“Belki de kelimelerden bile güçlü olduğunu sanmıştı…”

Umut Dağıstan'ın Melek Gibi Bir Şey adlı romanı haftaya Nota Bene Yayınlarından çıkıyor. Romandan kısa bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz.

22 Kasım 2020 18:16

“Kadınları, içkiyi, kumarı, yani hayatı seven bir adam, tek bir kadın yüzünden ölüme gidebilir mi? Soru bu,” dedi Güney.

“Cevap bekliyor musun?” diye sordu Melek.

“Elbette hayır,” dedi Güney. “Hikâyeler muhataplarından cevap istemez, sadece sorular sorar... Ama anlatıcılar cevap verebilir. Onların hikâyeden bağımsız böyle bir ayrıcalıkları vardır. Bence, on sekiz yaşında, aptal ve görgüsüz bir kadın yüzünden kimse kendini öldürtmemeli. Tamam kadın güzel ama olsun, hayat da güzel. Diğer kadınlar da.”

Melek arkasına yaslanıp, muzip bir edayla gülümsedi.

“Ama yanlış anlamadıysam, hikâyemizin kahramanı bir şairdi,” dedi Melek.

Güney dudaklarını büzüştürüp çaresizce ellerini açtı. “Maalesef,” dedi.“İşte trajedi de burada başlıyor. Baştaki sorunun cevabı, yalnızca tek bir koşulda olumlu olabilir. Sadece dünyanın hak etmediği yetenekli bir şair, lanet olası bir kadın için kendini öldürtebilir. Ancak büyük bir şair böylesi bir işin üstesinden gelebilir. Maalesef...”

O güne dek hanlarda, otellerde, konukevlerinde yaşamış, balolarda, davetlerde eğlenceden eğlenceye koşmuş Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, evlendiğinde otuz iki yaşındaydı, karısı Natalya Gonçarova ise on sekizinde bile değildi. Puşkin’in bu ani ve radikal kararı herkesi şaşırtmıştı. Bu kadar rahat yaşayan ve hayatın kendisine karşı gösterdiği cömertliği hiçbir pişmanlık duymadan kabul eden bu adam, neden yerleşik hayata geçmek istemişti? Ama belki de Puşkin güzelliğiyle Çar’ı bile büyüleyen bu genç kızın gözlerinde durulmak istemişti. Yeteri kadar koştuğuna inanmıştı. Doğru bir liman seçtiğinden emindi. Oysa yeşil gözlerin her zaman doğru bir liman olmayacağını en iyi kendisi bilmeliydi.

Her şey başlarda iyi gibiydi. Ya da değildi, şaire öyle gelmişti. Kıskançlık krizleri belki de evlenir evlenmez başlamıştı. Aklı bir karış havada, hoppa Natalya, balolarda, davetlerde, yemeklerde kendisine gösterilen çapkın ilgiye fazlasıyla istekli karşılık veriyor, erkeklerin aklını başından alıyordu. Onun için Rusya’nın en güzel kadını diyorlardı.

“Bütün suçu ona atmak doğru mu?” dedi Melek. “Güzel ve haklı bir noktaya parmak bastın tatlı kız,” dedi Güney.

Elbette bu genç kadın oynadığı renkli ama tehlikeli oyunun olası sonuçlarını kestirebilecek kadar hayatı tanımıyordu. Birdenbire dünyanın merkezi haline gelmişti. Bununla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Böyle bir duygusal donanıma sahip değildi. Güzelliğinin ve ondan yayılan gücün sarhoşu olmuştu. Her şeyi yapabileceğini düşünmeye başlamıştı. Belki de kelimelerden bile güçlü olduğunu sanmıştı. Zavallı kız!

Peki ya Puşkin’e ne demeli! Rus edebiyatının babasına. Ondan önce Rus edebiyatı diye bir şey yok. Ortaçağ üslubuyla yazılan maniler var sadece. Sonra bu mucizevi adam çıkıyor ortaya, gündelik dili kullanıp halkı konuşturuyor dizelerinde, Rusya’yı şiire dönüştürüyor. Evet, ya Puşkin’e ne demeli! Çingeneleri, Yevgeni Onegin’i yazmış bir şair, böylesi bir trajediye göz göre göre nasıl koşar? Hayatı nasıl kendi dizelerinin önüne koyar? Geceler boyu doğru kelimeyi doğru yere koymak için mücadele eden, hayatlar kurgulayıp hayatlar bitiren bir yazar, bir kadın söz konusu olduğunda nasıl bu kadar çaresiz duruma düşer?

