“Toplumsal dönüşümler, siyasetle uğraşan insanlar üzerindeki baskıdan daha önemli”

Ayşe Düzkan: “İnsan, umut eden hayvan değildir. Her zaman umut etmesek de olur. Umuda çok anlam yüklendiğini düşünüyorum ve çok da umutlu olduğumu söyleyemem tabii…”

13 Aralık 2018 14:13

Feminist gazeteci, yazar Ayşe Düzkan’ın son kitabı 05 17, Kasım ayı sonunda okurla buluştu. Güldünya Yayınları tarafından yayımlanan kitap, yazarın daha önce çeşitli mecralarda yayımlanmış yetmişin üzerinde yazısını ve yeni yazılarını bir arada sunuyor. Kitap sevincinin yaşandığı günlerde ise kapatılan Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için bir günlük nöbetçi genel yayın yönetmenliği yapanlar hakkında açılan dava sonuçlandı. Ayşe Düzkan ve Ragıp Duran’a ile haberlerinden dolayı Hüseyin Bektaş ve Mehmet Ali Çelebi’ye 18’er ay, gazetenin Eş Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Aykol’a ise iki yıl hapis cezası verildi. Okurlarına, “görüşmek üzere…” başlıklı yazısıyla bir süreliğine veda eden Ayşe Düzkan’la yeni kitabını, cezaları, toplumsal muhalefeti ve elbette feminist hareketin dününü ve bugününü konuştuk.

Kitabın adıyla başlayalım… 05 17’nin anlamı ve önemi nedir?

Eğer feminist olmasaydım ve o iş bir hareket hâline gelmeseydi büyük ihtimalle yazı yazmayacaktım. Tabii ki ben de kuşağımın çoğu gibi solcuydum ama feminizmle tanıştıktan sonra yazmak zorunda hissettim çünkü yazan çok az insan vardı. 17 Mayıs 1987’de, İstanbul Yoğurtçu Parkı’nda düzenlenen “Dayağa Hayır” mitingi bizim açımızdan çok önemlidir çünkü o mitingle bir politik hareket olacağımızın sinyalini verdik. O miting öncesi, “On beş kişi olsak da yaparız,” diyorduk ama gerçek bir miting oldu. O mayanın tutacağının işaretiydi. O sene bizim için çok önemliydi çünkü ilk defa o sene izinsiz 8 Mart bildirisi dağıttık. İlk feminist dergi olan Feminist'i çıkarttık. Hamileydim. Bütün o kadın dostluğu açısından büyülüydü. Feminizm politik kimliğimin bir parçası, benim için çok önemli ama aynı zamanda da yazar olarak ilham kaynağım. 1905 ve 1917 devrimlerinin hatırlattığı o deneyim de benim için çok önemli bir ilham kaynağı. Dolayısıyla bu önemli tarihleri anımsattığı için 05.17 ismi tercih ettim.

05 17, Ayşe Düzkan, Güldünya YayınlarıFeminizmle tanıştıktan sonra yazmaya başlamanız, Virginia Woolf’un, “Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın” demesinin pratiğe geçmesi gibi sanki…

Evet, elbette. O biraz daha edebiyatı kastediyor sadece. Benim kuşağımdaki feministler dev bir baskı kuşatması altında feminist oldu. Bu durum belli hırçınlıklar da katmıştır tabii ki ama aynı zamanda da güç verdi. Feminist olunca yazmaya başlamanın yanı sıra büyük bir iştahla okumaya da başladım. Eskiden de okumaya meraklıydım ama feminizm konusunda elime ne geçerse hatmettim. Aslında birçok kadın gibi ben de daha gençken sol yayınları okudum. Ama gençtim ve henüz emekçi değildim, ilk deneyimlediğim baskı ve sömürü, kadın olmamla alakalıdır; emekçi olduktan sonra da solun söylediklerini deneyimledim. Feminist hareket daha fazla politik bir özne olmamı sağladı. Dolayısıyla yazmak büyük bir ihtiyaçtı. Başta belki “şuna da cevap verelim”, “buna da yanıt verelim” diye ilerlemiş olabilir ama daha sonra kendi derdimizi anlatalım istedik. Ben çok geç yazar oldum. Belli bir disiplinle Pazartesi Dergisi’nde yazmaya başladığımda 35’imi geçmiştim. Ana akımda da alternatif medyada da çalıştım ve yazdım.

Hangi mecra olursa olsun tarihe feminist bir bakış açısıyla not düşmenin ayrı bir önemi var mı?

