Bu vatan kimin?

Rasul Hamzatov’un Benim Dağıstanım’ı, bizim vatanımız, hepimizin Dağıstan’ı...

11 Temmuz 2019 09:30

Benim Dağıstanım bana posta yoluyla yayımcısı Koyusiyah Yayıncılık tarafından gönderildi. Sıklıkla tanıtım yazısı yazan biri olmadığım için, yayınevlerinden bana pek kitap gelmez. Tek tük geldiğinde de gönderene teşekkür mesajımı yazar, göz atar, okur ya da kitaplığıma kaldırırım. Mızağe’den sevgili dostum Kuban Kural, Koyusiyah’ın bu kitabı bana yollamak istediğini söyleyince de, çok üstünde durmamıştım. Rasul Hamzatov pek tanıdık gelmiyordu (ciddi bir cehalet) ve Benim Dağıstanım başlığı da pek çekici gelmemişti (bildiğin, kendini bilmezlik). Evet, Çerkesler ve Kuzey Kafkasyalılar olarak kayıp vatanın önemini, acısını biliyoruz, anısı kimliğimizin önemli unsuru ama Türkiye’mizdeki vatan edebiyatı üzerinden de vatan, memleket lafları biraz bezginlik vermiyor, gözlerimizi devirmemize yol açmıyor değil. Bütün bunlar bir yana, kitap elime ulaştığında 448 sayfa olduğunu görmek de, “tamam, hemen bir göz atayım, sonra da dolup taşan kütüphane raflarında bir yer ayarlamaya çalışayım” dedirtiverdi. Çok da iş var, ne yapayım?

Derkeeennn, işler tavsadı ve kitap elden bırakılamadan okunup tamamlandı. Doğrusu, bu öyle keyifle okunan, o kadar ilginç bir kitap ki, hakkında yazmak bile biraz zor, bir parça zül geliyor. Şöyle diyesim var: “Benim Benim Dağıstanım bana, sizinki size. Kendi kitabınızı alın ve okuyun işte.” Ve ondan sonra da Rasul Hamzatov’un bol kullandığı bir Avar ya da Dağıstanlı ifadesiyle, “Vesselam, velkelam...”

Olmaz tabii. Hem ayıp, hem haynape! Hangi kimlikten baksan zor yani. Ancak çok keyifli ve tamamını okuduktan sonra, dönüp baştan okunabilecek ya da (çarnaçar) bahsedeceğim özel yapısı nedeniyle istediğiniz yerinden girilip yeniden okunabilecek bu kitap hakkında yazmak hiç kolay da değil. Benim Dağıstanım, 1923-2003 arasında yaşayan büyük Avar şairi Rasul Hamzatov’un özyaşamöyküsel bir Dağıstan anlatısı ve başlığın vaat ettiği üzere önümüze Hamzatov’un gözünden Dağıstan’ı getiriyor. Ancak bunun her ne şekilde yapılacağını düşünüyor olursanız olun, o kafanızdakine pek uymayan bir anlatıyla karşılaşacağınızı, dünya dilleri ve edebiyatlarında yapısı üzerinden insana şaşkınlık veren az sayıdaki kitaptan birini okumaya başlayacağınızı unutmamalısınız. Şimdilik şunu söyleyeyim: Hamzatov’un Benim Dağıstanım’ı son derece cool, son derece matrak, son derece karnavalesk, pek “düğün dernek” bir metin. Müsamere vatanseverliğinden ikrah getirmiş bir Türkiyeli olarak, ahir ömrümde vatansever bir metnin keyfine varmanın mutluluğu içindeyim. Hamzatov’un kitabının verdiği sermestiyle affınıza sığınarak, “bana böyle vatanseverliklerle gelin” diyeceğim.

Kitabı okuyanlar nasıl bir hazdan yola çıkarak böyle şeyler söylediğimi anlayacaktır. Okuyacak olanlar da sonra anlayacak. Ancak her şey bir yana, Benim Dağıstanım’la ilgili ciddi olarak konuşmak istediğim konu tam da bu söylediklerimle ilgili. Hamzatov’un kitabı kendi özyaşamöyküsü ile memleketinin tarihini birlikte ve belirli bir düzen içerisinde anlatmak üzere yazılmış, yekpare ve tek dilli, tek bilinçli bir kitap değil. Her dil ve kültürde yazabilecek, şu veya bu yetenekte edebiyatçı vatanseverlik ajitatörü tam da bunu yapardı. Filanca vatanın ne muhteşem bir tarihe ve coğrafyaya sahip olduğunu, bu durumdan etkilenerek ve zaman ile mekânın dehasını kendisinde mezcederek yazan öznenin bu vatanın özelliğini en benzersiz biçimde gören kişi olduğunu bize anlatırdı.

