Seni hep muzip gülümsemenle hatırlayacağız

"Bizcileyin kimileri, şimdi bulabildiği her olanakla, var olduğu her yerde savaşı sürdürmekle yükümlü" diyordu 1983'te Türkiye Postası'nda; "boyun eğmeden, sinmeden, yılgınlığa kapılmadan… Mahpushanede, işkence masasında, kaçakta, göçekte, sürgünde… Her olanağı cimrice değerlendirerek, her zaman dilimini sonuna kadar kullanarak savaşmak… Ötesi boş laf, gevezelik.”

Hayatımız boyunca bize yol gösterecek, sevecek, kollayacak, sorunlarımıza çözüm önerecek, sevincimizle sevinecek, üzüntümüzle üzülecek, vefalı ve bilge birilerinin varlığını hep yanıbaşımızda hissetmişizdir. Baba gibi, ağabey gibi, arkadaş gibi, yoldaş gibi…

Araya hastalıklar, mahpusluklar, ülkeler ve hatta kıtalar girse de, uzun zaman görüşemeseniz de, konuşamasanız da onun varlığı size güç verir. Tıpkı Kuzey Yıldızı gibi… Sadece geceleri görürsünüz Kuzey Yıldızı’nı ama gündüzleri de orada, gökyüzündedir. İnsanlık tarihinden beri yol gösterir bu yıldız ve hep aynı yerdedir. “Demirkazık” diye anılması da ondandır.

Eğer böyle bir veya birkaç kişi girmişse hayatınıza şanslısınızdır ki ben öyleyim. Onlardan birini daha önce yitirmiştim. Aydın Engin, Aydın ağabey benim yitirdiğim ikinci kişi. Aramızdan ayrılalı henüz birkaç gün oldu. Ardından yazılanları okuyanlar görüyor ki, yazıyla ya da yüz yüze iletişim kurduğu hemen herkeste silinmez izler, anılar bırakmış.

Aydın ağabeyin ardından yazmanın zorluklarından söz etmeyeceğim. Kendisi ne demişti, daha doğrusu ne yazmıştı ölenin ardından yazma konusunda? 17 Haziran 2000’de Mîna Urgan’ın vefatı üzerine Cumhuriyet gazetesindeki “Tırmık” adlı köşesinde yayınlanan “Bir Kuşaktırlar: Mîna Urgan” başlıklı yazısında şöyle yazıyordu:

“Ağabeyim, ustam Mustafa Ekmekçi’nin sessiz vasiyetiydi, ‘ölünce ardımdan yazma’ dediydi. ‘Musalla taşı yazılarından hoşlanmıyorum’ diye eklediydi.

Vasiyetini tutmadım. O ölümün eşiğindeyken de, ölümünden sonra da yazdım. Neredeyse ‘hem ağladım hem yazdım’. Ama ‘musalla taşı yazıları’ benzetmesi hiç aklımdan çıkmadı. Ölenin ardından yazılanlarda hep o tedirginliği duydum.

Ağır hasta olduğunu, belki de geri dönüşsüz bir yola girdiğini öğrendiğimde, kendi kendime ‘İşte tam da sırası’ dedim. ‘Mîna Urgan sağken de diyeceğini. İşte tam da sırası; musalla taşı yazısı yazmamak için işte sana bir fırsat.’

Olmadı. Henüz soluk alan, henüz gülümseyen bir Mîna Urgan hakkında yazmaya elim de varmadı, dilim de. Sonra haber geldi: Beklenen oldu, Mîna Urgan gözlerini bir daha açmamak üzere yumdu.

Affet beni Aydın Ağabey, affet… Yazmak isteğime engel olamadım. Cesaretimi bağışla.

Hemen herkes vefatının ardından biyografisini okuduğundan, tekrarlamayacağım. Öyle çok iş yapmış ki ömrü boyunca, hangisini saymakla başlayayım bilemedim. Gazeteci, senaryo yazarı, oyun yazarı, yazar, oyuncu, radyocu, Hukuk Fakültesi’nde okurken daktilosuyla ekmek parasını çıkarmak için dizgici, kaçak gittiği Almanya’da on iki yıl boyunca süren “siyasi göçmenliği” sırasında taksi şoförü…

Aydın Engin, üniversite yıllarında.

