabilecek düzeydeydi. Bu sene Finnegans Wake’in çevirisi değil de diğer çeviri kazansaydı, kimse bize neden bunu seçtiniz diyemezdi. O derece başarılı çevirilerdi. Tabii, o kadar parlak eserler arasında seçim yaparken biz yine nesnel kriterler tutturmaya çalışıyoruz ama hiçbir jüri seçimi nesnel olamaz. Aynı kriterleri, aynı eserleri beş farklı jüri üyesine verin, başka bir sonuç çıkabilir. Bizim öznellik payımız da orada devreye giriyor. En azından o öznellik payına gelmeden önce mümkün olduğunca nesnel kriterlerle hareket etmeye çalışıyoruz. En azından hesap verilebilir kriterlerle hareket etmeye çalışıyoruz.

Doğan Hızlan: Bu jürinin önemi bir yandan da şu: Sadece çevirmen değiller, hepsi yazar da olduğu için kitabın özgün dilindeki yerini değerlendirdikleri gibi bir yazar olarak da bu nasıl aktarılır, nasıl çevrilebilir gibi mekanik olmayan tahliller yapıyorlar. Bu da önemli bir husus.

Yiğit Bener: Bir keresinde Fransızca bir metne ödül verdiğimiz için bir eleştiri gelmişti. Jüri üyeleri arasında Fransızca bilen bir kişi olduğu için... Bu gülünç tabii. Dünyanın her yerinden eser gelebilir, bu durumda jüri üyelerinin bütün dilleri bilmesi mi gerekir? O zaman çeviri jürisi diye bir şey olamaz. Bütün jüri üyeleri, bütün dilleri bilemezler. Kaldı ki dil bilmek ne demek? Mesela ben, İngilizce biliyorum, İngilizceden Avrupa Konseyi’nde Türkçeye politika düzeyinde çeviri yapıyorum. Ama hiçbir edebiyat eserini Türkçesiyle kıyaslayıp aslına uygun mudur, değil midir diye değerlendiremem. Çünkü o tarz bir İngilizcem yok. O yüzden bu tür eleştiriler çok afaki şeyler. Doğan Bey’in de dediği gibi, o edebiyatı bilmek lazım, sorunu anlamak lazım, metni anlayabilmek lazım, yaratıcı yazar olup onu nasıl karşılayabileceğini bilmek lazım.

Doğan Hızlan: Dediğin çok doğru, Tanpınar, "En seri Fransızcayı borsadaki Yahudiler kullanıyor" derdi, çünkü belli terimler arasında gidiyorlar, belli şeyleri ezberlemişler. Çeviri öyle bir şey.

Cansu Canseven: Az önce nesnel kriterlerden söz etmiştiniz, onlardan bahsetmeniz mümkün mü? Bir jüri üyesi okuma raporunu hangi sorulara göre hazırlıyor?

Kaya Genç: Motamot, doğru kelimeleri seçmiş mi’nin ötesinde, diyelim ki bir aile romanı var ve aile romanında karakterlerin seslerini, ses tonlarını ne kadar ayrıştırabilmiş mesela. Geçenlerde bir tartışma vardı, bu Vejetaryen kitabının İngilizce çevirisi çok başarılı oldu, ödül aldı ama Korece aslında olmayan şeyler eklediğini söylüyorlardı. Kitabı iyileştirmek de bir problem aslında. Han Kang’ın İngilizce çevirmeni, kitabı olduğundan daha iyi bir hâle getirmiş. Belli yazarlar için de söylenir bu, İngilizce çevirisi aslından daha iyi diye. O da bir problem aslında.

Doğan Hızlan: Ama Türkçeden kesinti yapıldı. İsim vermeyeyim ama 40-50 sene evvel bazı Rus kitaplarının çevirilerinde atılan sayfalar oldu. Çevirmene de bu söylendi, çevirmen “Kendi kalemimden Türklere hakaret ettiremezdim” dedi. Bunlar çevirilerde yapıldı.

Yiğit Bener: Tek kriter söz konusu değil aslında. Birkaç kademeli kriter var. Birincisi metnin Türkçesi. Türkçeye çevrilmiş bir eseri Türkçe olarak okuduğunuz zaman o eserin Türkçesinin, çevirmenin Türkçeyi kullanmadaki yetkinliğinin, ödül alacak düzeyde olması lazım. Cümleler sarkıksa, bozuksa, çarpıksa, okunmuyorsa, anlaşılmıyorsa, tabii ki bu metin ödül alacak düzeyde değildir. Bu, eleme kriteri zaten. Bundan sonra birkaç faktör var. Metnin doğruluğunu kontrol etmek gerekiyor. Edebî metinden söz ediyorsak birçok katmanı var. Metnin her bir katmanı ne şekilde aktarılmış? Mesela yazarın üslubu. Bir sorumuz şuydu: “Eserin bütününe baktığınızda, çevirmenin Türkçe metinde kullandığı dil, kaynak metnin yazarının seçimleriyle eşdeğer tarz ve düzeyde mi?” Bu kriterleri hem bizim bilmediğimiz dillerdeki uzmanlara gönderiyoruz hem de kendimiz kıyas yaparken bunları dikkate alıyoruz. İki metnin sözcük seçimlerindeki düzlem birbirini tutuyor mu? Örneğin, ağdalı dil ağdalı dille/ konuşma dili konuşma diliyle karşılanmış mı? Kaba ve argo sözcükler için aynı düzeydeki eşdeğerleri kullanılmış mı? Henry Miller’ın Seksus’unun Türkçe çevirisine bakma bahtsızlığına erişmiştim, okuyan pekâlâ Türkçesini 18 yaş altındaki çocuklara da tavsiye edebilir. Ama İngilizcesi ya da diğer dillerdeki çevirileri pornografik sayılacak düzeyde argo içerir.

Doğan Hızlan: Aslında çok önemli çevirilere dipnotlar, açıklamalar gerekiyor. Onun orijinal, günlük kullanımdaki ya da bütün edebiyat bağlamındaki kullanımı buraya aktarıldığında karşılık bulması ya da açıklama yapılması gerekiyor.