Aslında Hamzatov da tam olarak bunu yapıyor! Ama bu şekilde, bir çuval inciri berbat ederek, banalleşerek değil. Hamzatov Dağıstan’ını irili ufaklı epizotlarla, anekdotlarla, parça parça anlatıyor. Her bölümde okuru güldüren, düşündüren pek çok anı, halk hikâyesi, fıkra, atasözü, özdeyiş, Hamzatov’a veya halk geleneğine ait pek çok şiir arka arkaya geliyor ve tuhaf bir biçimde her bölüm kendi içerisinde bütünlenerek sona eriyor. Bu bütün içerisinden çok bilinçli, çok dilli bir vatan düşüncesi ve övgüsü akıp, son kertede Benim Dağıstanım vatan fikri ya da belki daha doğrusu, yerel kültür ve bu kültürün dünyada konumlanışı üzerine çok yönlü ve çok renkli bir düşünce kaynağı hâline geliyor. Abartılı konuşmak istemiyorum ama klasik olarak değerlendirilmeye, dünya edebiyatı denen şeyin içinde yer ayrılmaya hak kazanan bilge bir metin var önümüzde.

Bu noktaya kadar söylediklerimi özetlemek üzere, Benim Dağıstanım’ın benzeri pek çok kitapta anlatılan bir şeyi kendine özgü bir biçimde anlattığını belirtmeliyim. Dolayısıyla bu kitabın neyi anlattığına bakmak için öncelikle nasıl anlattığına bakmak gerekli. Nasıl anlatıyor sorusunu sorduğumda da, aklıma hep roman türünün en erken türlerinden olan iki metin geliyor. Birincisi Cervantes’in Don Kişot’u ve ikincisi Lawrence Sterne’ün 1759’da yayımlamaya giriştiği Tristram Shandy’si. Sterne’ün romanı, Shandy’nin hayat hikâyesini anlatacakmış gibi başlar ama 600 sayfa sonunda henüz Shandy dünyaya gelmeden sona erer. Orhan Pamuk yüzlerce yıl sonra 1999’da Türkçeye aktarılan bu romana yazdığı eğlenceli önsözde şunları söyler: “Özet: Hayat büyük kitaplarda anlatılanlara değil, şu elinizde tuttuğunuz kitabın yapısına benzer. Ama Dikkat: Hayat bu kitabın kendisine değil, yapısına benzer. Çünkü bu kitabın kendisi hiçbir şeyi sonuçlandırıp anlatmaz ve anlamlandırmaz aslında. Sonuç: Hayatın anlamı değil, bir yapısı vardır yalnızca.”

Benim Dağıstanım ile Tristram Shandy arasında kuşkusuz çok fark var. Ancak Hamzatov’un metni, özellikle yapı üzerinden bize ilginç bir düşünme yolu açıyor. Hamzatov, kitabın sonuna düştüğü notta “ne zaman yazmaya başladım, anımsamıyorum. Ama son noktayı 25 Eylül 1970’te koydum” der. Kitabın en başında, ilk bölümde de, ilk satırları 35 yaşındayken, yani 1958’te yazdığını söyler. Demek 12 yıl... Ancak önemli bir Avar ve Sovyet şairi olan Hamzat Tsadasa’nın oğlu olarak, neredeyse çocuk yaşta şiir yazmaya ve yayımlamaya başlamıştır. Hamzatov’un şiir kitapları en baştan itibaren Dağıstan’la doludur. Dolayısıyla Hamzatov, bir “benim Dağıstanım” projesini çok erken hayal etmeye başlamış ve malzeme toplamaya girişmiş olsa gerektir. Nitekim kitapta anlattığı bir anıda, bir sarhoş dostunun otelde sigarasını Hamzatov’un bavulunda söndürmeye kalkışıp başaramaması ve bu izmaritten çıkan yangında otel odası ve bavulun içindeki “Benim Dağıstanım” notlarının yandığını okuruz. Demek ki, kitap birden çok kere yazılmıştır.