Elbet bir de devrimci hayatı var söz etmemiz gereken. Öğretiyi hayatına uygulayan her Marksist gibi o da “somut durumların somut tahlili” diyerek, olana ya da olacağa ağlamak, bir ömür boyu sızlanmak yerine gerçekle yüzleşmeyi, gerçeği kabul etmeyi ve sorunlara çözüm getirmeyi başaran nadir kişilerdendi. Ve bu yüzden gençliğinden vefatına dek uzanan siyasi yaşamında bir sosyalist olarak üstüne düşenden fazlasını yaptı, “küçük iş ya da büyük iş” demeden hemen her “işe” koşturdu. Birikimi, ileri görüşlülüğü ve örgütçülüğüyle genç yaşta davayı omuzladı.

Tıpkı, kadim dostu sevgili Gençay Gürsoy’un 12 Şubat 2021’de, T24’e 80. yaşını kutlamak için yazdığı “80’lik olmak o kadar da zor değil!” başlıklı yazısında dediği gibi:

“O yılların Aydın Engin’i doğduğu ve ilk gençliğini geçirdiği Ödemiş kültürüyle Yeşilçam bıçkınlığını meczederek benimle aynı dönemde (1962) Türkiye İşçi Partisi’ne girmişti. Bir grup üniversite öğrencisi olarak biz gençlik kollarında saha dışında top toplarken, Aydın’ın bizden küçük olmasına rağmen parti kurucusu sendikacılara akıl hocalığı yaptığını sonradan öğrendim.”

Tiyatro sevdası

1963-1964 yılları arasında Türkiye İşçi Partisi (TİP) yükselirken, Kadıköy İlçe Gençlik Kolları Başkanı olan Aydın Engin, 1964’te Erzincan’da yedek subay öğretmen olarak askerliğini yaparken Aykırı adlı oyununu kaleme aldı. Yeşilçam’ın Yeşilçam olduğu, gece gündüz harıl harıl film çekildiği yıllarda senaryolar yazdı. Yılmaz Güney’le tanıştıktan sonra da onun “gölge yazarı” oldu. Kendi anlatımıyla “senaryoyu yazmaya yetişemeyip sette çalışmaya başladığı, daktilosundan çıkan kâğıtların hemen orada çekildiği” yıllarda senaryoları imzasız ya da takma isimlerle yer aldı filmlerin jeneriklerinde.

Üniversite yıllarında Gençlik Tiyatrosu’nda amatör olarak tiyatroyla ilgilendi. Bu ilgisi onun tiyatroculuğu meslek olarak seçmesine neden oldu, üniversiteyi bıraktı. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda hem oyuncu hem de dramaturg olarak çalışmaya başladı. Yazdığı Aykırı adlı oyun 1965 yılının açılış oyunu olarak sahnelendi. O yılları 2018’de aramızdan ayrılan usta sanatçı Gülriz Sururi’den okuyalım. Sururi, 2002’de kaleme aldığı Kıldan İnce Kılıçtan Keskince adlı anı kitabında Kelepçe oyununda beş kişi oynadıklarını, bunlardan ikisinin kadroya yeni katılan gençler olduğu anlatır. Ali Poyrazoğlu ve Müjdat Gezen’dir bu iki genç oyuncu. Ve devam ederek Aydın Engin’den şu satırlarla söz eder:

“Tiyatromuzda ayrıca Aydın Engin diye ufak tefek, cin gibi bir genç daha var! Zilli Zarife’den beri. Bir oyun yazmış. Adı Aykırı. Haftanın belli günlerinde de Aykırı’yı oynamaya karar veriyoruz.”

