Barış Müstecaplıoğlu ile ahtapotun kolları üzerine…

"Ülkemizde fantazya ve bilimkurgu türünde pek kitap yazılmıyor, ama aynı şekilde pek icat da çıkmıyor. Fantastik ve bilimkurgunun çok fazla yazıldığı ülkelere baktığınızda, bu topraklarda hayal gücünün her alanda teşvik edildiğini görürsünüz. Toplumları geliştiren yeni fikirlerdir. Bu fikirler de hayal gücünden beslenir."

15 Nisan 2021 09:00

Hayattaki bağımlılıklarımızın en kadar farkındayız? Hızla akan yaşamlarımızda birçoğumuz alışkanlık deyip, önemsemeden geçip gidiyoruz. Yazar Barış Müstecaplıoğlu Ahtapotun Rüyası isimli kitabında bağımlılık konusunu gerçekle fantastik öğelerin birlikte yer aldığı bir anlatı olarak okuyucuyla buluşturuyor. Her şey gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz karakterlerden Hasan’ın bir masaya ve içinden çıkan ellere bağımlılığıyla başlıyor. Hasan ile ölüler diyarından Dağkuşu’nun paralel ilerleyen, yer yer kesişen yaşamlarına Dede Korkut’tan Zümrüdü Anka efsanelerine, Binbir Gece Masalları’ndan Anadolu halk hikâyelerine birçok anlatı bu kitapta eşlik ediyor. Barış Müstecaplıoğlu’yla kitabını konuştuk.

Ahtapotun Rüyası fantastik bir anlatı olmasının yanı sıra kadim bilgileri, hatta Zümrüdü Anka’dan Dede Korkut’a günümüze kadar gelmiş masalları, teknolojik öğeleri de içinde barındırıyor. Böyle bir anlatıyı yazma serüveninizi merak ediyorum.

Her kitabımda o günlerde üzerinde kafa yorduğum, içimi acıtan ya da beni heyecanlandıran farklı bir temaya odaklanıyorum. Fantastik evrenler üzerinde düşünmek ve yazmak istediğim konuyu metaforlarla işlemek için geniş bir alan yaratıyor bana. Daha önce yazdığım kitaplarda soykırım, ırkçılık, insanoğlunun doymak bilmeyen hırsı gibi konulara odaklanmıştım. Bu kitapta bağımlılık ve hayatımıza etkileri üzerine yazmak istedim. Bağımlılıklarımız farkında olsak da, olmasak da yaşantımızı ve çevremizdeki insanları derinden etkiliyor. Bu tema üstünde çalıştığım günlerde, Türk mitolojisinin zenginliğini yansıtan, Dede Korkuthikâyelerinden ilham alacak bir kitap yazmak için de heyecan duyuyordum. Üzerinde yaşadığımız topraklarda pek çok kültürün izi var. Dede Korkut hikâyelerinden Zümrüdü Anka efsanesine, Binbir Gece Masalları’ndan Anadolu halk hikâyelerine, bu coğrafya müthiş bir düş gücüyle bezeli. Bu iki duygudan ve fikirden Ahtapotun Rüyası doğdu. Şamanizm konusunda Bir Hayaldi Gerçekten Güzel ve Şamanlar Diyarı gibi kitaplarımı yazarken kapsamlı araştırmalar ve okumalar yapmıştım. Bu birikimim Ahtapotun Rüyası’nı da besledi. Ayrıca Altay Türk Destanları, Anadolu Masalları, Gulyabani, Alkarısı gibi kültürümüzün hayal gücünü yansıtan pek çok eseri ve karakteri inceledim, özümsedim. Bu konulara merak duyanlara Bahaeddin Ögel’in iki ciltlik Türk Mitolojisi isimli çalışmasını ve Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun Bozkır Rüzgârı isimli kitabını önerebilirim. Tabii Dede Korkut Hikâyeleri başlı başına zengin bir kaynak.