Yiğit Bener: Şunu da istiyoruz mesela; yazar tarafından teknik/ özel alan dili, özel terminoloji/ jargon, yöresel deyişler, nadir/ yaygın sözcükler, deyimler kullanıldığında, çevirmen aynı türden karşılıklar kullanmış mı? İkinci kriterde istediklerimiz ise eserin bütününe baktığınızda, çevirmenin Türkçe metinde benimsediği üslup, kaynak metnin yazarının üslubunu eşdeğer düzeyde yansıtıyor mu? Yani kendine özgü anlatım teknikleri uygun şekilde yansıtılmış mı? Çeviri metnin cümle yapıları, örneğin sade/ karmaşık anlatım, diyaloglar, vb. kaynak metninkilerle eşdeğer mi? Kaynak metinde şiirsellik, ses oyunları, mizah, sözcük oyunları, mecaz, ima, çokkatmanlılık vb. varsa, bunlar yeterli düzeyde karşılık bulabilmiş mi? Yazar dil kalıplarını zorlamışsa kendi dilinde, Türkçede de eşdeğer karşılıklar bulunabilmiş mi? Ve çeviri metnin edebî/ estetik düzeyi kaynak metninkiyle eşdeğer sayılabilir mi vb. Üçüncü kriter de mesela, eserin bütününe baktığınızda, kaynak eserin içerdiği olgular, somut bilgi ve kavramlar yeterli düzeyde ve doğru olarak aktarılabilmiş mi? Yani metnin düşünsel/felsefî içeriği bütünüyle anlaşılır biçimde aktarılabilmiş mi? Bulunan terminolojik karşılıklar uygun mu? Önemli anlam kaymaları/ hataları/ atlamalar var mı vb. Daha sonrasında kaynak metnin diline özgü ve Türkçede karşılığı olmayan terimlerin ya da kültürel bağlam farklarının yarattığı sorunlar, ayrıca yazarın dil ve üslubundan kaynaklanan özel güçlükler çeviride kabul edilebilir biçimde çözüm bulabilmiş mi? Bu da Doğan Bey’in az önce söylediğini kapsıyor aslında. Metin içine yedirilmiş açıklamalarla, çok gerekli olan yerlerde dipnotlarla ya da metnin doğasını bozmayan uyarlamalar yoluyla mı?

Doğan Hızlan: Evet, Lorca’nın "Ağıt" diye meşhur bir şiiri var. İki çeviri yapılmış. Bir tanesi "Deniz bile ölür" diye bitiriyor şiiri: “Deniz bile öldükten sonra/ Milyas hayli hayli ölür.” Ama Sabri Altınel, “Ölüyorken deniz bile” diye çevirmiş. Ki bu orijinaline çok yakın. Yiğit'in bahsettiği gibi deyimler de var. Mesela bu şiirde “Öğleden sonra saat beşte” diye bir şey tekrar edip duruyor. Neden saat beşte? Çay saati mi diye düşünüyor insan. Ama sonra şiirin açıklamasını okuyunca görüyorsun ki boğa güreşlerinin afişlerinde öyle yazmış: "A las cinco de la tarde" yani “Öğleden sonra saat beşte” Bu bir deyimmiş orada, her boğa güreşi afişinde bu olurmuş. Böyle olunca, Türk edebiyatındaki hüsnü tekrir oluyor, bunlara da dikkat ediyor arkadaşlarımız.

Sibel Oral: Kriterlerden devam edelim...

Yiğit Bener: Daha sonraki kriterde de şuna bakıyoruz: Çeviriyi kaynak metinle kıyasladığınızda, siyasî/ felsefî/ dinî/ ahlakî “sansür” olarak nitelendirilebilecek kasıtlı cümle/ paragraf/ bölüm/ sözcük atlamaları/ çarpıtmaları var mı? Okur algısını çarpıtma ya da dönüştürme amacıyla kasıtlı olarak yapıldığı bariz olan dil/ üslup tercihleri/ zorlamalarına başvurulmuş mu? Ayrıca çeviride kaynak eserin doğasını, içeriğini, estetiğini, özelliğini bozacak derecede/ sayıda, başka bir deyişle çevirinin ödül almasını engelleyecek düzeyde dil, üslup, anlatım tekniği, karşılık hataları ya da anlam kaymaları saptadınız mı? Buna bir, iki örnek istiyoruz eğer varsa. Dilin iki üç katmanı var dedik ya, bazen bir tercih yaparken bir katmanını feda etmek zorunda kalabiliyorsunuz. O feda edilen katmanı anlam kayması olarak değerlendirirseniz çeviriyi eleştirebilirsiniz, hâlbuki o bilinerek yapılmış bir şeydir. Bir de şöyle bir değerlendirme de var; sonuçta değerlendirme istediğimiz kişiler de çevirmen oluyor ve her çevirmenin yoğurt yiğişi farklıdır. Edgar Allan Poe’nun “The Raven” (Kuzgun) şiirini alın; birini Baudelaire, birini Mallarmé çevirmiş, hangisi doğru, hangisi yanlış diye bakamayız.

Doğan Hızlan: Türkçede de o şiiri üç kişi çevirdi, biri Melih Cevdet Anday’dı. Hem metne hem de Türkçedeki lezzetine bakmak lazım.

Kaya Genç: O lezzet çok önemli bence. Kriterleri dinlerken Nabokov’un Yevgeni Onegin çevirisi vardı, o geldi aklıma. Rusçadan İngilizceye çeviri yapıyor, teknik olarak her şeyi birebir veriyor, o dönemki sözlükleri tek tek kontrol ediyor, dersini çok iyi çalışmış yani. Ama İngilizce olarak çok sıkıcı, okunduğunda Puşkin’in şiir söyleme zevkini vermeyen bir çeviri olmuş. Bir de mesela İngiliz bir şair çevirmiş aynı metni, onunki metnin orijinalliğiyle, belki Nabokov’un tespit edebileceği kadar kesin karşılıklar bulmamış ama söyleyişi çok daha güzel. Gerçekten de İngilizce şiir okuyor zevki veriyor. O lezzet kısmını da ilk bakışta anlıyoruz zaten; Türkçesi zevk veriyor mu?

Yiğit Bener: Öznellik kısmı orada devreye giriyor işte.

Cansu Canseven: Şiir çevirilerini bu seneki ödüle dahil etmemenizi buna bağlayabilir miyiz?

Yiğit Bener: Ona ayrıca gelelim. Öncesinde son kriterden bahsedeyim. Çevirmenin yapmış olduğu tercihlerle, sizin benzer durumda yapabileceğiniz tercihler örtüşmediğinde, bunun nedeni sizce çevirmenin özensizliği ya da yetersizliği mi? Yoksa çevirmenin bilinçli bir tutumu mu? Bazen görüyoruz, çevirmen üzerine düşünmemiş, kolaya kaçmış oluyor. Ama bazen de üzerine düşündüğünü anlıyoruz, benim verebileceğimden başka bir tercihte bulunmuş, diyoruz. Eleştiremem ben bunu. Kendi tercihimi savunabilirim ama diğerine de yanlış diyemem. Böyle durumlar olabilir. Rapor yazan kişiye, ayrıca bunların dışında, bu çeviri eserin ödül almasını sakıncalı kılacak başka bir sorun saptayıp saptamadığını da soruyoruz, varsa paylaşmasını istiyoruz. Gördüğünüz gibi, hem çok ayrıntılı bir soru formu gönderiyoruz, bir de her birimiz kendi kitaplarımızı orijinal diliyle kıyaslarken bu kriterler etrafında değerlendiriyoruz.

Cansu Canseven: Sizin saydığınız kriterleri dinleyince kaynak metinlerle çevirileri satır satır karşılaştırdığınızı anlıyorum.

Yiğit Bener: Finalistleri en azından.

Cansu Canseven: Kaç metin finale kalıyor peki? 