Devam edelim… Gülriz Sururi ertesi yıl yazdığı Bir An Gelir adlı kitabında Aydın Engin’den yine bahseder. Aykırı oyununun sahnelendiği yıl, bir dizgi hatası olsa gerek, 1968 olarak geçer. İşte, Gülriz Hanım’ın “çok sevmiştim o oyunu” dediği Aykırı oyunu üzerine yazdıkları:

“Aydın Engin eski dost, tiyatromda oynamış. Ayrıca yazdığı Aykırı isimli bir oyunu oynamışız, yıl 1968. Kürt sorununu bir aşk hikâyesi içinde işleyen bir oyundu Aykırı. Çok sevmiştim o oyunu. Biraz geriye bakınca düşünmeden edemiyorum; yıl 1968 ve biz Kürt sorununu gündeme getirmeye, insanları bu konuda bilinçlendirmeye çalışıyoruz! Eee… Sen aptal olmasan, ben aptal olmasam, o aptal olmasa nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa, Aydın bugün başarılı gazeteciliğinin yanına radyoculuğunu da ekledi.”

Aydın Engin, 1961’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken, öğrencilerin amatör tiyatrosunda, 2013’te aramızdan ayrılan usta oyuncu Tuncer Kurtiz’le tanışmıştı. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda da birlikte çalışıyorlardı. Aykırı  oyununu okuyan Tuncel Kurtiz, “Bu oyun oynanacak” der; gerisini Aydın ağabeyin 28 Eylül 2013’te, T24’e yazdığı “Tuncel Kurtiz’in Ardından...” başlıklı yazıdan aktaralım: “Oynandı da… Gülriz Sururi-Engin Cezzar Topluluğu’nun 1965 mevsiminde açılış oyunu oldu. Başrolünü Tuncel Kurtiz oynadı. Aktör sevene sevmeyene ‘Vay be’ dedirtti. Ne biçim oynuyor ve ritmi nasıl sürüklüyor...”

Sonra… Bir gün Tuncel Kurtiz’le birlikte ayrılıverdiler Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’ndan. Ardından Tuncel Kurtiz’in “Bir oyun vardı senin kafanda, onu yaz. Kafadar arkadaşları da buluruz, bir tiyatro kurarız. O oyun mutlaka tutar” demesi üzerine “Halk Oyuncuları” doğdu. Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Mustafa Alabora, Müjdat Gezen, Umur Bugay ve Aydın Engin’in kadrosunu oluşturduğu “Halk Oyuncuları Topluluğu”, 1967’de Aydın Engin’in yazdığı Devr-i Süleyman oyunuyla seyirciye merhaba dedi. Ama ne merhaba demek! İki yıl boyunca kapalı gişe oynayan Devr-i Süleyman, iktidarda Adalet Partisi’nin ve Süleyman Demirel’in başbakanlığı sırasında (Tam burada ister istemez aklımıza hemen Fikret Kızılok’un “Süleyman hep başbakan” nakaratıyla anımsadığımız “Demirbaş” şarkısı geldi.)

“Devr-i Süleyman”ı yazan ve oyunda sahneye çıkan Aydın Engin, sağ başta.

Süleymaniye muhtarı Süleyman’ın maceralarını anlatan Devr-i Süleyman, elbette iktidar yanlısı kuruluş ve kişilerden büyük tepki almıştı. Bunlardan biri de 1968’de İstanbul, Yusufpaşa’da bulunan Aksaray Küçük Opera Tiyatrosu’nda oynanırken yapılan saldırıydı. Oyunun sonuna doğru salonu basan “kimliği meçhul” kişiler, taş ve sopalarla oyuncu ve seyircilere saldırırlar, dekoru parçalayıp ikisi seyirci, ikisi oyuncu dört kişiyi yaralarlar. O gece yine bu “kimliği meçhul” kişiler hızlarını alamayarak salonu ateşe verirler. Tahmin ettiğiniz gibi, kül olan tiyatronun suçluları hâlâ “faili meçhul” dosyasındadır. Arayan olmuş muydu, bilemiyoruz!

Ancak gerek fiziki gerekse yazılı saldırılar, yasaklamalar Devr-i Süleyman oyununun seyirciyle buluşmasını, “Halk Oyuncuları Topluluğu”nun büyümesini, İstanbul ve Ankara’da unutulmaz oyunlar sahnelemesini engelleyemedi. O yıllarda olay yaratan Devr-i Süleyman, 1977-78 sezonunda Dostlar Tiyatrosu’nda “güncellenerek” yeniden sahnelendi.