Tabii ki ama benim yazdıklarım o kadar iddialı mı, bilemiyorum. Bir tarih anlatısı değil benim yazdıklarım ama bir not düşmek olabilir. Yıllar içinde ilgi alanlarım da değişti. Pazartesi Dergisi’nde popüler kültür üzerine çok yazardım mesela. Çünkü magazin denilen popüler kültürün patriyarkanın ideolojik aracı olduğunu düşünüyorum. Sonra ilgi alanlarım değişti. Şu an hiç klip izlemiyor olabilirim. 90’larda pek çok insan gibi ben de Kürt meselesiyle tanıştım ve Kürt meselesi üzerine okumaya, düşünmeye, yazmaya başladım. Bizim için “Kürt meselesi için Kürtlerle dayanışan aydınlar” falan diyorlar ya aslında ben, birazcık entelektüel olduysam feminizmi, Kürt meselesini anlamak için entelektüel oldum. Entelektüel olduğum için bunlara ilgi duymadım. Bu yüzden, kendimden “yazı emekçisi” diye bahsetmeyi tercih ederim.

Kitabınızın önsözünde, “Bugün ne yazarsam yazayım feminist metodolojiye, insiyaki bir biçimde başvurduğumu görüyorum”  diyorsunuz. Kürt meselesine feminist metodolojiyle bakmak nasıl bir fark yaratıyor?

Bunun birkaç boyutu var: Bir tanesi, öznel deneyimi yazının parçası hâline getirmek. Özel olan politik tabii ama öznel deneyim derken illa kendi deneyimim demek değil. Çocuklarını kaybetmiş bir kadın ne yaşıyor; o da var ama bu konuda teori de olabilir. Ya sadece öznel deneyim yazılıyor ya sadece teori ya da haber; bunları bir araya getirmek feminist metodolojinin bir parçası. İkincisi ise herhangi bir konuda ezen-ezilen ilişkilerini görerek yazmak. Bir de nereye bakarsam bakayım toplumsal cinsiyet meselesini görüyorum. Feminist olduğum için böyle bir refleksim yok, tam tersine bu refleksim olduğu için feminist olduğumu düşünüyorum.

Üslup da feminist metodolojiye dâhil değil mi? Yukarıdan, buyuran ve hatta parmak sallayan bir üslupla değil de okurla eşit ilişki kurarak yazmak…

Feminist olduğunu iddia eden ve senin deyiminle “parmak sallayan” çok metin var. Parmak sallayan değil ama benim de alay ve öfkeyle yazdığım metinler vardı. Yaşım ilerlediği için değil, feminizmin meşruiyeti arttıkça ben de daha alçakgönüllü yazdığımı, daha az kırıcı olduğumu fark ediyorum. Yazdığınız şey çok gayrimeşruysa insanda ister istemez bir hırçınlık oluyor. Onun dışında temel birtakım takıntılarım var diyebilirim. Bunlardan bir tanesi, teoriyi akademiden kurtarmak. Bir süredir, feminist hareket ve sol, akademiye mahsus bir şey gibi görülüyor. Akademi dışında üretilen ideolojik metinler dikkate alınmıyor. Küresel Güney ve küresel Doğu’ya bakmak da takıntılarım arasında. Bir de kadın yazarlara biçilen bir rol var: “acılarımızı ifade edelim.” Sadece duyguları ifade edelim, sadece acıyı, dramı yazalım. Hiç benimsemediğim, kendimi ait hissetmediğim bir şey. Hep meydan okuyan, dalga geçen bir dil tercih ettim ama bunlar benim kişisel tercihim tabii. Sallanan parmaklar da sallanmış artık, n’apalım. Hizaya sokmak iyi bir ikna yöntemi değil diye düşünüyorum. Meydan okuma, alaya alma, ikna etmeye çalışma iyi bir yöntem. Ama tabii herkes meşrebine, fıtratına göre yazıyor.

Size has bir yöntem de metinlerinizde küçük harf kullanmanız. Kitabınızın arka kapağında da ironik bir biçimde büyük harflerle “KÜÇÜK HARFLE, BAĞIRMADAN, YÜKSES SESLE” yazıyor.

İlk feminist dergisinde yazan tüm kadınlar küçük harfle yazıyordu, kimse büyük harf kullanmıyordu. Kızıl Ordu da metinlerinde küçük harf kullanıyor. Çok pratik bir şey küçük harfle yazmak. Sonra internetle, sosyal medyayla falan bu çok yaygınlaştı fakat ben yazmaya başladığımda bu kadar çok yazacağımı düşünmüyordum. Mesela, editörüm, “Bu böyle olmaz” derse hiç ısrar etmiyorum ama birçok editörüm de bana bu konuda karışmadı. Hakikaten çok lüzumsuz bir şey.

Kitabın içinde feminizmden Kürt meselesine, Filistin’den Ezhel’e farklı konularda, farklı mecralarda yazılmış yazılar var. Seçimi hangi kritere göre yaptınız?