Hasan ve Dağkuşu’nun ortak özelliği geçmişten getirdikleri, başta farkında olmadıkları acıları, yalnızlıkları ve geçmişe takılı kalmaları. O nedenle zaman farklı olsa da birbirlerini buluyorlar. Bu bir hayat sınavı mıdır?

Hasan ve Dağkuşu iki yalnız ruh. Zamanın farklı dönemlerinde, farklı sebeplerle kaybolmuş, canlarını acıtan bir döngüye hapsolmuşlar. Geçmişte yaptıkları hatalar ve başa çıkamadıkları bağımlılıkları nedeniyle kendi benlikleriyle barışamıyorlar, bu döngüden tek başlarına kurtulamıyorlar. Bunu yapabilmek için birbirlerini bulmaya ve yardımlaşmaya gereksinimleri var. İnsanlar böyle durumlarda onları anlayacak, yalnız olmadıklarını hissettirecek, yürümek zorunda oldukları zorlu yolda onlara güç verecek dostlara ihtiyaç duyarlar. Ancak birbirimize destek olarak ayakta durmayı ve içimizdeki iyiyi keşfetmeyi başarabiliriz.

"İlham kaynağım evdeki gerçek masa!"

Ahtapotun Rüyası’ndaki ahtapot imgesinin kolları ile Dağkuşu’nun masadan çıkan elleri arasında kavramsal bir benzerlik kurmak mümkün mü? Bu bir çeşit düşünce illüzyonu mu, yoksa korkuların hayatımızı saran öğelerine mi dikkat çekiyor?

Dağkuşu’nun içine hapsolduğu masanın ilham kaynağı evimdeki gerçek bir masa. Tablasındaki tahtalar kitaptaki gibi eski balıkçı teknelerine ait. Çok farklı renk tonları var üzerinde. Satıcı masa hakkında bize bilgi verirken aklımda bir öykü canlanmıştı. “Kim bilir o balıkçı teknelerinde ne umutlar, ne heyecanlar, ne mücadeleler yaşanmıştır” diye düşündüm. Eşimle “Belki o balıkçıların hayaletleri bu masanın içinde yaşıyordur” diye şakalaşmıştık. Bu öyküyü Ahtapotun Rüyası’na eklemek, zihnimde yer eden o hayaletlere can vermek istedim. Masadaki kadın sadece Hasan’da değil, hayatlarına dokunduğu herkeste bağımlılık yaratıyor. Ahtapotun yapışkan kollarının bize yapışıp özgürce hareket etmemizi engellemesi gibi, bağımlılıklar da bizi hapsediyor ve sınırlıyor. Bu açıdan Dağkuşu’nun ellerinin hareketleri, Hasan’ın Rıfat Efendi’nin havuzunda gördüğü dev ahtapot, yine Hasan’ın zihin dünyasındaki ahtapotlar bu metaforla bütünlük içeriyor.

Kitap bağlılık ve bağımlılık üzerine, denebilir. Bağlılık ve bağımlılık arasındaki ince çizgiyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çoğumuzun farklı düzeylerde bağımlılıkları var. Bazen farkında oluyoruz, bazense olmuyoruz. Alkol, sigara, kumar gibi sosyal bağımlılıkları kolayca ayırt ediyoruz. Ama bağımlılık çok daha geniş bir kavram ve çok daha yaygın bir sorun. Bir insana bağımlı olabiliriz; satın alma dürtüsüne bağımlı olabiliriz; sosyal medyaya, beğenilmeye, kazanma duygusuna bağımlı olabiliriz... Bağımlılıklarımız yüzünden kendimize ve başkalarına zarar verebiliyoruz. Bize zarar veren insanlardan kopamıyoruz, ruhumuzu zedeleyen ortamlardan ayrılamıyoruz. Bazen bu bağımlılıkları bağlılık, aşk, tutku, hobi gibi olumlu duygularla ve eylemlerle karıştırabiliyoruz ya da onlarla başa çıkamamaktan korkup kendimizi bu şekilde kandırma yoluna gidiyoruz. Bunlar bazen masum alışkanlıklar gibi görünürken, farkında olmadan hayatımızı ciddi bir biçimde etkiliyor.