“Devr-i Süleyman” oyununun oynandığı Aksaray Küçük Opera tiyatrosunun saldırıdan sonraki hali; sağdan üçüncü Mustafa Alabora, sağdan ikinci Umur Bugay ve en sağda Aydın Engin…

Tiyatro sevdası 10 yıl sürer Aydın ağabeyin. Tiyatro ve sinemayla geçen yılları, yazdığı oyunları, sahnedeki Aydın’ı, sahne arkadaşlarını keyifle anacaktır daha sonra. Onun renkli anıları arasında yer tutan bu yılları anarken “ustalarını” da anmayı unutmayacak kadar vefalıdır. Gülriz Sururi için 2013’te düzenlenen Ustalara Saygı Gecesi’ne katılır ve bir konuşma yapar. Sururi’nin 2016’da yayınlanan Zefiros adlı kitabından, Aydın ağabeyin konuşmasından bir bölümü birlikte okuyalım:

“Ben 43 yıl sonra, hesapladım tam 43 yıl sonra bir tiyatroda seyirci koltuğunda değil, sahnenin üstündeyim. Çok hoş bir duygu. Salon dolu, bu daha hoş bir duygu. Eğer tanıyanlarınız varsa beni, gazeteci olarak tanıyorsunuz. Oysa ben bir zamanlar ciddi ciddi bir tiyatrocuydum, 10 yıl bu mesleği yaptım. (…)

40 yıl sonra geriye dönüp baktığınız zaman ayıklamaya başlıyorsunuz; bu da ustamdı, ondan da bir şey öğrendim diyorsunuz. Ama sonunda üçe indirdim. Bir tanesi Haldun Taner’di. Sahiden ustamdı. Kısa bozuk cümleler kullanmayı öğretti. Samimi yazmayı öğretti. Bir öğüdü hâlâ kulağımda küpedir: ‘Eğer aşkla ilgili bir şey yazacaksan, sevgilinle konuşur gibi yaz’ demişti. Ben de öyle yazmaya çalıştım hep. Ustamdı, minnet borçluyum. İkincisi hemen hemen akranımdı ama yine de ustamdı: Tuncel Kurtiz. Bir de Türk tiyatrosunun altın çağının, en güzel döneminin en güzel kadını ve en iyi oyuncularından Gülriz Sururi.”

Evet, modern tiyatromuzun üç ustasını anmayı gönül borcu kabul eden Aydın Engin, bu tavrını gazetecilik ve yazarlık yaptığı yıllarda da sürdürecektir. Ondan bize miras kalanlardan biri de vefa ve sevgi duygularını yitirmeyecek kadar mütevazı olmaktır.

1969 “Halk Oyuncuları”nın son yılı olacak, Tuncel Kurtiz askere gidecek, Aydın Engin de İstanbul’a dönerek gazetecilik yapmaya, sendika yayınlarında çalışmaya başlayacaktır. Zafer Aydın, 1968 yılından başlayarak 15-16 Haziran 1970 direnişine katılan işçileri anlattığı 68’in İşçileri isimli kitabında Kimya-İş Sendikası üyesi Naran Özkan’ın Aydın Engin’le tanışmasını şöyle anlatır:

“İlk katıldığı eğitimlerden birinde Aydın Engin, ‘İşçiler kimdir?’, ‘Patronlar işçileri neden ve nasıl sömürüyorlar?’ diye ders veriyordu. O sırada Gripin’de sözleşme yeni imzalanmış, toplu sözleşmeyle doğan ücret farkları işçilere ödenmişti. Naran Özkan da eline geçen toplu para ile Vakko’dan ceket, pantolon ve gömlekten oluşan şık bir takım almış, eğitime de o takımı giyip gitmişti.

Aydın Engin yoksulluktan bahsederken ‘mesela’ diyerek söze başladı: ‘Siz hiç Vakko’dan giyinen işçi gördünüz mü?’ Üzerindeki takım nedeniyle çok utandı bu örnekten. Elbette tesadüfen seçilmişti Vakko örneği. Onunla bir ilgisi yoktu, ama hayatı boyunca da hiç unutmadı o gün yaşadığı sıkıntıyı. Bugün gülerek anlatmasına rağmen...”