Çok güncel olmamasına dikkat ettim. Bugün de okunduğunda bir anlamı olsun istedim. İçinde birkaç tane hiç yayınlanmamış yazı var. Hepsini yeniden yazdım diyemem ama gözden geçirdim. Bir de ben, okurun “vay be, ağzına sağlık” dediği yazar olmak istemiyorum, duygularını ifade edecek yazar olmaktan kaçınıyorum. Başka birçok konuda yazdım ama burada, başkalarının pek ifade etmediği ya da benim gözüme çarpmayan konulardaki yazıları seçmeye çalıştım. Hem özgün olsun istedim hem de iki yıl sonra da okunduğunda güncelliğini yitirmemiş, hâlâ anlamlı olacak yazılar olmasına dikkat ettim.

Keşke iki yıl sonra okuduğumuzda tüm bu konular anlamını yitirmiş olsa tabii…

Keşke ama… “İnsan düşünen havyandır”, “İnsan politik hayvandır” sözleri falan var ya bence insan, umut eden hayvan değildir. Her zaman umut etmesek de olur. Umuda çok anlam yüklendiğini düşünüyorum ve çok da umutlu olduğumu söyleyemem tabii…

Böyle söylüyorsunuz ama kitap, 1989 ile 1997 yıllarındaki 8 Mart’larda yaptığınız konuşma metinleriyle başlıyor. Ve,  “birlikte okunduklarında yola çıktığımız noktayı, ulaştığımız yeri ve eksikliklerimizi (örneğin LGBTİ+ konusu hiç yok!) yansıttığına inanıyorum,” diyorsunuz. Bugünden baktığımızda hem feminizm hem de LGBTİ+ hareketi açısından bir yol katedilmedi mi?

1987’deki eylemde kürsüde bir trans vardı. Aramızda da trans kadınlar vardı. Bir de o zamanlar LGBTİ+ hareketi de böyle değildi. Feminist hareketin içinde lezbiyenler de vardı ama bunlar üzerinden konuşmuyorlardı. 1997’deki ikinci metinde mesela, Kürt meselesi var, neoliberalizm var ama LGBTİ+ yok. Bu çok büyük eksiklik artık o yıllarda. 1987 mitinginden sonra biri bana deseydi ki, “Yirmi yıl sonra 8 Mart’ta binlerce kadın yürüyecek” inanır mıydım, bilmiyorum. Bugün Türkiye’nin hangi kentine giderseniz gidin orada feminist bir örgütlenme, dayanışma ağı bulabilirsiniz. Aynı şey LGBTİ+ hareket için de geçerli. Müthiş bir şey bu, beni de çok heyecanlandırıyor. Bir yandan da çok parlak durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Bir hareketin sokakta gösteri yapabilmesi, ayakta olması başarı anlamına gelmiyor. Sonuç alabilmesi lazım. Biz, bugünden değişim istiyoruz, halkın yönetime gelmesini istiyoruz. Bir yandan da mevzilerimizi korumaya çalışıyoruz; kürtaj hakkında olduğu gibi. Bir yanıyla da çok büyük bir saldırı var. O saldırı kadınları feminizme itiyor. Adını feminizm koyması önemli değil. Bir de tabii hayal kırıklığı içinde olan geniş bir erkek kesimi var. Bunların hınçlarını çıkarabilecekleri iki kesim var; kadınlar ve LGBTİ+’lar. Aşırı sağcı hükümetler de buna göz yummak zorunda. Adam hıncını bir yerden çıkarsın diye bakıyor.

Yani hükümetler, hayal kırıklığı sonucu oluşan öfke kendisine yönelmesin diye mi erkek şiddetine göz yumuyor?

Bir sibop yani. Patriyarka zaten var, ona bir şey demiyorum ama böyle bir durum da var. İktidar, işsiz adamın öfkesi kendisine yönelmesin diye kadına istediğini yapabileceğini söylüyor bir biçimde. Büyük mitingler güç gösterisi tabii ama bu aşamada etkisiz olduğunu düşünüyorum; talepler elde edilmiyor. Kadın hareketi daha somut taleplerle ilerler aslında. Tüm dünya için söylüyorum bunu da. Mesela Amerika’daki büyük kadın yürüyüşü; bir sonucu yok ve sadece Amerika’dan bahsediyor. Amerika’nın başka ülkelerdeki kadınlara yönelik suçlarına dair tek kelime etmiyor. Oradaki Müslümanlara yönelik bir şey diyor ama Amerika’nın başka ülkelerdeki kadınlara yaptıklarına dair hiçbir şey söylemiyor. Suriyeli kadın olsan sinir olursun. Ben bile oluyorum. Büyük güç gösterilerinin somut talepleri olması gerekiyor. Ama mesela, “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” farklı; somut bir talep var. Kürtajın yasaklanmasına karşı yapılan eylemler farklı; somut bir talep var. Türkiye’de de iki talep ön plana çıkıyor: Birincisi, erkek şiddetinin cezasız kalmaması; ikincisi, evlilik sözleşmesinden doğan haklara yönelik saldırının durdurulması.