“Bu noktayı her zaman ilginç bulmuşumdur,” dedi Güney. “Devam edelim,” dedi Melek.

Gökyüzünde fırtına bulutları toplanmaya başlamış, ancak Puşkin, Natalya Gonçarova’yla evlendiğinden beri gökyüzüne bakmayı bırakmıştı. Baksa belki her şeyi görecekti. Yıldızlar artık çok uzaktaydı. Eskisi gibi parlamıyordu. Arkasından yazılan tüm anı ve biyografi kitaplarında felaketin adım adım gelmekte olduğunun görüldüğü açıkça belirtilmekteydi. Peki öyleyse, kimse uyarmamış mıydı şairi, bu güzel, hoppa, cilveli, genç kadın sana göre değil diye? Güzel, hoppa, cilveli, genç kadınlar şairleri üzer diye.

“Sen beni üzme, e mi?”

George d’Anthes, hikâyemizin diğer kahramanı. Yani hikâyenin kötü adamı. Yüzyıl sonra da, böyle anıldı, iki yüzyıl sonra da böyle anılacak. Bu onun kaderi, hiçbir zaman kaçamayacak. Bu adamı hiç sevmeyeceğiz. Bu adamdan hep nefret edeceğiz. George d’Anthes, Petersburg’un yüksek sosyetesi içinde yıldızı hızla parlayan bir Fransız subayıydı. Bütün kadınların ilgi odağıydı. Bu güçlü, yakışıklı ve iddialı gencin, pek tabii Natalya Puşkin’in çekimine kapılması uzun sürmedi. Çevre de bu aşka ilgisiz kalmadı, fısıltı gazetesi bu konu üstüne yazdıkça yazdı, çay sohbetlerinin ana menüsü hep bu yasak aşk hikâyesi oldu. Dedikodularla birlikte, Puşkin parlak bir şairden hızla bir trajedi kahramanına dönüştü ve en sonunda kendisinden bekleneni yapıp, onuru için hırslı ve başarılı bir Fransız subayını düelloya davet etti. İronik mi yoksa trajik mi? Âşık olan kim burada? Kaybedeceğini bile bile düelloya giren mi, yoksa tüm eğitim hayatı boyunca nasıl öldüreceğini öğrenmiş olan mı?

Tarih kitapları Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in 10 Şubat 1837’de George d’Anthes tarafından öldürüldüğünü yazar. Ama bu tarih düellonun olduğu tarih değildir. Düellodan sonra Puşkin, beş gün boyunca acılar içinde kıvranmış, hayata tutunmaya çalışmıştır. Ama artık çok geçtir, şiir bir kere terk etmiştir onu. Buradaki soru, o anlarda Natalya onun yanında mıdır? Zira karısı yanındaysa, edebiyat tarihi için saçma olan bu ölümün, aşk hikâyeleri için belki bir anlamı olacaktır. Küçük de olsa, bir anlam... Lakin güvenilir kaynaklarda, bu konuyla ilgili içimizi rahatlatacak bir açıklama yoktur. Puşkin doğduğu gibi, yalnız ölmüştür.

“Biliyor musun,” dedi Güney. “Dostoyevski, onun ölürken yanında büyük bir sırrı da götürdüğünü söylemiş. Sonra bütün Rus yazarları o sırrı aramışlar hep.”

“Neymiş acaba o sır?”

“Dostoyevski, buna büyük Rus edebiyatı diyor, bazılarıysa daha iddialı...”

“Onlar ne diyor?”“Giderken yanında, Tanrı’nın dilini de götürdüğünü söylüyorlar.”

(s. 20-23)

 

GİRİŞ RESMİ:

Geogres d'Anthes ile Aleksandr Puşkin'in düellosunu resmeden sayısız tablodan biri.

A. A. Naumov, 1884.