O yıllarda sendika gazete ve dergilerinde çalışan Aydın Engin aynı zamanda sendikaların basın-yayın ve eğitim dairelerinde de görev almıştı. Daha sora haftalık Yeni Ortam dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapan Aydın Engin, 12 Mart 1971 darbesiyle tutuklandı, tahliyesinin ardından işine geri döndü. Aynı zamanda gazetede köşe yazıları yayınlanan Aydın Engin, o zamanları anlatırken gazetenin Ankara Büro Şefi olan Uğur Mumcu’nun “Mahir Kaynak’ın MİT ajanı olduğu” haberini kapaktan verdiklerini ve bu haberle ödül aldıklarını unutamadığını söylerdi.

12 Mart darbesi sonrası

12 Mart darbesinden sonra ilk sosyalist parti, 1974’te kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) oldu. Kurucuları arasında yer alan Aydın Engin, yine parti kurucularından Oya Baydar’la evlendi. Aynı yıl Yusuf Ziya Bahadınlı ve Oya Baydar’la birlikte İlke dergisini kurdular. 1976 yılında DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası, Politika gazetesini devraldıktan sonra, “Bir ekmek, bir Politika” sloganıyla, gazetenin kapatılacağı 12 Eylül 1980’e kadar yazı işleri müdürlüğünü üstlendi, “Tırmık” başlıklı köşe yazılarını yazmaya devam etti. O günleri sevgili Kemal Gökhan’ın K24’te Politika gazetesinden Cumhuriyet’e, Frankfurt’tan İstanbul’a Aydın Engin’le çizgili röportaj...”  başlığıyla yayınlanan yazısında anlatan Aydın Engin’e bırakalım sözü:

“Benim işim biraz daha önce bitti. Çünkü ben 1976-1980 arasında yazdıklarımdan dolayı 6 defa hapse girdim. Mayıs 1980’de hapisten yanlışlıkla tahliye edildim. Sahiden yanlışlıkla.”

Yargılandığı bir davadan tahliye olan, ancak Yargıtay’daki bir başka davadan 7,5 yıl hükmü olan Aydın Engin, Yargıtay’dan henüz yazı gelmediği için Davutpaşa Askerî Cezaevi’nden yanlışlıkla tahliye edilir ve hemen yurtdışına çıkar. Ahmet Sel’in Davutpaşa Orta 3 isimli kitabında o günü şöyle anlatır Aydın Engin:

“Tahliye edildiğim gün, bitlerim üstümde, ilk uçakla Düsseldorf’a gittim. Kesinleşen cezanın infaz belgesi Davutpaşa’ya ertesi gün varmıştı.

Toplama kamplarında yatmış, yaşlı bir Alman dostumun unutamadığım bir sözü vardır: Faşizmin ektiği tohumlar büyüyünce, apolitik, siyasetten korkan bir toplum ortaya çıkacak, korkacaksanız ondan korkun!”

Siyasi mülteci

Aydın Engin ve eşi Oya Baydar için siyasi mülteci olarak yaşayacakları günler başlar. O dönem üyesi olduğu Türkiye Komünist Partisi (TKP), Frankfurt’ta yaşamalarını ister. 1982 ile 1984 yılları arasında Avrupa’daki Türk göçmenler için Türkiye Postası isimli derginin teknik hazırlıklarını üstlenerek her sayıyı yayına hazırlar Aydın Engin. Oya Baydar’la onun da yazıları yayınlanır dergide. Türkiye Postası’nın 25 Mart 1983 tarihli ilk sayısında Aydın Engin, “Tırmık” köşesindeki “Her şafak vakti…” başlıklı yazısına şöyle başlayacaktı:

