Bitkisel hayatın canlılığı

Bitkilere başka bir gözle bakmamızı sağlayacak kitaplar ve bir botanikçi olarak Charles Darwin...

Evrim kuramının babası Charles Darwin’in az bilinen bir yönüne, botanikçiliğine eğilen Darwin’in En Güzel Bitkileri, aynı zamanda ünlü bilimcinin bir portresi: Evrim çerçevesinde doğa tarihine karşı “neredeyse saplantılı” bir merak duyan, başlangıçtaki motivasyonu ne olursa olsun ele aldığı konuya âşık olup karşı konulmaz bir tutkuyla bağlanan, böcekkapanlarla ya da sarmaşıklarla çalışmaktan sonsuz hazlar alan bir figür.

Yıllarca solucanlar üzerinde yılmadan çalıştığı da biliniyor. Hatta meşhur Punch dergisi, Darwin’i solucandan maymuna, maymundan insana dönüşen insanın tanrısı gibi çizmişti. Bitkilere olan ilgisinin alaya alındığına ilişkin bir emare yok; oysaki bütün canlıların ortak kökenine işaret eden bulguların ve kanıtların bir kısmı da Darwin’in botanik çalışmalarından geliyordu.

Bitkiler konusunda kendisini hevesli bir amatör olarak görüyormuş Darwin. Oysa Thompson’a göre amatörlüğü kısa sürede geri bıraktığı için “…onun üzerinde çalıştığı biyolojinin tüm alanlarında bilim kaçınılmaz bir ilerleme gösterse de Darwin’in tırmanıcı bitkiler üzerine olan çalışması zamanının o kadar ötesindeydi ki, bugün neredeyse hiçbir güncellemeye ihtiyaç duyulmuyor.” (s. 13)

Bir yanda bütün bir biyoloji bilimine bir çerçeve oluşturan, hatta dünyayı kavrayışımızı değiştiren dev bir kuram, evrim kuramı varken, botanikçi Darwin’in az tanınması doğal: “Elbette hiçbir şey onun evrimsel alandaki başarılarıyla boy ölçüşemez, Darwin bile dünyayı temelinden ancak bir kez sarsabilirdi.” (s. 16)

Oğlu Francis Darwin’le birlikte yazdığı Bitkilerde Hareketin Gücü’nde (1880), ağaçlar yerine –deney yapmaya çok daha elverişli oldukları için– otsu bitkiler üzerinde yoğunlaşmıştı. Belki de “bitki zekâsı”ndan söz eden ilk bilimcilerden biriydi:

“Harekete katılan diğer parçaları yönlendirme gücü olan kökçüklerin ucu, basit hayvanların beyni gibi davranma yeteneğine sahiptir dersek abartmış olmayız; beyin vücudun ön ucunda yerleşmiş durumdadır, duyu organlarından gelen etkileri toplar ve çeşitli hareketlere yönlendirir.” (s. 59)

Bu alıntıyı yaptıktan sonra, Ken Thompson merkezi bir sinir sisteminin ve beynin olmayışının, bitkileri aptal yapmayacağını, “yayılmış bir zekâ”dan söz edilebileceğini vurguluyor:

“Aslında bizim beyin hakkında bu kadar merak içinde olmamızın tek sebebi, bir beyne sahip olmamızdır. Bitkiler akciğer, karaciğer ya da böbreğe de sahip değillerdir ama bu organların işlevlerini yerine getirirler. Bu durumda neden beyinleri olmadan düşünemesinler?” (s. 59)

Onlarla zekâyı bağdaştıramayışımızın bir sebebi de, “yayılmış” bitki zekâsının bize hiç yakın olmayışı. Hayvanlarda zekâyı da ancak evcil hayvanlar insanları taklit ettiğinde fark edebildiğimize göre… Bir başka sebep de Thompson’a göre “farkındalık ve zekâyı bile hareketle ilişkilendirmemiz.” Bitkiler hareket etmiyor değil, ama bize göre çok az, çoğu zaman bizim algılayabileceğimizden çok daha yavaş…

Tırmanıcı bitkiler, böcekkapan, sarmaşık, menekşe, bezelye, fasulye, ebegümeci, katırtırnağı neyse de, Darwin’in En Güzel Bitkileri, çoğunun ismini ilk kez duyacağınız bitkilerle dolu:  Yağçanakları, sumiğferleri, ibrikotları, çalıöldürenler, zaferçiçekleri, maymuntarakları, yoğurtotları, küstümotları, kuşkapanlar, suçarkları, kahkahaçiçekleri, tavşanağızları…