Kitabın çok çarpıcı bir özelliği daha mevcuttur: Benim Dağıstanım, tıpkı Don Kişot gibi iki kitaptan oluşur. Koyusiyah’tan çıkan ve Mazlum Beyhan’ın 1984’te Rusçadan yaptığı çevirinin ikinci baskısı olan metnin 249. sayfasında ilk kitabı sona erdirir:

Bu kitap da burada böylece bitiyor. Sıcak bir yaz günü başlamıştım yazmaya kitabımı; şimdiyse, güz, havalar iyiden iyiye soğudu. Köyümde başlamıştım yazmaya, kalabalık, büyük bir kentte koyuyorum son noktayı. Sabahın çok erken bir saatiydi ilk satırım karda gezen kara kedi gibi ak kâğıt üzerinde göründüğünde; şimdiyse gece yarısı, kentte hemen bütün ışıklar söndü.

Uzun bir yolculuktan dönüyorum. Köyümün sınırında atımdan indim; uzun, kıvrım kıvrım yol boyunca, atım yedeğimde, yürüyorum. Şimdi yapılacak en iyi iş, atın eyerini çıkarmak ve boynuna iki kez vurup onu dilediğince yayılması için engin çayırlara salmak.

Bana gelince, geçip ocağın karşısına oturmak ve bir cigara yakmak istiyorum. Derler ki, Tanrı da yakınlarına eğitici, öğretici öykülerinden birini anlattıktan sonra bir cigara yakarmış. Yakar ve dumanı derin derin içine çekip düşünürmüş.

Biz de düşünelim bakalım. Her yol mutlu sonlanmaz. Her yeni kitap başarıya ulaşmaz. Yeni şafakta yeni bir kitaba başlayacağım; yeni bir yolculuk var önümde.

Ama şu an yol yorgunuyum. Yamçımın içinde sağdan sola dönüyorum, en rahat konumu alıp, uyuyorum. İyi geceler, iyi insanlar! Barışçıl başlamıştık, barışçıl bitirdik. Vesselam, velkelam.

Amin!

Anlatıcı, sabahla birlikte yeni bir kitaba başlayacağını söyler ama Benim Dağıstanım’ı noktalamakta gibidir. Oysa sayfayı çevirdiğimizde, “İkinci Kitap”ın başlangıcıyla karşılaşırız. Metnin tamamında, özellikle bölüm açılışlarında görülen epigraflar burada da mevcuttur ama ilk kitaptan daha farklı bir kitapla karşılaşacağımızı haber veren birbiriyle bağlantılı iki epigraf görürüz burada. Birinci epigraf 1841’de çarlığa karşı direnişin önderliğini yapan İmam (Şeyh) Şamil’e ait bir sözdür: “Küçük halklara büyük hançerler gereklidir.” Hemen altında, Hamzatov’un baba dostu ve Dağıstanlı halk şairi, Lak diliyle şiirler yazan, ilk kitapta bir Nasrettin Hoca gibi ortadan hiç eksilmeyen Abutalip’in pek diplomatça bir lafı gelir, 1941’de söylediği: “Küçük halklara büyük dostlar gereklidir.”

Bu noktadan sonra, ilk kitabın delifişek havası bir hâle yola girer, her şey pek düzgün anlatılmaya girişilir. İlk kitap bir Avar, bir Dağıstanlı ve Sovyetler Birliği vatandaşı bir komünist olan Hamzatov’un memleketiyle ilişkisini akla gelmesi en zor ve bazen haşarı bağlantılar üzerinden anlatırken, ikinci kitap ilk kitapta anlatılan her şeye daha efendi uslu bir Sovyet bakışı getiriyor gibidir. İlk kitapta Ruslara direnen Şamil ile devrime katılan, daha sonra anavatan için Almanlara karşı ölen Dağıstanlıların hikâyeleri uyum derdi olmadan yan yana anlatılırken, ikinci kitapta her şey bir nizam-intizam silsilesi içerisinde anlatılacaktır. İkinci kitap kötüdür diyemem ama ilk kitap kadar keyifli de değildir. İlk kitap olmasaydı ikinciyi tek başına okur muyduk, bundan da emin değilim. İlk kitabın verdiği hazzın ardından, ikinciyi okumak mümkün olur. Ancak ikinci kitap pek bir ayardan geçmiş havadadır. Başlıklara bakalım:

  • Baba ve anne, ateş ve su
  • Ev
  • Dağıstan’ın üç zenginliği
  • İnsan
  • Halk
  • Söz
  • Şarkı
  • Kitap

Bu kitabın kapanışına da bakalım:

Küçücük bir halkın büyük bir yazgısı oldu. Dağıstan’ın öyküsü daha bitmiyor. Sonu yok bu öykünün, olmayacak da. Bu sonsuzluğa kalacak altın kitapta benim de yazdığım bir sayfa bulunursa, kendimi dünyanın en mutlu insanı sayacağım. Kendi şarkımı söylüyorum sana, Dağıstan’ım, kabul et bu şarkıyı.

İnsanlar, Dağıstan’ım, ne verdilerse bana,

Dürüstlükle paylaşıyorum seninle bunları

Al şu kazandığım nişanları, al şu madalyaları

Tuttur yüce dağlarının doruklarına.

Coşkulu marşlar adıyorum sana

Sözler adıyorum: şiire dönüşmüş...

Tek ki ormanlarının yamçısını armağan et

Ve başı karlı dağlarının papağını, bana.

İşte böyle. Artık ayrılmamız gerek. Kısmetse yine görüşürüz. Vesselam, velkelam. (s. 447)

İlk kitabın kapanışından farklı gelmiyor mu size de? İlk kitabın bölüm başlıklarını da sıralayalım:

  • Önsöz yerine, genel olarak önsözler üzerine
  • Bu kitabın nasıl doğduğu ve nerede yazıldığı üzerine
  • Bu kitabın anlamı ve adı üzerine
  • Kitabın biçimi üzerine ve nasıl yazmalı bu kitabı
  • Dil
  • Konu
  • Tür
  • Biçem
  • Bu kitabın yapısı. “Konu”
  • Yetenek
  • Çalışmak
  • Gerçek, yüreklilik
  • Kuşku

Âdeta yazarlık üzerine bir kitap gibi, değil mi? Gerçekten de ilk kitap, kendi yazılışı ve unsurları üzerine bir sohbettir. Örneğin, önsözler üzerine olan ilk bölüm, kime ait olduğu belirtilmeyen iki dizelik bir epigrafla başlar: “Uyandığında yılan sokmuş gibi fırlama yatağından./ Önce bir düşün: gece ne düşler gördün” (s. 21) Epigrafın ardından, yukarıda alıntılanan birinci kitabın kapanışından anımsayacağınız Tanrı esprisinin başka bir çeşitlemesini görürüz: “Öyle sanıyorum ki; Tanrı da yakınlarına neşeli bir öykü anlatmaya ya da her zamanki öğütlerini vermeye başlamadan önce bir cigara yakar, ağır ağır içer ve düşünür.” (s. 21) Nitekim dört buçuk sayfalık bu bölüm önsözlerin gereklilik ve gereksizliği üzerine farklı söylemlerin bir araya gelmesiyle ilerleyecektir. Anlatıcı önsöz yazmakta olduğu için önsözler hakkında düşünür ve bu sırada aklı oradan oraya gider. Kâh dağlarındaki bir töreyi hatırlar, kâh Abutalip’in önsözler ve girizgâhlar üzerine matrak ama pek zekice sözlerini, kâh kendi geçmişinden alakalı bazı anıları, kâh babası Hamzat’ın düşüncelerini... Bu kısa önsöz şöyle biter:

BABAM SÖYLERDİ: Dağdan sürünün görünmesini bekleyen köylüler, önce hep önde giden keçinin boynuzunu, sonra keçinin kendisini, sonra da tüm sürüyü görürler.

Bir düğün ya da gömülme töreni olacağı zaman insanlar önce haberi kendilerine getiren ulağı görürler.

Köyde ulağı bekleyenler, önce atın kaldırdığı tozu, sonra atı, sonra da atlıyı görürler.