Yiğit Bener: Gönül ister ki 30 metin finale kalsın ama öyle olursa o zaman değerlendirmeye daha fazla vakit ayrılır. Böyle olunca da her bir jüri üyesinden bir ya da iki kitabı geçirmemesini istiyoruz. Ama öyle bir şey olur ki bir sene Fransızca kitaplardan üç tanesi de finale kalmayı hak ediyordur, ben bunun gerekçelerini de sunabiliyorsam, neden olmasın?

Cansu Canseven: Önce diller arasında mı bir eleme yapıyorsunuz?

Yiğit Bener: Hayır hayır. Her birimizin kendi dilleri var. Ben Fransızcaya bakıyorum. Kaya (Genç) ile Sevin Hanım (Okyay) İngilizceye bakıyorlar. Daha önce Ahmet Bey (Cemal) vardı, şimdi Ayşe Hanım (Sarısayın) var, Almancaya bakıyor. Almancaların içinden beğendiklerinin satır satır incelemesini Ayşe Hanım yapıyor mesela, Fransızcayı ben yapıyorum. İngilizceleri paylaşıyorlar. Bu Türkçesini beğendiğimiz eserler arasından mümkünse biri geçmeyecek, gerekirse iki ya da üç eseri final için öneriyoruz. Orada ara bir toplantı yapıyoruz zaten. Onları tartışıyoruz. Hepimizin seçtiği finalist olabilecek eserleri her birimiz, daha önce okumadıysak eğer tekrar okuyoruz.

Doğan Hızlan: Onları ben de okuyorum.

Yiğit Bener: Ondan sonra da bütün bu kriterleri dikkate alarak onların içinden birini seçiyoruz. İşin öznellik kısmı orada aslında. Her biri ödül alabilecek kriterlere uyan eserler bunlar. Bütün bu kriterler için bazıları öne çıkıyor. O da seneden seneye gelen kitaplara göre değişir. Bu sene diyelim ki iki eser vardı -isim vermeyeceğim-, ikisi de çeviri zorluğu açısından baktığımızda yani orijinal metnin dilinin zorluğu, karmaşıklığı, istisnalığı filan, bu açıdan baktığımızda, çok zor bir işi başarmışlardı. Bu önemli bir kriter. İlla bir çevirinin başarılı olabilmesi için çok zor bir metnin çevrilmiş olması gerekmiyor. Daha düz, daha sade bir metni, çok başarılı bir şekilde aktarmış olabilir. Ya da çok hacimli bir kitabı kusursuz çevirmiştir.

Kaya Genç: Ya da yıllardır çevrilmiş, çok çevirisi çıkmış bir kitabın yeni ve daha mükemmel bir çevirisini yapmış olabilir.

Cansu Canseven: Peki öyle bir durumda, mevcut çevirileri varsa Türkçede bir kıyasa gidiyor musunuz?

Kaya Genç: O zaman işi daha zor aslında o çevirmenin.

Cansu Canseven: Siz değerlendirmede onu dikkate alıyor musunuz peki?

Kaya Genç: Tabii.

Yiğit Bener: O tercih edilebilir bir şey değil ama. Daha önce çevirisi yapılmamış eserlere öncelik veriyoruz. Ama öyle bir çeviri gelir ki daha önce yapılmıştır, başarısızdır.

Doğan Hızlan: Bu doğru bir soru, önceki çevirmen ne katmış? Şimdiki çevirmen ne yapmış?

Cansu Canseven: Mesela diyelim Pınar Kür’ün çevirdiği bir metni yeniden çevirmiş çevirmen. Neden bu çevirmen yeniden çevirdi diye düşünüyor musunuz?

Kaya Genç: Otomatik eleme yapmıyoruz elbette. Daha önce çevrilmiş bu metin, sen kimsin demiyoruz.

Cansu Canseven: Neden yeniden çevrildiğini düşünmek de önemli çünkü.

Yiğit Bener: Finale kalan olmadı şimdiye kadar. Ama finale kalan olursa o dediğiniz de yapılabilir bence.

Nilay Kartal: Geçen sene çok çevrilmiş bir kitap vardı, bayağı güçlüydü.

Yiğit Bener: Sonra finalist olmadı ama.

Nilay Kartal: Olmadı ama tartışılmıştı.

Doğan Hızlan: Eski yıllarda, çevirilerin az olduğu dönemlerde, genelde çevrilen kitapların redaksiyonu yapılır, onlar tekrar çeviri gibi sunulurdu.

Kaya Genç: Tabii, şimdi telif süresi dolan yazarlar ortaya çıktıkça modernist edebiyatın eserleri yeniden çevrilmeye başlıyor. Eskiden bu, belki 19'uncu yüzyıl klasiklerinde daha çok gördüğümüz bir şeydi. Artık modernist başyapıtların, telif sebebiyle tek bir çevirmen tarafından okumaya alıştığımız metinlerin pek çok çevirisi çıkmaya başlıyor.

Yiğit Bener: Küçük Prens’in 40 çevirisi var.

Kaya Genç: Joyce da mesela şu anda yeniden çevrilen bir yazar.

Sibel Oral: Evet, artık buradan Joyce'a gelelim. Finnegans Wake'i orijinal dilinden okumuş muydunuz?

Kaya Genç: Ben okumuştum. Joyce işini ben üstlendim çünkü doktora yaparken de odaklandığım yazarlardan biriydi. Bir sene boyunca sırf Joyce’un Finnegans Wake ve Ulysses'i üzerine çalışma yapmıştım.

Sibel Oral: Nasıl bir metin peki? Bir okur ve edebiyat alanında inceleme yapan biri olarak ne düşünüyorsun?

Kaya Genç: Metni ilk Amsterdam’dayken okumuştum. Orada yüksek lisans yapıyordum. Joyce’un kendi ses kayıtları da var, Finnegans Wake’ten okumalar yapıyordu. Biz akşamları bu ses kayıtlarını dinlerdik. Joyce’un sesinin ilginç bir büyüsü, bir müziği var. Bu yüzden İngilizcesine çok odaklandığımız, çok çalıştığımız bir metnin Türkçesiyle çıkması heyecan verici bir şey. Türkçe çevirisini mesela yüksek sesle okuyup o müziğin Türkçesinde de çalışıp çalışmadığına baktık, o müziği duyabilmek önemli bir kriterdi. Bunu her yazar ve her metin için uygulamıyoruz tabii ama Finnegans Wake için uygulanan bir şey. Sesin önemli olduğu deneysel bir metnin Türkçede nasıl altından kalkılmış, ilk baktığım şey o oldu.

Sibel Oral: Peki, bu metne dair “çevrilemezlik” iddiasıyla ilgili sen ne düşünüyorsun aynı zamanda çeviri yapan biri olarak?