Bu bitkilerle birkaç deney yaptıktan sonra doğal seçilim mekanizmalarına ilişkin tatmin edici sonuçlara ulaşmak, dolayısıyla evrim kuramına ilişkin endişelerden kurtulmak mümkün olmasına mümkündü, oysa Darwin’in öyle yapmadığı, sonuna kadar gittiği görülüyor. Çünkü onu motive eden şeylerden biri Türlerin Kökeni’ne yönelik eleştirileri irdeleme konusundaki sürekli çabası ise, öteki de “bitki hareketi konusuna olan içten merakıydı.” (s. 49)

Merak! Merak çok çeşitli görünümlere bürünebilir:

“12.5 cm’lik yuvarlak bir kek ve keki yemek için orta derecede iştahlı iki kişi olduğunda, kurumaya maruz kalan yüzeyi minimumda tutmak için kek hangi şekilde kesilmelidir?”
(s. 121)

Darwin’in elde ettiği sonuçları istatistiksel açıdan test ettirdiği Galton’u bu problemi ortaya atmaya ve kek kesmenin yeni bir yolunu bularak Nature dergisinde yayınlamaya iten şey, meraktan başka ne olabilir?

Tuhaf bir merak. Darwin’in merakıyla tipik bir 19. yüzyıl istatistikçisi olan Galton arasındaki fark, Darwin’in merakını sistematik sorulara dönüştürebilmesiydi; çiçekli bitkilerdeki tozlanmayı evrimsel süreçler açısından (doğal seçilimle yavaş ve kademeli olarak değiştirilen tüm davranışlar, organlar ve yapılar…) inceliyordu.

Darwin’in En Güzel Bitkileri, oğul Francis Darwin’in anılarından bir alıntıyla bitiyor: “…canlıların mekanizmalarını anlama konusundaki karşı konulmaz arzusu nedeniyle orkidelerin ve diğerlerinin tozlaşmasının yollarını incelemeye devam etti. Mekanizmaların açıklanmasında, doğadaki en büyük biçimlendirme kuvveti olarak doğal seçimin geçerliliğini desteklemek adına en parlak kanıtları sağladığı doğrudur. Fakat amacının bu olduğunu sanmıyorum, bu daha çok yapmaktan keyif alındığı için yapılan çalışmanın bir yan ürünüydü.”

Ken Thompson’un eklediği son cümle de şu: “Herhangi bir şey yapmanın daha iyi bir nedeni var mı?”

Hayvanların, Aşkın, Dünyanın, Dilin, İnsanların… en güzel tarihi, daha doğrusu söyleşilerle bize aktarılan hikâyeleri… Çok güzel bir serinin parçası olan bu kitap, bitki zekâsına dair çok sayıda örnekle dolu...

“Ağacın tam ortası ölebilir, hatta mantarlara yem olarak tümüyle yok olabilir. Ağacın içi boşalır. Ama geride kalan kısmı yaşamını sürdürür. Uzun yaşamada rekor kırmış canlılara, örneğin neredeyse 5000 yılı devirdikten sonra bile yaşamlarını sürdüren Kaliforniya çamlarına baktığımızda, bu bitkilerin aslında çok uzun süredir iyice yaşlanmış olduklarını, içlerinde büyük bir kısmın ölmüş olduğunu fark ederiz. Bitkiler parça parça ölme yeteneğine sahiptir bir bakıma.” (s. 47)

Ölüme çare bulmak! Zekâ gerektiren bir şey olsa gerek. Peki, bitkilerle paylaştığımız şeylerden birinin ensest tabusu olmasına ne dersiniz?

“…çiçeğin tam ortasında polen üreten erkek organ ve dişil hücreleri içeren dişi organ bulunur. Erkek organla dişi organ birbirinden uzak olmadığından iki cinsin hücrelerinin birbiriyle temasta bulunması için böceğe gerek kalmadığını düşünebilirsiniz. Ne var ki erkek organla dişi organ birbirlerine değemezler, çünkü yeterince esnek değildirler.” (s. 60)

Bitkinin kendi erkek organlarının dişi organına değmesini engellemekteki çıkarı nedir, diye sorarsanız:

“Akrabalar arasındaki ilişkiyi engellemek. Bu nedenle çiçek böceğe çekici görünmeye çalışır.” (s. 60)

Elbette ilk başta en ilginç ve gizemli görünen şey, bitkilerin kendi aralarında –etilen yoluyla– haberleşebilmeleri: “Bir kavağın, bir akağacın ya da meşenin yapraklarının bir kısmını yok ettiğinizde ağacın geri kalan kısmı otobur hayvanların yiyemeyeceği maddeler, özellikle de tanen salgılıyor. Kısacası, ağaç fazla tüketilirse kendini yenmez hale getiriyor! (…) Yara almamış komşu ağaçları inceleyen araştırmacılar aynı maddelerin bu ağaçlarda da üretildiğini görünce tıpkı sizin gibi şaşırmışlar, çünkü söz konusu ağaçlarda tanen miktarı, kemirilmiş ağaçlardakiyle aynı oranda artmış. Bunun tek bir mantıklı açıklaması var: Yara almış ağaçlar bir tehlike sinyali vermiş.” (s. 66)

