Bırîndar: Yaralıyım, yaralısın, yaralı

İşkence eden, edilenin yerine geçiyor, yaralayan yaralanıyor. Bir zamanlar kendilerine ait olduğu halde değilmiş gibi gösterilen topraklarda yaşayan insanların hayatlarının ortasında tarifsiz bir korku var. Olağanlaştırılmış bir korku

26 Kasım 2015 13:20

Kendini bir insan olarak görmeyeli çok zaman olduğunu düşünen bir insan ne yapar?

Ya, her babanın bir yılan, her yılanın da önceki hayatında bir baba olduğunu düşünen?

İçinizdeki yangını söndürmek için kimden su istersiniz?

Yazmanın, yaşanmayan hayattan intikam almanın bir yolu olduğu doğru mu peki?

Her şeyin yalan olduğunu, daha doğrusu yalan olmasını istediğimizi göstermek için kurşun kalemle yazmak işe yarar mı?

Abdullah Ataşçı buna benzer pek çok sorunun ardına düşüyor yeni romanı Bırîndar’da. Sığ Suyun Balıkları, Vicdan Saatleri gibi çoktan tükenmiş ve yeni baskılarını beklediğimiz öykü kitapları ve Dağda Duman Yeri Yok adlı romanından sonra Bırîndar’la devam ediyor yazının içindeki yolculuğuna.

Savaşa “savaş” adını vermediğimiz bir çatışma yaşanıyor uzun yıllardır bu topraklarda. Adı konulmasa da, pek çok şey görmezden gelinse de, doğrudan yaşayanlar bile yaşanmamış görüntüsü vermeye, inkâr etmeye, unutmuş gibi yapmaya devam etse de ölenlerin sessiz çığlıkları peşimizi bırakmıyor. Bütün bunların edebiyata yansıması, orada kendine yeni bir alan açması beklenen bir durum elbette. Birçok yazar bu alanı açmak için kalem oynatıyor.

Bırîndar, Abdullah Ataşçı, Everest YayınlarıAbdullah Ataşçı sadece bir ülkenin sınırında yaşanan savaşı değil, savaşan tarafların ruhlarındaki savaşı da, “savaş” sözcüğüne yer vermeden, bu kavramı romanının merkezine koymadan anlatma becerisini gösteriyor. Savaş kimi zaman korku olarak ortaya çıkıyor, kimi zaman işkence, kimi zaman ağıt, kimi zaman da bir masal kılığında. Gerçek olması muhtemel kişiler bir masalın içinden sıyrılmışçasına karşımıza geçerek yüz yıl öncesine götürüyorlar bizi. Romanın bence en etkileyici sahnelerinden biri, köyde terk edilen iki kız çocuğunun anlatıldığı sahnedir. İki kız çocuğu birbirini bulur ve geri dönüp kendilerini alacak ailelerini beklerler sessizce. Sonsuz bir bekleyiştir bu ve iki kız kimselerin anlamadığı dilleriyle birlikte bir sessizliğin içinde kaybolurlar. Gewre ve Rehan adlı bu iki kız birbirlerine baka baka aynı hareketleri yapmaya, birbirlerine benzemeye başlarlar ve bir süre sonra köylüler hangisinin Gewre, hangisinin Rehan olduğunu karıştırırlar. Ermeni ailelerin giderken geride bıraktıkları çocuklardır bunlar ama Abdullah Ataşçı bunu bize söylemez, anlamamızı bekler; tıpkı romanın hiçbir yerinde Türk, Kürt gibi etnik isimlere ve yöre, bölge adlarına yer vermediği gibi. Birbirlerine benzeyip aynı anda acıkan, aynı anda hüzünlenen, aynı anda başlarını alıp gitmeye başlayan Gewre ve Rehan’ın bir masalın büyülü dünyasından süzülüp gelerek ve gerçek kişilere dönüşerek karşımıza çıkmış halleri gibidir Celal ile Ferhad. Romanı bize anlatan, son bölümde sözü ele alacak olan Bırîndar hariç bu iki roman kişisidir.