Kaya Genç: Murat Belge söylemişti, James Joyce’un kitapları bir noktadan sonra çevrilemez çünkü o, İngilizcenin gelişimine özeldir, düşüncesiyle. Mesela Ulysses’te bir doğum sahnesi var ve hastanede geçen bu sahne, aynı zamanda İngilizce dilinin doğum sancıları, ortaya çıkışı, gelişmesi gibi bir sürü şeyi anlatıyor. Bunu İngilizce dışında söylemenin ne anlamı var diye bir argümanı vardı Murat Hoca’nın ama buna karşı argüman olarak biz de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’da yaptığı gibi ya da başka metinlerde olduğu gibi Türk dilinin doğum sancılarıyla, sürecini vererek bunun bir karşılığını verebiliriz belki. Tutunamayanlar eğer bizim Ulysses’imizse. O yüzden de çevrilemez bir metin olduğuna inanmıyorum. Zaten inansaydık, Finnegans Wake ilk eleyeceğimiz metin olurdu. Çünkü orada aslında insanı heyecanlandıran şey, yazarın giriştiği projenin büyüklüğü, sese verdiği önem, yeni bir dil inşa etmenin heyecanı ve de Türkiye’den, Türkiyeli bir yazar da bu heyecanı duyup böyle bir işe girdiğinde sadece sonuç iyi mi diye bakmak gerekiyor.

Sibel Oral: Buradan tartışmalara gelmek istiyorum. Biliyorsunuz Nevzat Erkmen de çok uzun zamandır çevirmeye çalışıyor Joyce'u. Bir taraftan, baktığınızda, Çince çevirisi sekiz yılda bitmiş. Diğer taraftan Umur Çelikyay çevirisinin de sanıyorum ikinci cildi yeni bitmiş. Bu "çevrilemezlik," "çok zor" durumuna istinaden söylüyorum. Sevimay sanıyorum üç yılda çevirmiş. 

Kaya Genç: Sevimay bir süre Dublin’e gidiyor ve kendini bu çeviriye tamamen gömüyor, başka bir şey yapmıyor bu süreçte. Belki İstanbul’da ikinci bir işi varken ya da başka dertlerle uğraşırken yapılacak çeviri süresinin uzunluğunu, orada Joyce’un yaşadığı yerlerde, Joyce uzmanlarıyla çevrelenmiş bir ortamda yapıyor. Odak bu olunca da sürenin kısalmasını açıklayan bir durum ortaya çıkıyor. 

Yiğit Bener: Bu süre tartışması bana biraz tuhaf geliyor açıkçası. Ben ilk romanımı dokuz senede yazdım ama o romanı bir çevirmen dokuz senede çevirirse, ben o çevirmenin iyi bir çevirmen olmadığına kanaat getiririm. Yazma süreciyle çevirme süreci aynı şey değil. Yazarın yaratım süreci bu. Çevirirken çevirmen iki-üç senede çevirdi ki bu bence çok uzundu, altı ayda bile çevrilebilirdi.

Cansu Canseven: Bu metinden mi bahsediyorsunuz?

Yiğit Bener: Kendi kitabımdan bahsediyorum. Ben Louis Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabını iki buçuk senede çevirdim. Ama o iki buçuk senenin bütünündeki çalışmam ve yoğunlaşmam aynı değildi ki. Mesela ilk altı ay, esas olarak Céline’in o kitaptaki dilini ve üslubunu nasıl yarattığını, nasıl inşa ettiğini anlamak üzere okumalarla geçirdim. Ondan sonra fiilen çeviriye başladım. İlk başlarda o dili ve üslubu yaratıncaya kadar çok zorlandım. Diyelim ki üç ayda o ilk 50 sayfayı çevirinceye kadar uğraştım. Sonra belki son dört, beş ayda ondan önceki aylarda hiçbir zaman tutturamadığım bir tempoda çalışabildim. Başka işlerim yoktu, ona odaklanmıştım. Yani süreyle filan ilgisi yok bunların aslında. Türkiye’de maalesef hep böyle şekilsel şeyler tartışılıyor, çok saçma bir kaygı bence.

Kaya Genç: Tanpınar’ın meşhur lafı vardır ya hani, “Türkiye çocuklarına kendisinden başka bir şeyle ilgilenme imkânı vermiyor.” Mesela ben de Gezi sırasında Tom McCharty’nin C’sini çeviriyordum. Sonra Gezi başladı ve mesela günde üç sayfa çevirmek üzere bir düzen kurmuşsam, onu azalttım. Türkiye bir şekilde, çeviri işinde de akıl karıştırıyor. Ama yazarın şehrine gitmek, orada Joyce âlimleriyle çevrili bir yerde çeviri yapmak odaklanmayı artırıyor.

Cansu Canseven: İngilizcesinde de metin kurulurken aslında bu kadar yaratıcılığın yanında, yoğun bir anlam, çoklu katmanlar ve yaratıcı bir dil var. Yani Joyce'un Latinceyi, Fransızcayı, İngilizceyi, hepsini harmanladığı, aynı zamanda pek çok metni de bir araya getirdiği bir metin var. Müzik elbette hem Türkçesinde hem İngilizcesinde çok önemli bir unsur ama anlamsal olarak, diğer katmanlarda neler eksik kaldı, onlara bakabildiniz mi? Biraz önce nesnel kriterleri saydınız, orada kaynak metinle çeviri kıyasını yaparken bu soruları nasıl açıkladınız? Müzik elbette çok önemli, belki bunu şiir çevirisi bağlamında ayrıca tartışırız. Bütün anlamdan vazgeçip ritme ve müziğe mi önem verelim?

Yiğit Bener: Heptameron diye bir kitap çıktı, onu okudunuz mu? Kırmızı Kedi Yayınları’ndan, Enis Batur’un editörlüğünde hazırlandı. Şiir çevirisi üzerine bir kitap, ben de hazırlayanlardan biriyim. Ömer Hayyam’ın bir dizesinden yola çıkarak şiir çevrilebilir mi diye tartıştık. Konuyla ilgilendiğiniz için hoşunuza gidecek bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Cansu Canseven: Teşekkür ediyorum, alacağım kitabı. Burada da o kriter sizin için ne kadar önemliydi, onu merak ediyorum. Sevimay’ın metninde kaynak metindeki müzik var diyorsunuz, anlamlar ne kadar var? Göndermelerden, anlam katmanlarından ne kadar taviz verebiliriz, ne kadar vazgeçebiliriz, neye öncelik vermeliyiz? Bir cesaret işi bu aynı zamanda. Bir yaratım işi bir yandan da. Çevirideki kazanımlar ve kayıpları düşündüğümüzde buradaki kayıplar nelerdir?

Kaya Genç: Olay örgüsü de var tabii metinde. Zaten kitabın sonunda çevirmen kitabın özetini koymuş, ne olup bittiğini anlatmış kısaca. Birincisi olay örgüsüne hâkim, neler olup bittiğinin çok farkında. Bir de o referansları yaparken de mesela tekrar eden bazı bölümler var metinde, Ulysses’te de vardır. Onları kontrol etmek gerekiyor, onlar yeniden ortaya çıktığında aynı şekilde mi çevrilmiş? Onun o referansı yaptığına çevirmen uyanmış ve bir daha çıktığında da o referansı yaptığını hatırlıyor mu? Pek çok kriter var. Ama bir yandan da tabii metnin, Finnegans Wake olması, biraz önce saydığımız kontrol listesindeki maddeleri ne ölçüde sağlayabildiğine dair bir sonuca varmayı zorluyor. Standart bir anda çok yükseliyor. Hristiyan mitolojisine atıf yapan kısa bir kitapta kontrol edeceğiniz şeyden daha fazla kontrol etmeniz gereken şey ortaya çıkıyor. Ama ilginç olan şey şu; bu kitabın yakın zaman sonra bir-iki çevirisi daha çıkacak, bu sefer de o çeviriler arasında karşılaştırmalı bir okuma yapma imkânı doğacak.