Avcının dönüşünü bekleyenler önce onun köpeğini görürler. (s. 25)

Sonra diğer bölüm başlar. Böylece biz hem Benim Dağıstanım’a giriş yapmış hem de önsözlerin kaçınılmazlığını düşünmüş oluruz. Ancak hepsinden önemlisi, hayata bir yazar olarak bakan Hamzatov, aslında her sözcüğüyle Dağıstan’dan, daha doğrusu zihninde oluşmuş vatanla ilgili hafızadan söz etmiş olur. Hamzatov kitabında kitabının oluşum öyküsünü anlatırken, bir yandan da Dağıstan’la şekillenen bilinci üzerinden bir vatan temsili yaratmaktadır. Hamzatov ne anlatsa, ne hatırlasa Dağıstan’la ilgisi olmaktadır. Bu duyguyu pek çok yazardan, mesela Orhan Pamuk’un İstanbul’la veya Paul Auster’ın New York’la ilişkisinden de biliriz. Vatan, memleket, mekân dünyaya bakış ve algılayışı belirlemektedir. Pamuk dünyaya İstanbullu, Auster New Yorklu ve Hamzatov Dağıstanlı (ve elbette doğduğu köy olan Tsadalı) olarak bakmakta, onu bu filtre aracılığıyla görmektedir.

Bu bakış devletlû bir kavram olan vatanı sivilleştirir ve şenlikli kılar. Vatan artık böyle marş söylenirken gırtlağımızda hıçkırıklanan, bizi “nerde o düşman, hani nerde?” celallenmelerine maruz bırakan bir kolektif çıldırma modu olmaktan çıkar. Gündelik hayata ve tüm yaşantılarımıza, hem kolektif hem bireysel belleklere nüfuz eden bir doku hâline gelir. Şeker gibi bir şeydir artık (Canan Karatay duymasın). Tadına doyulmaz, onsuz yapılmaz... İnsanî varoluşun ayrılmaz parçasıdır.

Hamzatov herhalde öncelikle iyi bir kitap yazmayı hedeflemişti. Ancak ilk kitap, o kadar iyidir ki, sona erdiğinde Avarlar ve diğer Dağıstanlılar bir yana, okur dünyanın her neresindeyse ve hangi dilde okuyor olursa olsun (ve elbette Hamzatov’un bol cigara içen Tanrı’sı her dile Mazlum Beyhan gibi çevirmenler bahşetsin), Dağıstan’ı sevmemesi, ona âşık olmaması mümkün değildir. Kitap sona erdiğinde Benim Dağıstanım, sizin Dağıstan’ınız olacaktır. Avar ya da Dağıstanlı değilseniz, Kuzey Kafkasyalı değilseniz, Sovyet ve komünist değilseniz, milliyetçiliklere değil kozmopolit kültürlere inanıyorsanız bile, bu kitabı bitirdiğinizde yerel kültür ve dillerin ne kadar önemli, ne kadar zenginleştirici olduğuna gönülden ikna olacaksınız. Böyle bir bilinç, kaybolan dil ve kültürler için içinizin yanmasını da getirecek. Hayatın renklerini, çoğulluğunu, birbirine bakan, birbirini gözeten, birbirini varkılan bilinçleri kucaklayacaksınız.

Ve fakat, yukarıda söz konusu ettiğim ikinci kitap meselesi de var... Ünlü Rus edebiyat kuramcısı Mihail Bahtin’e selamla söyleyeceğim: Öyle bir diyalojik, diyaloga açık, içsel olarak ikna edici sözün ardından, “babanın sözü” ile, otoriteyle karşılaşmak zorunda mıydık? Birlikte düğün yapan farklı bilinçler, bu ikinci kitaptaki hâle yola girişe maruz kalmak zorunda mıydı? Ne cevap vermek istersek isteyelim, misafir umduğunu değil, bulduğunu yer. Otorite, devlet, baba... Bunlar da hayatın gerçekleri. Ancak ilk kitaptan ikinciye geçtiğimizde; otoriter söyleme iliklerimize kadar nüfuz eden, içsel olarak ikna edici sözden ulaştığımızda artık o kadar da korkutucu olmaktan çıkıyor, kabullenilebilir, anlaşılabilir ve hatta konuşulabilir hâle dönüşüyor. Vatanı böyle bilince, onu sopa yapıp bize sallayanlara daha bir anlayışla, onun için de üzülerek, sözümüzü kaybetmeden ve yaratılmaya çalışılan terörden etkilenmeden bakabiliyoruz. Ve diyoruz ki, “elbette vatan ve elbette vatan bizim de vatanımız, bizim de Dağıstan’ımız...”