Roman, Celal’in gördüğü rüyayla ve onun anlatımıyla başlıyor. Anlatıcı, tutsağına yaptığı işkenceyi anlatıyor bize; işkence edilenin aksine, korku, işkence edeni gelip buluyor. Daha romanın başında Ataşçı, nasıl bir roman yazdığının, nasıl bir atmosfer yarattığının ipuçlarını veriyor. Korkunun işkence edilenden edene geçmesi gibi, ilerleyen bölümlerde,  işkence edenle edilen yer değiştiriyor, avcı avın yerine geçiyor. Tıpkı romanın içinde, geçmişte yaşanmış bir hikâye olarak anlatılan iki yaşlı kadının (çocukluklarına kısaca değindiğimiz Gewre ve Rehan’ın) birbirleriyle aynılaşması gibi anlatıcılar da yer değiştirmeye, birbirlerine benzemeye başlıyorlar. Epigraf olarak alınan, Pablo Neruda’nın, “Yaralayan, ölene dek yaralanmıştır.” sözü, daha en başta fısıldıyor kulağımıza ilerde nelerle karşılaşacağımızı. Onun hemen ardından, bir babanın oğluna yazdığı mektuptan yapılan alıntı (mektubun tamamını romanın sonlarına doğru okuyacağız), Bırîndar’ın dayandığı temel ayaklardan birini haber veriyor okura; “Her babanın bir yılan, her yılanın bir baba olduğu” düşüncesi romanın ana sorunlarından biri olarak öne çıkıyor böylelikle.

“Baba”nın gölgesi

Bırîndar’da, örgüt tarafından tutsak alınan Yüzbaşı Celal, gerilla Ferhad, Bırîndar ve diğer roman kişilerinin “baba” ile ilgili derinleşmiş sorunları var. Bu sorun, roman kişilerinin özel hayatlarından, “baba” kavramı içerisinde ele alınabilecek “devlet baba”ya kadar uzanıyor. Celal, paşa babası yüzünden, futbolcu olma hayalleri kurarken kendini askeri okulda bulmuş, yine zalim babası yüzünden annesinin intiharına tanık olmuş, çocukluğu cehenneme dönmüş biridir. İlerde dönüşeceği, güce itaat eden ve kendi gücünü göstermek için şiddete başvuran kişinin ruhsal temelleri daha o zamandan atılıyor. Kendi hayvani güdülerinin peşinde koşturan Celal’in kadınlarla ilişkisi, onlara yönelik sevgisi de bu ruh halinin içinde şekilleniyor ve karmaşıklaşıyor. Babasından yediği tokat, bilekten kesilmiş bir el biçiminde suratında yaşıyor bir ömür boyu.

Ferhad’ın hikâyesi de baba figürünün gölgesinden çok uzakta değil. Kaybolan oğlunun, Ferhad’ın ağabeyinin peşinden giden baba, Ferhad’ın iç dünyasında kendi yolculuğunu ve kayboluşunu sürekli yeniden yaşatıyor oğluna.

Romana adını veren Bırîndar da babasının hayatını kendi hayatına ekleyerek kendini yollara ve dağlara vurmuş biri.

Kayıplara karışmış oğullarını aramak için yollara düşüp yeni bir kaybın kapısı aralayan babaların yanında, kendini milyonlarca kelimenin arasında yitirmiş bir kelime gibi hisseden babalar da var…

Yalnızca babalar değil anneler ve ağabeyler de önemli bir yer tutuyor Bırîndar’da. Celal’in annesi intiharıyla oğlunun içinde kocaman bir boşluk açarken, Ferhad’ın annesi kocaman bir boşluğu dolduruyor. O, oğlunun sadece dağda yaşadıklarını değil, hayalinde olup bitenleri bile izleyen, çocuklarıyla oyun oynayarak büyüyen, bağlama çalan bir anne: “Benim daha çocuk olduğum zamanlarda annem de çocuktu aslında. Benimle, ablamla, kardeşlerimle, ağbimle oyunlar oynar, muziplikler eder, yaptığımız şakalara kendinden geçercesine gülerdi. Çok güzel bağlama çalardı. (…) Annem hem söyler hem ağlardı. Gülerken de, susarken de sık sık ağlardı.” Bağlama çalıp türkü söyleme yeteneğini annesinden almış Ferhad. Roman boyunca Ahmet Kaya şarkıları ve türküler yankılanıyor dağların sarp yamaçlarında. Ahmet Kaya’nın yanından Nazım Hikmet, Attila İlhan, Edip Cansever, Behçet Necatigil geçiyor. Suç işlemek için yanıp tutuşan Alaattin, “Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor. (..) …dünyada insanoğlunun işleyebileceği ne kadar suç varsa hepsini kocaman bir mıknatıs gibi varlığımda toplamak istiyorum” diyen Bin Hüzünlü Haz’ın kahramanı Alaattin’e (Alaaddin) ve dolayısıyla Hasan Ali Toptaş’a götürüyor bizi. Evet, romanın bir diğer önemli kişisi, Celal’in Yaralı Yüz adını verdiği, az konuşan, Ferhad’ın anlattığı hikâyeler dışında bir şey dinlemeyen, her şeye burun kıvıran, kendini bir tepeye atıp boşluğa bağıran Alaattin. Geçmişi olmayan biri. Kendini var etmek için bağırıyor belki de. Yüzündeki bıçak yaraları, sağ kaşından yanağına uzanan leke, onun bir şey yapmasa bile suç işlemek için yanıp tutuştuğunun birer kanıtı adeta. Bir hikâyesi olmadığı için başka hikâyelerde varolmaya çalışıyor. Ferhad ona hikâyeler anlatarak kendini ona, onu kendine yaklaştırmanın yollarını arıyor.