Sibel Oral: K24’te geçen yıl, Armağan Ekici’nin mevcut iki çeviriyi karşılaştırdığı bir yazı yayınladık. Burada tablo şeklinde karşılaştırdığı bir incelemeydi. Bu metin üzerine düşünürken, çalışma yaparken bu yazıya bakma şansınız oldu mu?

Kaya Genç: Armağan benim komşumdu aslında Amsterdam’da. Ben Joyce üzerine çalışırken o da sanırım Ulysses’i çeviriyordu. Bir Joyce çevirmeninin Ulysses’e bakışıyla, sonuçta bizim aramızda Joyce çevirmeni yok, daha önce Finnegans çevirme deneyimine sahip değiliz ya da o deneyimi bu jüri süresince elde edemezdik. O yüzden Armağan’ın yaptığı gibi bir tablo yapmak ya da başka bir şeyle karşılaştırmak gibi bir imkânımız yoktu.

Cansu Canseven: Bu incelemeyi okuyabildiniz mi?

Kaya Genç: Evet, o yazıyı okumuştum. Ve de birden fazla çeviri olması, Armağan gibi Joyce çevirme deneyiminden gelmiş birinin yine karşılaştırma yapmasına da bir imkân tanıyacak. Önemli bir şey bir noktada. Karşılaştırmalı çeviriler dönemindeyiz.

Cansu Canseven: Başta konuştuğumuz konu vardı ya, bir kitabın mevcut başka bir çevirisi varsa, finale kalan çeviriyi değerlendirirken diğer çeviriye de bakmak. Umur Çelikyay’ın çevirisinin bir kısmı 2015’te yayımlandı...

Kaya Genç: Ama o tam bir çeviri değildi. Biz sadece tam çevirileri değerlendirmeye alıyoruz.

Yiğit Bener: Biz Çelikyay’ın çevirisini değerlendirmeye almamıştık.

Cansu Canseven: Başvuran metinler ve/ veya kabul edilen metinler arasında olmasa bile en azından iki metni karşılaştırma fırsatınız oldu mu?

Kaya Genç: Bizim referans metnimiz orijinal metin. Çevirilere bakmaya başladığımızda bu sefer kafamızda cevap vermeye çalıştığımız soru şu olacak: “Onun kadar iyi çevirmiş mi?” ya da “Ondan ne kadar değişik çevirmiş?”

Cansu Canseven: Aslında bu da önemli değil mi? Sonuç olarak bu çeviri ödülü, iyi bir çevirmene, iyi bir çeviri için veriliyor. Kıyas yapıldığında diğerinden daha iyi metin varsa elimizde...

Yiğit Bener: Şöyle bir şey var. Biz bu ödül için başvurular içindeki en iyi metni değerlendiriyoruz. Öbürü başvurmuş değil, başvurmadığı için değerlendiremiyoruz. Şöyle olsaydı, iki Finnegans Wake çevirisi de aynı yıl çıksaydı ve başvursaydı, o zaman tabii ki kıyaslanırdı. Ama biri bu sene geldi, öbürü ertesi sene geldi.

Biz tabii ki yazara sadık olmak zorundayız. Ama sadık olmak her zaman birebir kelimelere uymak değil. İyi bir edebiyat metninin birden çok katmanı vardır ve bu her bir katmanın aynı derecede aktarılması çoğu zaman imkânsızdır çünkü diller ve kültürler farklı. O zaman bazı kayıplar da, bazı kazanımlar da oluyor.

Doğan Hızlan: Evet, çevirmenler arasında fark da oluyor.

Yiğit Bener: Bu bir denge. Kimi çevirmen şu katmanı feda etmeyi seçebilir, öbür çevirmen bu katmanı feda etmeyi seçebilir. Bütününde gene de o eserin bütünü, bütün katmanları bir şekilde verilebiliyor. Mesela şiir çevrilemez tartışmasında benim savunduğum görüş şöyleydi; şiir aslında diğer eserler gibi çevrilemez çünkü şiirde de çok katman var ama o katmanlar bazen tek kelimeyle çıkıyor ortaya. Tek kelimede ben oynayamam çevirmen olarak ama bir paragrafta, romanda, eserin bütününde oynayabilirim. Diyelim ki eserde sürekli mizahi kelime oyunları yapmış. Türkçe karşılığı olmayabiliyor kelime oyununun ama ben başka yerde benzer bir kelime oyunu yapabiliyorsam eserin bütününde o üslubu yansıtmış olurum. O zaman bir kelime oyununu kaçırsam bile -dilin imkânı olmadığı için- hemen bir cümle sonra yapılan benzer bir kelime oyunu okurda aynı duyguyu yaratabilir. Ama şiirde yapamıyorum bunu. Tabii bu benim görüşüm.

Doğan Hızlan: Aslında bence çeviri şu: Çevirdiğin türü de, çevirdiğin kişiyi de iyi bileceksin, o zaman sen de ona çeşitleme, varyasyonlar yapabileceksin.

Yiğit Bener: Ama sadık olmak için. Keyfine göre değil.

Doğan Hızlan: En basiti, herkesin söylediği, oturur aydınlar bir arada şarkı söyler, hepsi ama. Şu şarkıyı söylerler: “Gül yüzlülerin şevkine gel, nuş edelim mey.” Bir şarkı bu. Bunun üçüncü kıtasının üçüncü dizesi şöyledir: “Daire semai tutarak ney meye söyler, ne der.” Nedir bu? Dinleyen ne anlıyor bundan şimdi? Türk musikisini bilmiyorsa ne anlıyor? Burada “daire”, tef anlamında. Şarkının da usülü semai. Aslında burada o kadar güzel bir gönderme yapıyor ki Mustafa Efendi. Tanpınar’ın da, benim de çok sevdiğim bir bestecidir. Burada daire tempo tutuyor, tef semai temposunu tutuyor, bu ikisi arasında ney’in sohbeti var.

Yiğit Bener: Mesela benim yazdığım roman Fransızcaya çevrilirken, bir yerde 12 Eylül dönemini anlatırken “Eee zaten netekim, kelleler de uçmuştu” diyor. Böyle bir cümle var. Buradaki “netekim”i nasıl çevireceksin mesela? Fransızcada yok öyle bir şey. Ama öyle bir şey yapmalı ki kelle uçuran, darbeci generale gönderme yapıyorum. İki yol var: Ya dipnot koyacaksınız ve açıklayacaksınız ya da “Darbeci generalimizin de dediği gibi kelleler de uçmuştu.” İkincisi gibi olursa benim “netekim” kelime oyunum gidiyor, e gitsin. N’apalım? Ben onu niye koyuyorum oraya, Türkçe okuyan insan kimi kastettiğimi anlasın diye.