“İşte bu hesapta yoktu. Bize emanet edilmiş bu köşede yıllar boyu aklımızın erdiğince, dilimizin döndüğünce, daktilonun elverdiğince ‘tırmıkladık’ durduk. Ama Avrupa’nın göbeğinde ‘tırmık’ yazmak… İşte bu hesapta yoktu. Ama ne gam… Pek de o kadar hesaba kitaba aldırdığımız yok. Köyümüzü eşkıya bastı. Kimimiz tutsak düştü. Bizcileyin kimileri, şimdi bulabildiği her olanakla, var olduğu her yerde savaşı sürdürmekle yükümlü. Boyun eğmeden, sinmeden, yılgınlığa kapılmadan… Mahpushanede, işkence masasında, kaçakta, göçekte, sürgünde… Her olanağı cimrice değerlendirerek, her zaman dilimini sonuna kadar kullanarak savaşmak… Ötesi boş laf, gevezelik.”

Kemal Gökhan’ın K24’teki yazısından okumaya devam edelim. Aydın Engin anlatıyor:

Bu yayınlar 1985’e kadar sürdü. Bu arada Komünist Partisi ile benim aramda bir mesafe oluştu. Yalnız benim değil, bir grup arkadaşın da… Başından beri ben geçimimi parti üstünden ya da örgütler üstünden sürdürmeyi reddetmiştim. Doğru da yapmışım, sonra bunu daha iyi anladım. Çünkü bu bir bağımlılık doğuruyordu.”

O zamana dek çevirmenlik, forklift sürücülüğü, hamburger işçiliği yapan Aydın Engin, uzun bir süre de taksi şoförlüğü yapacaktı. 1991’de Türkiye’ye döndükten sonra yayınlanan Ben Frankfurt’ta Şoförken kitabının önsözünde yazdıkları onun “başına gelenler” karşısındaki tavrını özetliyordu:

“Altı yıl benimle Hessen eyaletinde dört dönen özel para çantam ve şoför gocuğum da evde duruyor. ‘Frankfurt kentinde insan taşımaya yetkili sürücü belgesi’ de yazı masamın çekmecesinde. Bana, gerektiğinde ‘namerde muhtaç olmadan’, kimsenin önünde ezilip büzülmeden yaşayabilmemin güvencesi olarak göz kırpıyor.”

Belki yeri burasıdır başka bir “Tırmık”tan alıntı yapmanın. 6 Kasım 2001’de Cumhuriyet’te yayınlanan “Bendeniz, Münevver Engin!” yazısında Hasan Pulur’un “Aydın Kime Denir?” yazısına cevap verip şakalaşır. Hasan Pulur’un yedi maddelik aydın tanımını aktardıktan sonra kendini anlatmaya devam eder. Yaşamı boyunca sürdürdüğü siyasi mücadelede gösterdiği tavrın özetidir sanki bu:

“Marksizm ülküsüne bağlandığımı ve asla ihanet etmediğimi; kafamda hiçbir tabu bulunmadığını, cesaret sınavlarında en azından sınıfta kalmadığımı ve bedelini epey ve sık sık hapishane ziyaretleri ile ödediğimi, görüşlerimi yaymayı ödev bildiğimi ve bu yüzden sık sık başımın belaya girdiğini; bunca yıl bu haltları yediğim halde kendime hiçbir çıkar sağlamadığımı; yaşamım ile bağlandığım prensipler arasında uçurum olmadığını söyler, tanıklarından biri olarak da bizzat Hasan ağabeyimi gösterirdim.”

Yeniden Türkiye’de…

1991’de çıkan kısmi afla Türkiye’ye dönen Aydın Engin, 1992-2002 yılları arasında habercilik, köşe yazarlığı ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Cumhuriyet gazetesinden ayrıldıktan sonra Birgün gazetesinin kuruluşunda bulunup bir süre yazıları yayınlanan Aydın Engin, sevgili Hrant Dink’in “gel Agos’ta yaz” demesiyle Agos gazetesinde yazmaya başladı. Yine Kemal Gökhan’ın K24’teki yazısından aktaralım:

“Yakın arkadaşımdı Hrant, sonrasında çok yakın arkadaşım oldu. Yurtdışından döndüğümde beni karşılayan 5-6 arkadaşımdan bir tanesi de Hrant’tı. Hrant öldürülünce de zorunlu olarak 4-5 hafta onun görevini biz üstlendik. Ümit Kıvanç’la birlikte. (…)

