Atmaca: öfke, çıkışsızlık, haysiyet

"Hikmet Hükümenoğlu Atmaca’da bireysellikle toplumsallık arasındaki gelgitli, etkileşimli bağa dikkat çeken bir hikâye anlatıyor. Öfkenin kişisel nedenlerinin yanında, siyasal-toplumsal ortamla nasıl yakın ilişkisi olduğu berraklık kazanıyor. Romanda yirmi yıl öncesinin ya da bugünlerin gündelik hayatından seçilen ayrıntılardaki zenginlik de mutlaka vurgulanmalı."

03 Aralık 2020 19:00

Hikmet Hükümenoğlu, Atmaca’da romanın anlatıcı-kahramanı Ömer’in hayatından seçilmiş dört yıldan sahneler aktarıyor. İlkinde lise son sınıf öğrencisi, sene 1995; ikincisinde sene 2001, yüksek lisans öğrencisi. 2015’e gelindiğinde üniversitede öğretim üyesidir Ömer. Son bölüm bugüne çok daha yakın: 2019. Rastgele seçilmiş yıllar değil bunlar. Ortak noktaları bu dört yılda da Ömer’in yolunun bir biçimde Derya’yla kesişmesi. Sadece bu değil ama; bu dört yıl Ömer’in kapıldığı kritik öfke nöbetleri açısından da önem taşıyor.

Ömer roman boyunca içindeki öfkenin çözümlemesini pek yapmaz; bunu bir vakıa olarak kabul edip nasıl bilendiğini, hangi anlarda çıkıverdiğini, başına ne işler açtığını anlatıyor. Öfke ânındaki ruh halini bazen hatırlayabildiği kadarıyla aktarıyor, çünkü bu öfke nöbetlerinin bazısında neler yaptığını, neler olduğunu daha sonra kendisine anlatılanlardan öğrenebiliyor.

Romanda karşımıza çıkan ilk öfkeli anda başrolde olan Ömer değil, edebiyat öğretmeni Onur’dur. Beri yandan Ömer açısından da özel bir önemi vardır bu ânın; öğretmenin öfke ânındaki haline çok yakından tanık olmuştur. Bu tanıklık Ömer için bir başkasının öfkesine tanık olmanın ötesinde bir anlam taşır. Onur’un öfkeli gözleriyle karşılaştığı sırada kendi iç dünyasındaki bir şeyin de varlığını hissetmiş, farkına varmıştır.

“Sınıftan kaçıp uzaklaşmasaydı kafası patlayacak ve içinden kimsenin bakmak istemeyeceği, vahşi, çirkin, kontrolsüz bir şey çıkacaktı. Onu o halde görünce midem düğümlendi. Çok saçmaydı, biliyorum ama içimde, göğüs kafesimin ortasındaki karanlık bölgede, adını bilmediğim, şeklini tarif edemeyeceğim, bana yabancı bir şeyin gözlerini araladığını ve Onur Hoca’yla göz göze geldiğini hissettim. Aynaya bakarken aniden uyanmak ve karşımda hiç tanımadığım bir surat bulmak gibi kafa karıştırıcı, berbat bir histi.” (s. 82)

Sonraki günlerde Ömer’in de başına Onur Hoca’nın o anda ne hissettiğini gayet iyi kavramasını sağlayacak kertede öfke duyacağı bir şey gelir. Aralarında bir yakınlık kurulmaya başladığını düşündüğü Derya’nın bir başka sınıf arkadaşlarını öptüğünü gördüğünde içinde bir yerlerde o yabancı şeyin kımıldadığını hisseder. “Öfkelendiğimde benim de başıma geliyordu,” diye anlatır bunu, “kafamın içinde kendi başına buyruk bir şey vardı ve bunu kimse anlayamazdı.”

Kazasız belasız atlatır bu öfke ânını Ömer, ama mezuniyetin yaklaştığı günlerde birkaç arkadaşıyla büyük emeklerle hazırladıkları okul dergisine izin verilmeyip derginin taslağına okul müdürü tarafından el konduğunu öğrendiğinde içinde kabaran öfke önceki gibi kısa süreli olmaz. O günün gecesinde öfkenin uğultusuna daha yakından kulak misafiri oluruz.

“İki gözümün arasındaki boşluğa yavaş yavaş bir şiş saplıyorlardı. Konuşmalar gitgide uzaklaştı, sadece kalın bir duvarın arkasından gelen boğuk sesler ve uğultular kaldı.” (s. 91)

Roman boyunca Ömer kafasının içindeki “kendi başına buyruk şeyin” yıllar geçtikçe şekil kazanmaya başladığını ve bir canlı gibi nasıl geliştiğini aktaracaktır.