Kaya Genç: Ya da başka bir diktatörün Fransızca söylemini kullanacak mesela.

Cansu Canseven: O zaman da kültürel bir kayıp söz konusu olur ama. Türkiye’den uzaklaşır metin.

Yiğit Bener: Birebir bir karşılığı yok. Bir başka örnek daha vereyim. Benim çevirdiğim bir metinde sahtekâr bir papaz vardı, diğer karakter de buna “Yok, yemezler, her zaman aynı kazığı yemem” minvalinde bir şey diyor ama bunu argo bir deyimle söylüyor. Türkçesini yaparken aklıma papazların söz konusu olduğu iki çok güzel deyim geliyor: “Papaz her zaman pilav yemez” ve “Ağır ol da molla desinler.” Tam o deyimi karşılıyor bunlar. Ama ikincisini seçersem papaza molla demiş olurum, kültür kayması olur. Ne yaptım? “Ağır ol!” dedim sadece. “... molla desinler”i yazmadım ama o Türkçeden okuyan okurun kulağına gelecektir zaten. Çevirmen böyle çözümler bulmalıdır. Çeviri aslında karşınızdaki edebî soruna çözüm bulmaktır. Çevirmenin başarısı nedir? Metni anlamışsa, bütün katmanlarını anlamışsa -ki Fuat Bey’in anladığı ortada, sırf o sonsözü okuduğunuzda bile anladığını görüyorsunuz- onlara çözümler buluyorsunuz. Bunlara bir başka çevirmen daha iyi çözümler bulabilir ama diyelim ki bin seçimden, 800 tanesini iyi yapmış, 200 tanesine de öbürü daha iyi karşılık bulmuş, o 200 şeyle mi yargılayacağız, yoksa bütününe mi bakacağız? O tablo yönteminin tehlikesi orada; cımbızla çekiyorsunuz, bir yerde birisinin daha iyi karşılık bulduğunu söylüyorsunuz.

Kaya Genç: Böyle bir tartışmanın çıkması da güzel bir şey ayrıca.

Yiğit Bener: Şunu da söyleyeyim, bu tercihler illa oybirliğiyle yapılmış olmayabilir. Başka bir tercih yapmış olanlar bile bu tercihin sonuna kadar arkasında durabiliyor, bu jürinin güzelliği o. Çünkü oturup tartışabiliyoruz hakikaten. Diyelim ben başka bir kitabı tercih etmiş olabilirim ama ödülün bu kitaba verilmesini de savunabilirim çünkü belli kriterler getiriyoruz zaten. O kriterlere aykırı hiçbir kitap yok. Ama o kriterleri tutan üç kitap içinde tercihlerimiz farklılık gösterebilir. Ben Finnegans Wake’i Kaya gibi değerlendiremem çünkü onu İngilizcesinden okuyamam. Kaya’nın değerlendirmesine güvenirken de ona sorular soruyorum. Benim aklıma takılan kriterlerin karşılanıp karşılanmadığını öğrenmek istiyorum. Kriter karşılanmadıysa o kitabı savunmakta zorlanabilirim.

Cansu Canseven: Yayımlanmış bir çeviriye ödül vermenin de aslında sorunlu tarafları var gibi geliyor bana. Zira bu yayımlanmış metin, aslında ham hâlinin iki ya da üç okumadan sonraki hâli oluyor ya, bunu hiç aklınızın bir köşesinde tuttuğunuz oluyor mu? Bunu değerlendirmek çok zor tabii, editoryal müdahaleyi kestirmek kolay değil. Bunun tersini düşünmek de mümkün. Aslı Biçen de geçen hafta Twitter’dan bir şikâyetini dile getirdi mesela. Aslı Biçen çeviriyi teslim ettikten sonra redaksiyonda yapılan değişiklikler kendisine bildirilmemiş ve buna hâliyle kızmış. Olur da Aslı Biçen’in o çevirisi değerlendirmeye alınırsa mesela, oradaki bazı kararlar aslında Aslı Biçen’in değil de redaksiyonu yapan kişinin olacak ve Aslı Biçen de onları doğru kabul etmeyecek belki.

Kaya Genç: Biz sonuçta ödülü metnin son hâline; editörün, redaktörün elinden geçmiş hâline veriyoruz. Onun yüzde kaçı çevirmendir, yüzde kaçı editördür, yüzde kaçı redaktördür, bunu bilmek çok kolay değil.

Yiğit Bener: Bu söylediğiniz telif eserler için de geçerli, onları da bir sürü insan okuyor. Benim eserlerimi, benim yakın yazar arkadaşlarımdan gönüllü olanların hepsi okur. Ayşe Sarısayın’ın, Birsen Ferahlı’nın emeği vardır. Onlarınkinde de benim emeğim vardır. Ben Hüsnü Arkan’ın metnini okurum, o benimkini okur ve birbirimize bir sürü laf ederiz. Bazen öyle hayatî laflar ederiz ki hakikaten onun katkısı olmasaydı hiç olmuştu. Gecenin Sonuna Yolculuk benim yaptığım en mükemmel çeviri, herkes çok beğendi, ödüller aldı filan ama onu babam da okudu, Vüs'at O. Bener de okudu. Şimdi Vüs’at O. Bener ne kadarına müdahale etti onun, belki on kelime katkısı oldu, şimdi kitabı ben çevirmedim de o mu çevirdi? Ya da editör Orçun Türkay, uzunca bir paragraf vardı mesela metnin bir yerinde, çok karmaşık bir uzun cümle var paragrafın başında ve sonunda. Ortada da kısacık cümleyi atlamışım, diğer ikisine odaklandığım için. Orçun gördü onu satır satır baktığı için, o olmasaydı eksik cümleyle çıkacaktı. Şimdi ben Orçun’un hakkını nasıl veririm? Ama ödülü ben aldım tabii çünkü çeviriyi ben yaptım. Benim izin vermediğim hiçbir değişiklik de yapılmadı.

Cansu Canseven: Ama siz müdahaleyi görüyorsunuz.