Dağları ve dağların ona verdiği özgürlüğü seven, devrim hayaliyle yatıp kalkan Ferhad tutsağıyla göz göze geldikçe kirlendiğini hissederken, Batı’dan gelen ve konuşması buradakilerin konuşmasına benzemeyen Bırîndar sürekli kitap okumakta ve defterine bir şeyler yazmaktadır.

Roman, beş kişilik bir ekibin tutsağı sınır kampına götürmek üzere yola çıkmasıyla hareket kazanır. Tutsak subay Celal’in gerilla Ferhad’ı birine benzetmesiyle gerilimin dozu artarken, ekip gelecek zamana, biz de geçmişe doğru akarız.

Hep uçurumun kenarında...

Bir zamanlar avı olan kişiyi arayarak onun avı olmayı, onun yerine geçmeyi arzulayan, bunun için hem ruhunun ve aklının dehlizlerinde hem de bilmediği şehirlerin sokaklarında dolaşan Celal, bir yandan da babasıyla hesaplaşmak amacıyla içindeki çıkmaz sokakların sayısını arttırır. Romanda av ile avcı yer değiştirerek birbirlerine benzerken, anlatıcılar da yer değiştirerek bu kurguya hizmet ederler. Rüyalar, masallar ve gerçekler birbirlerinin önüne çıkar, birbirlerinin içinde erirler. Yaşananlar gittikçe genişleyen bir zaman içinde yakından uzağa, yaşananlarla harmanlanmış hikâyeler de sondan başa doğru yol alırlar.

Bir aynaya bakıyoruz bu romanda. Kendimize bakarken ötekini, ona bakarken kendimizi gösteren bir aynaya. Her şey benzeriyle var oluyor. Daha doğrusu kendini karşıtında, karşıtını kendinde var eden kişilerin birbirleriyle aynılaşması sarsıcı bir ikilik durumu yaratıyor. Aynı anda iki kişi olan roman karakterleri rüya ile gerçek arasında sonu olmayan bir yolcuğun içinde dönenip duruyorlar. Romanda yaralı olmayan kimse yok. İşkence eden, edilenin yerine geçiyor, yaralayan yaralanıyor. Bir zamanlar kendilerine ait olduğu halde değilmiş gibi gösterilen topraklarda yaşayan insanların hayatlarının ortasında tarifsiz bir korku var. Olağanlaştırılmış bir korku.

Rüya içindeyken bile rüya gören, kendi cesetleri için mezar kazan, bir mezarda uyanan ama amaçları farklı da olsa aynı yolda yolcu olan insanlar… Onlara hep uçurum kenarlarında yaşamak düşüyor. Nereye giderlerse gitsinler vardıkları yer bir uçurumun kenarı. Zaten uzakta olan bu insanlar hep daha da uzağa bakıyorlar; bize de, onlar uzağa baktıkça bizden uzaklaşıyorlar mı yoksa yakına mı geliyorlar sorusunu sormak düşüyor.

İnsanın içine durup dururken gelen anlamsız bir huzurun insanı huzursuz etmesi de romanın uğradığı duraklardan sadece bir tanesi.

Pek çok simgeyi başarıyla kullanıyor Abdullah Ataşçı. Roman kahramanını izleyen ve daha önce benzeri görülmemiş kuştan, olayları kayıtsızca izleyen köpek, horoz ve tavuklara, ölü güvercinlere varıncaya kadar sayısız ayrıntı romanı ilmek ilmek dokuyor.

Romanda örgüt ve parti kelimeleri geçiyor sadece, adları verilmiyor ama neyin kastedildiği belli. Parti ve örgüt kelimelerini ve hayalleri süsleyen devrimi birer simge olarak ele aldığımızda, bu romanı, dünyanın herhangi bir yerinde gücü elinde bulunduranlara karşı yapılan bir hak ve özgürlük mücadelesi ve o mücadelenin taraflarının hikâyesi olarak okumak pekâlâ mümkün.

Son derece akıcı, elinizden bırakamayacağınız bir roman yazmış olmasına rağmen, Abdullah Ataşçı kolaya kaçmıyor. Bu tutumuyla ne yapmak istediğini romanı okuduğunuzda anlayacaksınız.

Bırîndar’ın yolumuzu, kıymeti bilinmemiş Dağda Duman Yeri Yok’a bağlayacağına inanıyorum.