Ahtapotun Rüyası’nı kendisiyle ve korkularıyla yüzleşenlerin değişimi olarak yorumlanabilir mi?

Kitapta anlattığım gibi bir bağımlılığımız varsa, bunu geç olmadan fark etmeli ve bu yapışkan vantuzlardan kurtulmak için mücadele etmeliyiz. Eğer yaşadığımız bir olay ruhumuzda derin bir iz bırakırsa, o andan sonra yapacağımız seçimleri, davranış biçimlerimizi, kişiliğimizi şekillendirir. Benzer durumlarda benzer tepkiler vermeye başlarız. Aynı hataları tekrarlayan bir insanın aynı acıları yaşaması da sürpriz olmaz. Örneğin terk edilme korkusunun bize yaptıracağı yanlışlar başka kişiler tarafından da terk edilmemizi kaçınılmaz hale getirebilir. Hayatımızı olumsuz etkileyen bu tür davranış biçimleri de bir bağımlılık halini alabilir. Bu boyun eğmemiz gereken bir kader değil, karanlık bir döngü. İçine düştüğümüz bu döngüyü fark edip gereken mücadeleyi verirsek çıkış yolunu bulabiliriz. 

"Yeni bir söz söylemek lazım"

Bir yazar için ahtapotun kolları yaptığı işin yabana atılması ya da işini sıradan yapması mıdır?

Her kitabıma okurlarıma yeni bir deneyim yaşatabilme heyecanıyla başlıyorum. “Kurguda, karakterlerde, zamanda ve mekânda ne tür yenilikler deneyebilirim?” düşüncesi beni yönlendiriyor. Daha önce kitaplarımda Türk mitolojisinden farklı ilham kaynakları kullanmıştım. Ama doğrudan bu konuyu temel alan bir kitap yazmamıştım. Ahtapotun Rüyası’nda Dede Korkut’u, Tepegözü, Şahmeran’ı, Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki karakterlerden Basat’ı, Selcan Hatun’u kullanmak benim için heyecan verici oldu. Ayrıca Abra gibi, Anadolu mitolojsinden ilham aldığım, çok bilinmeyen karakterleri de kullandım.

Osmanlı Cadısı’nda Osmanlı döneminde geçen bir öykü ile İstanbul’un 2500’lü yıllarında geçen bir öyküyü paralel kurgu ile anlatmıştım. Romanın sonlarında farklı zamanlarda geçen iki öykünün aslında birbirinin uzantısı olduğu ortaya çıkıyordu. Bu romanda ise gerçek dünyada geçen olaylarla ölüler diyarında geçen olayları birbirine bağlarken, bir noktada gerçek ile fantazyanın iç içe geçtiği bir kurgu tasarladım. Google’ın yaptığı bir araştırmaya göre bugüne kadar 150 milyon civarında farklı kitap basılmış. İnsanların hayallerini, düşlerini, tutkularını yansıtan bunca kitabın yanına bir tane daha koymak için yeni bir söz söyleyebilmek lazım. Aksi takdirde sıradan bir kitapla bu kalabalığı artırmanın anlamı yok.

"İçimi acıtanları yazıyorum"

Kitapları liselerde gençlere yaratıcılık üzerine okutulan bir yazarsınız. Bu iş nasıl başladı ve size gençlerden geri dönüşümü nasıl?