Yiğit Bener: Oraya geleceğim. Bir kere çeviri için, telif için farkı yok aslında bunun. Ayılıp bayıldığımız birçok edebî metne de bir sürü redaktör müdahale ediyor, yayınevi müdahale ediyor. Bazen yazarın, hele hele gençse yazar ve çok tanınmış biri değilse, metnine pekâlâ paldırküldür de müdahale ediliyor. Bazen iyileştirmek için, bazen kötüleştirmek için. Bu yurt dışında da yapılıyor, orada da editörle çalışıyorlar, editör bir sürü müdahalede bulunuyor. Hatta onu şöyle yazma da böyle yaz diye karışanlar var. Hatta yurt dışına şimdi bir de daha kötüsü, ahlak editörleri gelmiş, yakında bize de gelir. Siyasal açıdan (politically) caiz olmayan yer olup olmadığına bakıyormuş bu ahlak editörleri. İş buraya, sansüre doğru gidiyor, orası kötü. Kısacası bizim için kimin imzasıyla çıktığı önemli. Gelelim diğer meseleye. Ben çevirmen olarak konuşuyorum şimdi. Benim ilk yaptığım çeviri için geri dönüşü bekliyorum, aradan epey zaman geçti, ses seda yok. Ben de henüz toyum, ilk kez bir çevirim yayımlanacak, kitapçılarda gezerken bir baktım, kitabı gördüm, basıldığından haberim yok benim. Benim çevirim deyip elime aldım hemen, kitabı açtım ve şöyle bir cümle gördüm. Hikâye Fransa’da geçiyor, bir kovboy filmi seyrediyorlar, iki kovboy dağ başında oturmuşlar, “bacon”lı yumurta yiyorlar ve buradaki “bacon”lı yumurta, Türkçeye “pastırma” diye çevrilmiş. “Domuz pastırması” dese hadi neyse ama “pastırma” demiş, olacak iş mi? Amerika’da 1950’lerde kovboy nasıl pastırma yer? Ben de o an çıldırdım, elimdeki kitabı fırlattım, bir daha da açıp bakmadım. Çünkü benim metnime, bana sormadan müdahale etmişler.

Kaya Genç: Kitapçı da şaşırmıştır.

Yiğit Bener: Şaşırdı, anlayamadı. Sonra parasını ödedim tabii. Bilmem ne kadar zaman sonra lütfetti de yayınevi bana teslim edebildi. O arada ne olmuş, benim editörlüğümü yapan kişi yayınevinden ayrılmış da bana haber vermeyi unutmuş filan, olabilir. Ama sonuçta korkunç bir saygısızlık. Ben o gün bugündür, bütün çeviri sözleşmelerine “Benim iznim olmadan virgül dahi değiştiremezsiniz” maddesi koyuyorum. Çevirmenler de haklarını korusunlar, bu maddeyi koydurtsunlar. Çevirmenler Birliği’nin önerdiği sözleşmelerde de bu var, çevirmenler haklarını koruyacak, tıpkı yazar gibi. Hiçbir yayınevi benim metnime beni ikna etmeden müdahale edemez. Olur da benim çevirimi beğenmez ya da öyle şeyler önerir ki onları da ben kabul etmek istemem, çevirimi çekerim, paramı da alamam, olan da bana olur ama kimse metnine müdahale ettirmemeli. O çevirmenin kendi haklarını koruması lazım, ya tek başına ya da örgütlenerek. Dolayısıyla biz böyle bir müdahale olmuştur düşüncesiyle hareket edemeyiz jüri üyesi olarak. O metnin iyileştirilmesine editörler katkıda bulunmuşsa bulunmuştur. Her yayımlanan metne birileri katkıda bulunuyor. Sonuç olarak, bir şey üretiyorsunuz, birileri gelip fikir verecek. Ben ilk kitabımı yayımladığımda karşımda amcam ve babam gibi, Türk edebiyatının iki büyük devi vardı. Onların da her söylediklerini kabul mü ediyordum? Yooo, aklıma yatarsa kabul ederim, aklıma yatmazsa kabul etmem.

Fuat Sevimay diyelim ki o metni 25 bin kişiye okutmuş olsun, her biri çok iyi çevirmen olsun ve onların her biri birer cümle katmış olsun. Dolayısıyla o cümlelerin, çevirilerin içinde Fuat Sevimay’ın yapmış olduğu hiçbir cümle kalmamış olsa dahi sonuçta o onaylamışsa o cümleleri ve onun imzasıyla çıkıyorsa çeviri onundur. Biz öyle bakmak zorundayız. Ama hiçbir yayınevi tercümanın onayı olmadan virgül dahi değiştirmemelidir metinde çünkü onun imzasıyla çıkıyor, sorumluluk çevirmendedir. Ama öneri yapabilir yayınevi eğer iyi bir redaktörü varsa. 

Kaya Genç: Bir de tarihselliği var aslında. İlk ödülü Metis Yayınları’na, Georges Perec çevirisine verdik. Georges Perec ve Metis’in bizim o ödülü verdiğimiz çeviriden öncesinde de bir tarihi var. Perec çevirisi yayımlamanın, Perec kapağı yapmanın. Joyce da sonuçta aynı, sadece bir çevirmene ve onun bilgisayardaki word dosyasına vermiyoruz. Türkiye’de evrilerek bu hâle gelmiş, Joyce çevirmek işinin ulaştığı noktaya veriyor. İşi böyle çok bireysel ve yalıtılmış olarak değil, aslında o tarihsel bağlantılarıyla birlikte görmek lazım. Biz tek bir metni incelesek de aslında tek bir dile ya da tek bir kitaba ödül vermenin de ötesinde o çabanın da yazara karşı, Türkiye yayın dünyasında gösterilen yayımlama çabasının kendisine de vermiş oluyoruz.

Yiğit Bener: Perec’te mesela yazarın o metnini ben daha önce okumamıştım. O vesileyle okumuş oldum.

Sibel Oral: Ben siz okumuşsunuzdur diye düşünmüştüm.

Yiğit Bener: Çevirmeni tanımıyordum ama sonra keşfettim ki o da Heybeliada’daymış. Şu da var, Metis Yayınevi bizim çok sevdiğimiz bir yayınevi, çok iyi çevirmenlerle çok titiz iş yaparlar. Ama hatırlarsınız, ödülü verirken eleştirdik. Çevirmenin adını kapağa koymadıkları için. Bu ödülün esas amacı ne diye soracak olursanız İKSV’ye, gerçekten Talât Sait Halman adından yola çıkarak, onun çevirmen kimliğinden yola çıkarak böyle bir ödül koymuşlar. Bildiğim kadarıyla bir de Dünya Kitap Çeviri Ödülü var.

Sibel Oral: Ödül tamam ama çeviri de genel anlamda karşılığını bulmuyor emek açısından.

Yiğit Bener: Ne maddi olarak ne manevi olarak bu emeğin karşılığı yok maalesef. Olmadığı için de çok kötü çeviriler çıkabiliyor, yayınevi de umursamıyor çünkü bir kitabı 1000 bassa, 600 satsa kârda. Çok kötü çıkan çevirilerin yanında çok iyi çeviriler de çıkıyor. Çevirmenin emeğinin görünebilir hâle gelmesi, hiç de yabana atılamayacak bir para ödülüyle ödüllendirilmesi, özendirilmesi, dikkat çekilmesi edebiyata ve çevirmenlere çok ciddi bir hizmet.