Bir süre meyve vermeyen ağacın çevresinde öfkeyle ve baltayla dolanan, bağırıp çağıran bir köylü, onu engellemeye çalışan ve ağacı kesmemesi için yalvaran karısı… Tehlikenin ciddiyetini kendisine göstermek için kimi zaman ağaçta küçük bir yara açıldığı da olurmuş… Anadolu’da gerektiğinde sık sık oynandığı rivayet edilen bu mizansenin işe yaradığı iddia edilir; tehditlere pabuç bırakan ağaç, bir yıl sonra meyveyle donanırmış! Doğru mudur, doğruysa uzun zamandır inanıldığı gibi ağaçların ruhu olduğuna mı işaret eder bu? Kulakları olmasa da bizi dinliyorlar mı? Yoksa küçük bir yaralanmaya karşı bağışıklık sisteminin şahlanışı, hayatta kalma güdüsü mü? Yani oynanan tiyatro tümden fuzulidir de işe yarayan şey ağacı hacamat etmek midir?

Bu sorulara cevap bulabilmek, bitkilerin neyi ne kadar bilebildiklerini, ne kadar duyabildiklerini, görebildiklerini… anlamayı gerektiriyor.

Chamovitz kitabına bir özürle başlıyor: “Bitkiler için insan deneyimlerine mahsus olan terminolojiyi kullanmamı hoş görmenizi rica ediyorum.” (s. 13) “Bitkilerin bilmesi”nden söz edildiğinde, merkezi sinir sistemi ya da beyni olmayan bir bitkinin bizim gibi bilebileceğinin kastedilmediğini, gözleri olmadığı için bizim gibi göremeyeceğini, burnu olmadığı için bizim gibi koklayamayacağını, öte yandan bir şekilde görebileceğini ve koklayabileceğini hatırlatıyor ve uyarıyor bizi: Bitkilerin bizim gibi olduğuna dair argümanlardan kaçınmak gerekir.

Evet, bitkiler bizi görür, ama “sizin benim gibi çevrelerini ‘resimler’ halinde görmezler" elbette. Ama, diyor Chamovitz, farklı insanları, küçük nesneleri birbirinden ayırt edemeseler de ışığı bizim ancak hayal edebileceğimiz renk ve biçimlerde görebilirler. Işık az mı çok mu, soldan mı geliyor sağdan mı, gün doğuyor mu batıyor mu, hepsini bilirler.

Gözsüz görmek nasıl bir şeydir? Görmek sadece elektromanyetik dalgaları algılamak değil, aynı zamanda onlara tepki vermek ise bitkilerin gördüğü pekâlâ söylenebilir. Bizimkinden farklı bir görme tabii bu. Yine Charles Darwin devreye giriyor burada; bitkilerin ışığa karşı duyarlı olan kısımlarının yani “gözlerinin” nerede olduğunu deneylerle ilk kanıtlayan kişi…

Burunları olmasa da bitkiler koku alıyor. Hatta bildiğimiz gibi etilen ile sinyalleşiyorlar. Ama Chamovitz’e göre bitkiler arasında ‘gerçek bir iletişim’ olduğunu varsaymakta acele etmemeli:

“Bitkiler gerçekten de birbirleriyle iletişim mi kuruyor (yani yaklaşmakta olan tehlike konusunda birbirlerini bilerek mi uyarıyor) yoksa sağlıklı bitkiler istilaya uğramış (ama istilayı duyurma niyeti taşımayan) bu bitkilere kulak misafiri mi oluyorlar?” (s. 45)

Bir bitkinin havaya koku salması bir konuşma biçimi sayılabilir mi?

Görme ve koku neyse de, bitkilerin dokunmaya karşı duyarlı olduklarını öğrenmek, onlara bakışımızı baştan aşağı değiştirebilir. Onlara dokunduğumuzu hissediyorlar. Hissetseler de, fazla dokunulmaktan hoşlanmasalar da (bilindiği gibi fazla dokunulan ve sallanan bitkilerin büyümesi durur) tepki göstermediklerini düşünebilirsiniz, oysa sarılıcı bitkiler çitler, duvarlar, sundurmalar üzerinde hızla büyürken dokunma duyularını kullanırlar. Her ne kadar kendini amatör botanikçi olarak tanımlasa da bitkibilimin de kurucu figürlerinden biri haline gelmiş olan Darwin’in “dünyanın en muhteşem bitkisi” olarak tanımladığı etçil Venüs sinek kapanı örneğin, yağmur damlası ile küçük bir sineğin temasını birbirinden ayırabiliyor ve avını hissettiği an saniyenin onda biri kadar bir hızla kapanabiliyor. Venüs sinek kapanının kapanışı sırasında tespit edilen elektrik sinyalinin bir sinirin ve kasılan bir kasın hareketine çok benzemesi (s. 81), bitkilerle ortak geçmişimize işaret etmiyor mu?