Ben kitaplarımda gerçek dünyada içimi acıtan, canımı yakan, üzerinde düşünmeye değer bulduğum konuları işliyorum. Irkçılık, soykırım, farklı inançlara ve kültürlere karşı beslediğimiz anlamsız düşmanlıklar, otoriter rejimler, doğadan kopuşumuz ve bunun ruhumuzda yarattığı tahribat, bağımlılıklarımız, bugüne kadar kitaplarımda işlediğim başlıca temalar oldu. Bu temaları hayalimde kurguladığım fantazya ve bilimkurgu evrenlerine taşıyorum, yarattığım yeni ırklar ve kültürler aracılığıyla anlatıyorum. Çünkü hayal kurmayı ve bu hayalleri insanlarla paylaşmayı, düşlerimle hayata renk katmayı seviyorum. Sanırım öğretmenler hem işlediğim temaları öğrencileriyle paylaşmayı ve üzerlerinde konuşmayı anlamlı buluyor hem de öykülerimin fantastik yönünü gençlerin yaratıcılığı açısından faydalı görüyorlar. Okullarda yaptığım konuşmaları, kitaplarımı okuyup seven Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin davetleri tetikledi. Bu sohbetler öğrenciler ve öğretmenler tarafından heyecanla karşılanınca farklı okullardan da davet gelmeye başladı. Bu taleplere mümkün olduğunca olumlu yanıt vermeye çalışıyorum, çünkü gençlerle bu konular üzerine konuşmayı anlamlı buluyorum. Sohbetlerimiz bugüne kadar çok keyifli geçti, bundan sonra da böyle olacağını düşünüyorum.

"Bilimkurgu yazılmıyor, icat çıkmıyor"

Fantastik edebiyata emeği geçen yazarlardan birisiniz. Bir okuyucu olarak eskiden fantastik kitap okuduğumda masal gibi gelirdi, bugün geldiğimiz noktada okuduğum fantastik kitaplar artık bana gerçek gibi geliyor. Siz fantastik edebiyatın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Fantastik edebiyat ve bilimkurgu geçmişte ülkemizde pek ciddiye alınmıyor, ucuz edebiyat olarak görülüyordu. Bu önyargı yazarların sevseler bile bu türlerde yazmalarını ya da yazdıklarını okurlara ulaştırmalarını zorlaştırıyordu. Edebiyat dergilerinde bu türlerde bir öykü yayınlatmak, roman ödüllerinde bu türde bir kitapla dikkat çekmek neredeyse imkânsızdı. Geldiğimiz noktada ise gerçekten iyi yazılmış bir fantastik romanın diğer türlerden farksız bir şekilde, edebiyatın güçlü bir unsuru olabileceğini göstermiş olduk diye düşünüyorum. Artık edebiyat öğretmenleri bu türlerde kitapları öğrencileri için okuma listelerine alıyor, üniversitelerde fantazya ve bilimkurgu üzerine tezler yazılıyor. Sadece benim romanlarım üzerine yazılmış 10’un üzerinde tez olduğunu biliyorum; birçoğu yazılırken akademisyen dostlar bana ulaşıp çeşitli sorular yönelttiler. Ülkemizde fantazya ve bilimkurgu türünde pek kitap yazılmıyor, ama aynı şekilde pek icat da çıkmıyor. Fantastik ve bilimkurgunun çok fazla yazıldığı ülkelere baktığınızda, bu topraklarda hayal gücünün her alanda teşvik edildiğini görürsünüz. İngiltere, Amerika, Japonya gibi ülkelerden Yüzüklerin Efendisi gibi romanlar, anime-manga gibi yeni fantazya türleri, Yıldız Savaşları gibi filmler çıktığı gibi, teknoloji alanında daha önce denenmemiş buluşlar, tıp dünyasında yaratıcı tedavi şekilleri, yepyeni iş fikirleri de çıkıyor. Toplumları geliştiren yeni fikirlerdir. Bu fikirler de hayal gücünden beslenir. Dünyada fantastik edebiyat ve bilimkurgu Ursula K. LeGuin, Frank Herbert, Neil Gaiman gibi yazarlar sayesinde uzun yıllar önce saygın bir yere geldi. Ülkemizde alınacak daha çok yol var, ama ben az yürünmüş bir yolda yürümenin kendine has heyecanını seviyorum.

•