2014 Ağustosu’nda ikinci defa Cumhuriyet’e döndüm. (…) Ama sonra herkesin bildiği, 31 Ekim’de gazeteye darbe girişimi oldu. Can Dündar hapisteydi. Çıktığında yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. (…) Bir yandan da Cumhuriyet Vakfı ilgili süregelen bir dava var. Yine Yargıtay kararıyla bu seçilen Vakıf Yönetim Kurulu ‘usule uygun değildir’ diyerek, bizim yürüttüğümüz gazetenin çizgisini beğenmeyen, Kürt sorununa yaklaşımımızı beğenmeyen, benim ‘ultra Kemalist’ dediğim bir ekip yönetime geldi. Böylece benim ikinci Cumhuriyet dönemim sona erdi.”

Hrant’ın Arkadaşları adına bildiri okurken. (Fotoğraf: Agos Arşivi)

T24’ün kuruluşunda bulunan Aydın Engin, 2014’te Akın Atalay yönetimindeki Cumhuriyet Vakfı’nın isteği üzerine yeniden Cumhuriyet gazetesine döndü. Yaklaşık dört yıl boyunca yazılar yazdı. Cumhuriyet gazetesine dava açılıp tutuklamalar başlayınca fiili yazı işleri müdürlüğü yaptı.

“Profesyonel sanık” Aydın Engin, Cumhuriyet Gazetesi Davası’nda yargılanıp 7,5 yıl hüküm giydi. Dava sırasındaki dik duruşu, sanık sandalyesinde bile mizahı bırakmayan tavrı ve 27 Temmuz 2017’deki kısacık savunmasının son cümleleriyle “kimseye eyvallahı” olmadığını son kez gösterdi:

“Sayın yargıçlar, böyle bir iddianameyle benim ve arkadaşlarımın sanık iskemlesine oturtulmuş olmamız bana hukuk adına utanç, ülkem adına acı veriyor. Söyleyeceklerim bundan ibarettir.”

Cumhuriyet Gazetesi Davası sanığı olarak tutuklanırken.

Evet, TİP ile başlayan, TSİP ardından TKP ile süren partili yaşamı 1991’de ülkeye yeniden döndükten sonra Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) Parti Meclisi üyeliği ve sonrasında da Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP) Parti Meclisi üyeliğiyle devam etti. 1991’den başlayarak çeşitli sivil toplum örgütlerine emek verdi. Yurttaş Girişimi, Barış Girişimi ve Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra bir araya gelen Hrant’ın Arkadaşları’nın omuzlayıcısı olan Aydın ağabey, hastalanıp hastaneye kaldırılana dek çalışıp çabalamaktan bir an bile geri durmadı.

Aydın Engin, ardında Ben Frankfurt’ta Şoförken Kendimle Röportajlar (1991), Solda Arayışlar Komünist Partilerin Ardılları, Özelleştirme, Sosyal Demokratların Çıkmazı (1996), Tango’dan Taliban’a Gezi Yazıları(2001), Heykel Oburu “Mehmet Aksoy Kitabı” (2002), Tırmık’a Tırmık (2002), Halit Kıvanç Kitabı “Bir Koltukta Kaç Karpuz” (2003), Kitabın Adı Budur “Tan Oral Kitabı” (2006) ve Homeros’un Rüyası (2018) isimli kitaplarını bıraktı bizlere…

Oya ablanın eşi, yoldaşı, Ekin’in sevgili babası, hepimizin Aydın ağabeyi. Yokluğunu her daim hissedecek, seni hep hatırlayacağız. Seni hatırlarken gözümüzün önüne dudaklarının kenarına yapışıp kalan muzip gülümsemen gelecek. Hoşça kal Aydın ağabey, yıldızlar yoldaşın olsun!

 

 

GİRİŞ RESMİ:

Kıraathane ekibinden yönetmen Mustafa Ünlü'nün, yapımını sürdürdüğü "Cumhuriyet" belgeseli için Aydın Engin'le yaptığı, daha önce hiç yayınlanmamış olan mülakattan bir kare.