Biz de buna layık olmak için kılı kırk yarıyoruz. Çevirmenin emeğinin önemini anlatmaya çalışıyoruz. Jürideki yazar ve çevirmen olarak işlevimiz o. Çevirmen olmasa edebiyat olmaz, yabancı dildeki edebiyatı okuyamayız. Ben mesela Türkçe dışındaki eserleri Fransızcasından okuyorum ama bu vesileyle gördüm ki Türkçede hakikaten başka dillerden çok iyi çeviriler de çıkıyor. Ödül veremediğimize üzüldüğümüz çok sayıda eser de var. Sadece finalistler arasında değil. Diyelim öyle bir eser ki çevirisi dört dörtlük ama metin, Finnegans Wake’i çevirmeye kıyasla daha az beceri isteyen bir metin. Ama çeviri dört dörtlük, o çevirmen hakikaten o yazarın okunması için çok iyi bir iş başarmış, Türkçesi mükemmel, o metnin bütün zorluklarını aşmayı başarmış, bir eser çıkartmış. Pekâlâ ödül alabilirdi aslında ama karşısında aynı işi o kadar yapmış ama üstelik çok daha zor bir metinle yapmış biri olunca kaybediyor. Ama bizim gönlümüzde o da kazandı. Ben gördüm ki her seferinde de onu söylüyoruz. Diyelim ki 47 kitap geldiyse 47'si değil tabii, bazıları bir editör bunu nasıl atlamış dediğimiz eserler. Bir tanesinde hele her satırında hata vardı, ilk beş sayfasının her satırı hata doluydu, sonra okumaya devam ettim böyle devam ediyor mu diye bakmak için. Her sayfada hata vardı mesela. Kötü çevirinin de en kötüsünü gördük. Ama başka kitaplarla yarışacak olsa ödül alabilecek iyi eser de geçti elimize, bu da sevindirici. Ve o çevirmenler hakikaten doğru dürüst para almıyorlar; çeviriyorsunuz kitabı, teslim ediyorsunuz, yayımlandıktan dört ay sonra paranızı alıyorsunuz.

Kaya Genç: Öldüklerinde de mesela durum aynı. Geçenlerde Tektaş Ağaoğlu öldü. Baktım, hakkında birkaç köşe yazısı çıktı. Aydın Engin yazdı, birkaç arkadaşı yazdı ama Dickens çevirmiş, The Pickwick Papers’ı çevirmiş, böyle önemli işlerin altına girmiş biri ve insan üzülüyor.

Yiğit Bener: Bizim jüri üyemiz Ahmet Cemal öldü, arkadaşımız. Beraber çalıştık ilk iki sene, öldü gitti. Arkasından üç beş yazı yazıldı, sonra unutuldu gitti.

Kaya Genç: İngiliz gazetelerini mesela açıyorsunuz, dün hangi büyük insan hakkında uzun bir yazı çıkmış, görüyorsunuz. Biz o konuda başarısızız. Çevirmenlere karşı özellikle de. Geriye küçük biyografileri kalıyor.

Nilay Kartal: Metis ne yazık ki hâlâ çevirmenin adını kapağa koymuyor, bunu da söylemiş olayım. Ben çok çaba gösterdim. Bir yıl sonra yeniden yazıştım ama konu bir şekilde kapatılıyor. Koymayacaklarına dair bir ret de almadım ama. Bizim aslında çeviri dünyasına katkı sağlamak, çevirmenlere destek olmak gibi bir amacımız da var ama herhangi bir cevap da vermiyorlar, konu öyle kapandı. O benim hâlâ içimde bir dert.

Yiğit Bener: Oradaki zihniyet çevirmenin adını yazacaksak editörü de yazalım, kapağı yapanı da yazalım, onların emeğini atlamayalım. Ama aynı nitelikte emek değil ki. Metni yazan kişi çevirmen aslında. Yazarla üç aşağı beş yukarı eşit anılması lazım adı.

Cansu Canseven: Bu bilinç çevirmenlerde de çok fazla yok ama. Ben ödül alan Siren İdemen’le de bir söyleşi yapmıştım ve bu konuyu sormuştum. Bana çevirmenin adının kitabın dış kapağında yer alması kendisine açıkçası gerekli gelmediği gibi fazla da geldiğini söylemişti.

Yiğit Bener: Tabii burada içselleştirilmiş bir çaresizlik de var. Edebiyat dünyası, yayın dünyası o kadar az önem veriyor ki çevirmene, iddialı olurlarsa bu sefer ters tepecek korkusu var. Bir de çevirmenler hakikaten mütevazı insanlar çünkü bütün emeklerini, yeteneklerini, becerilerini bir başkasının eserinin hizmetine sunan insanlar. Çeviri eyleminin kendisinde bir tevazu var. Çevirmenin işi tevazu. O kadar becerikli, iki dil biliyor ve onu başkasının hizmetine sunuyor, başkasının eseri okunabilsin diye emek veriyor. O tevazudan ötürü tavır da bu olunca pek bir şey yapamıyorlar. Ahmet Cemal “Ben çeviri yaparken o yazarla eşdeğer bir metin üretmeye çalışırım” diyor. “Eşdeğer olmamışsa ben kendimi işimi yapmamış sayarım” diyor. Doğrusu budur çünkü eşdeğer metin üretirseniz çevirinin tadına varacaksınız. Eşdeğer metin üretince de eşdeğer yazar olmuş oluyorsunuz. Hikâye yazardan tamam ama dil sizden. O yüzden diyorum, Finnegans Wake’i başkası çevirdiği zaman o da çok iyi bir çeviri, daha iyi bir çeviri olabilir ama bunun bu sene ödül alması gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Çünkü bu, bu sene ödül alabilecek güzellikte, yaratıcılıkta bir çeviri yapmış ve bu sene gelenlerin içinde başka iyi adayların arasında -üç tane de hakikaten çok iyi metin vardı- pekâlâ ödül alabilecek başka eserler de vardı. Hakikaten bu kitaba verdiğimize sevindik ama diğerlerine veremediğimize de üzüldüm, hepimiz için geçerli bu sanırım. Ama buna rağmen aldı. İşte başka biri daha iyi çevirir, daha iyisinin ölçüsü nedir bilmiyorum, ama bu kadar iyi çevirirse çevirsin. Sonraki yıllarda o da ödül alabilir. Gerçi, çevrilmemiş bu kadar eser varken çevrilmiş bir şeyi kırk kere, elli kere çevirmeye gerek var mı, o da ayrı bir şey. Ama bunu hepimiz yapabiliyoruz, ben de 39 kere çevrilmiş Küçük prens’in 40. çevirisini yaptım. Çünkü bu aynı zamanda bir tutku.

 

 

Editörün Notu: Kitabın Fuat Sevimay tarafından çeviri sürecinin anlatıldığı yazısını buradan, Armağan Ekici'nin hem Joyce'un metnine hem de çevirilere ilişkin karışılaştırmalı kritik yazısını buradan, aynı metnin iki cildini yayımlayıp üçüncü cildini çeviren Umur Çelikyay'ın çeviriye dair olan söyleşisini buradan okuyabilirsiniz. 
Cansu Canseven'in Talât Sait Halman Ödülü'nin geçen yılki kazananları ile yaptığı çeviri söyleşileri ise bu linklerde: Siren İdemen, Ahmet Arpad