Kitapta da yer alan 20. Sığınaklar ve Dayanışma Merkezleri Kurultayı’nda yaptığınız konuşmada da, “hareket şiddetle mücadeleye hapsedildi. Şiddet aslında sömürünün ve baskının ta kendisi değil, aracıdır” diyorsunuz…

Evet evet, şiddetle mücadele yetmez ona yol açan toplumsal ilişkileri değiştirecek bir mücadele de gerekir, kadınları güçlendirecek, erkekleri değiştirecek bir mücadele. Bu, kadınların ücretli çalışmasını desteklemekten romantik kalıpları değiştirecek romanlar, filmler, şarkılar üretmeye kadar uzanıyor…

Tüm bu söyledikleriniz doğrultusunda, “Kazanımları kaybediyoruz” diyebilir miyiz peki?

Tabii ki diyebiliriz. Biz kaybediyoruz, sınıf hareketi kaybediyor, barış masası devrildi… Kaybediyoruz. Yükselen herhangi bir baskıcı iktidarı sadece siyasal baskıyla özdeşleştirmek gibi bir yanlış alışkanlık hâsıl oldu. Toplumsal dönüşümler, siyasetle uğraşan insanlar üzerindeki baskıdan daha önemli. Nafaka hakkının gasp edilmeye çalışılması, kıdem tazminatına yönelik saldırı, barış masasının devrilmesi vs… Bunlardan bahseden insanlara yapılan baskı işin ikinci boyutu. Kitleleri harekete geçirecek olan şey, benim Özgür Gündem Davası’ndan hapis yatacak olmam değil, barış sağlanamadığı için çocuğunun canından olması olacak. Politika yaparken orada bir problemimiz var; bunu da herkes için söylüyorum.

Feminist hareket, sınıf hareketi ve Kürt meselesi üzerine düşünen, yazan biri olarak çözüm öneriniz var mı?

Yani bütün cevaplar bende diye düşünmüyorum tabii ama evvela kahramanlardan vazgeçelim. En temel iki şey var bence: Birincisi, kutuplaşmayı aşmak lazım. Kutuplaşmayı iktidarın yönetim aracı olarak görüyoruz. Kimse kimseyi dinlemez hâlde. Buna hizmet edecek hiçbir şey yapmamak lazım. Bizim derdimiz AKP’nin politikalarıyla. Dolayısıyla, “Salak bunlar, çomarlar” falan utanç verici söylemler. Kitleler kendilerine aşılanmış, dayatılmış yanlış bilinçten ötürü sorumlu tutulamazlar. Ondan bizim, o işe talip olanların sorumluluk hissetmesi gerekiyor. İkincisi, Türkiye çok büyük bir coğrafya. Her yerde farklı talepler ve öncelikler var. Onların hepsini sahiplenmek, benimsemek ve gündeme getirmek lazım. Politik mücadeleyle bir şeylerin çözülebileceğini göstermemiz lazım. Yan unsur olarak da dili değiştirmek lazım sanki. Kitlelere yönelik çok akademik bir dil kullanıyoruz, kendi içimizde ise “Ne yapacağız?” dediğimizde “Direneceğiz!” diye ajitatif bir dil var. Tam tersi olması lazım. İnsanların derdine derman olacak şeyler söylemek sanki daha yararlı.

“Kitleleri harekete geçirecek olan şey, benim Özgür Gündem Davası’ndan hapis yatacak olmam değil” dediniz ama bir yanda bu politik bir davaydı bu. Aldığınız ceza, bu konularda yazmaktan vazgeçirecek mi sizi?

Başka bir şey bilsem, belki. Bu ceza zaten yazmaktan da olmadı. Bildiğim konular belli, yazacaksam da benim işim bu, yine bunları yazacağım ve dayanışmaya da devam edeceğim. Ama şunu da görmek lazım; sol yayınlar içinde bir feministe köşe açan yalnızca onlar oldu. Bir sürü sol yayın oldu ama hiçbirinden teklif almadım. Bunda oradaki kadın uyanışının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama nöbetçi yayın yönetmenliğini kabul ettiğimde DİSK Basın-İş yönetim kurulundaydım ve bu meselelerin bir tür dayanışmayla hâlledilebileceğini düşünüyorum. Hiç düşünmeden o şekilde kabul ettim. “Onların bize ihtiyacı var” anlamında söylemiyorum, öyle bir şey yok çünkü. Bizim bu dayanışmaya ihtiyacımız var. Bizim barışa ihtiyacımız var. Benim kendi ihtiyacım bu. Başka da bir yolunu bilmiyorum.