Bitkilerin seslere karşı duyarsızlıkları, tamamen sağır oluşları ilginç. Ama daha ilginci, bitkilerin yerçekimine duyarlı oluşları, konum bilgisine göre davranabilmeleri, ayrıca biyolojik bilgiyi depolayıp ve buna göre davranabilmeleri, yani hatırlayabilmeleri. Burada hatırlamayı insanbiçimci düşünmemeli, Chamovitz bitki belleğinin “anlamsal ve eylemsel belleklerden ziyade neyin nasıl yapıldığı bilgisinin depolandığı yöntemsel bellekler” olduğunu söylüyor; bunun insanlarda karşılığı “bağışıklık belleği”. (s. 127)

Bitkiler zeki mi peki? Hayvan zekâsının bile daha yeni yeni farkına varmışken, bitkilerin de bir tür zekâya sahip olduğunu kabullenmek güç olabilir. Tabii zekâ dendiğinde de insan zekâsını anlamamamız gerektiğini, zekâ ölçümlerinin insanlar arasında bile önemli bir tartışma konusu olduğunu, farklı zekâları kavrayışımızın doğal olarak güçleştiğini hatırda tutmalıyız.

Dolayısıyla bu kitap, sadece bitkilerin değil bizim bildiklerimizin de sınırlarına işaret ediyor. Bir de, “biyolojik açıdan yalnızca şempanze ve köpeklerle değil begonya ve sekoyalarla da ortak özelliklerimizin olduğu”na (s. 134). Yeryüzündeki büyük ‘dirim birliği’ne.

Bu kitaplar arasında bir okuma sırası yapmak gerekirse: Bitkilerin dünyasına en rahat ve kolay giriş için ilk adım, Bitkilerin En Güzel Tarihi olabilir. Sonra Bitkilerin Bildikleri ve nihayetinde bu üç kitap içinde en ‘akademik’ sayılabilecek olanı, Darwin’in En Güzel Bitkileri. Ama siz bana bakmayın, basım tarihleri itibariyle bu aynı zamanda benim okuma sıram. İlk kitabı yıllar önce okumuştum – bu arada sadece Bitkilerin değil, Hayvanların, İnsanların, Dünyanın, Aşkın… En Güzel Tarihi de zevkle okunacak kitaplar, hararetle tavsiye ederim; söyleşi formunun getirdiği bir rahatlık da var…

Bitkilerin Bildikleri’ni ise birkaç ay önce elime almıştım, Darwin’in En Güzel Bitkileri’ni okuyalı daha bir hafta olmadı… Bu da tatlı bir şeydir, yıllar ya da aylar içinde birbirine benzeyen kitaplara değmek, her bir kitabın sonra kafanızda silik duran hikâyenin bir kısmını tamamlaması, son okuduğunuz kitaptan sonra eskisini kitaplığınızda arayıp bulmanız, bulunca nedense sevinmeniz, kitapları yan yana getirip tokuşturmanız…

Sonra tam bitkiler dünyasını avcunuzun içinde hissetmeye başlamışken, kitapçıda Ağaçların Gizli Yaşamı diye başka bir kitapla burun buruna gelirsiniz. Ağaçlara başka bir gözle bakmamızı sağlamayı vaat ediyor. Bu üç kitaptan sonra 'zaten öyle bakıyorum' diyerek kaçamazsınız ki! Kaçsanız da sizi kendine çeker o: Sanki bu dördüncüyle yapboz tamamlanacaktır.

Bilirsiniz, onu da okuyunca botanikçi olmayacaksınız, başınız da ulu ağaçlar gibi göğe ermeyecek. Kırda bayırda gördüğünüz bitkilere farklı bir gözle bakacaksınız, evet, ama onları yine tanımayacak, birbirlerinden ayırt edemeyeceksiniz! Ama başladığınız bir işi bitirmiş gibi olacaksınız (sanki!), üç kitabın sohbetine bir dördüncüsü de katılacak. Keyif alacaksınız. Francis Darwin’in de dediği gibi: “Herhangi bir şey yapmanın daha iyi bir nedeni var mı?”