“Göğüs kafesimde yumurtasını parçalamaya çalışan o isimsiz ve şekilsiz varlık şimdi yine kımıldamaya başladı. Silkinip siyah kanatlarını açmaya çalışıyordu, ancak babam insanüstü bir güçle koluma yapışmıştı.” (s. 104)

“Bir türlü kanatlarını açamayan o siyah şey içimde tiz bir çığlık attı.” (s. 104)

Ejderha yumurtası gibi bir şeyin kabukları çatlıyordu göğsümde.” (s. 148) [Vurgular eklenmiştir.]

Bize anlatılmayan zamanlarda da Ömer öfke patlamaları yaşıyordur. 2001 yazında bir butik otelde çalıştığı sırada, “Sinirlenmeyecektim, küfretmeyecektim, kimseyle kavga etmeyecektim. Kendime sözüm vardı” demesinden bunu açık biçimde anlarız. Otelde yaşananların anlatıldığı bölümde Ömer’in “öfke”sini daha yakından anlamamızı sağlayacak bir kavram çıkar karşımıza: Haysiyet.

Oğuz Demiralp, Stephané Hessel’in Indignez-Vous başlıklı kitabı hakkında K24’te yayınlanan yazısında İspanya’daki “Öfkeliler Hareketi”nin (Indignados’un) bu kitaptan esinlendiğini belirttikten sonra, kitabın başlığının tam çevirisinin “Öfkelenin” olduğunu ama bu başlığın İspanyolca ve Fransızcadaki gibi kelimenin geniş anlamını veremediğini belirtmişti.

“Öfkeli başlıklar yeterince çekici olmakla birlikte, Indignez-Vous sözü daha geniş anlamlı. Digne sözcüğünden geliyor. Dignite sözcüğüyle anlam bağı var. Haysiyet demek bu sözcük. […] Indignez-Vous derken, Hessel, ‘Haksızlıklara karşı haklı olarak öfkelenin, tepki gösterin, insan haysiyetine saldırı var, karşı çıkın’ iletisini vermek istemiş.”

Hükümenoğlu’nun romanındaysa haysiyet, ifadesini yokluğuyla buluyor. Ömer kendisi gibi oteldeki her türlü işe koşan iş arkadaşı Şemso’nun “haysiyeti bir kenara bırak[tığını]” söyler. Otel sahibinin kendi sebep olduğu karışıklık nedeniyle hiçbir kabahati olmayan Şemso’ya bağırıp çağırması karşısında büyük bir öfke duymuş ve sessiz kalamamıştır. Şemso’ysa tam mevsim ortasındayken oteldeki işini kaybetmek istemediği için Ömer’in susmasını, karışmamasını ister. Onun için ekmek derdi haysiyetin önündedir. Ömer’in tutumunun “tuzu kuruluk” olduğunu düşünüyordur Şemso. Ömer’in de otelden kazandığı paraya çok ihtiyacı vardır, ayrıcalıklı değildir, ama haysiyet bir adım öndedir onun için, bunu arkadaşına anlatamayacağının da farkındadır.

Ömer’in öfkesi her seferinde haysiyetine dokunan tutum ve sözler nedeniyle depreşmiştir. Okul dergileri yasaklandığında mesela, “Ortada dev gibi bir haksızlık vardı, adaletsiz bir durum vardı, bozuk bir düzen vardı, ancak neyi nasıl düzelteceğimi bilmiyordum” der. Öfkesini daha da yükselten, karşılaştığı haksızlık karşısındaki çıkışsızlıktır. Okul müdürünün kararı karşısında bir itiraz mercii yoktur, haksız ve ahmakça bir karardır. Müdür, hazırladıkları dergide öğrencilerin andıkları kitap ve filmlerde sakıncalı bir şeyler bulunabileceğinden çekindiği için yasaklamıştır. Bütün bunlardır Ömer’in öfkesini yükselttikçe yükselten.

Tam burada haysiyetine dokunan haksızlık karşında öfkesi kabaran iki genç adamı daha hatırlayabiliriz. Philip Roth’un Öfke[1] romanının anlatıcısı Marcus (Markie) Messer ile Milan Kundera’nın Şaka[2] romanının anlatıcılarından Ludvik Jahn’ı. Bu ikisinin hikâyelerinin Ömer’le benzeştiği noktalara kısaca bakalım. Markie’nin öfkesinin yükselişine özellikle dekanla girdiği tartışmada tanık oluruz. Dekanın sorgulama tarzı da, inançsız olduğunu söylediği halde Markie’nin Yahudiliğini gündeme getirmesi de haysiyet kırıcıdır. Üstelik Yahudiliğini gündeme getirip durduğu halde, belli sıklıkta üniversitenin şapeline giderek Hıristiyan öğretisi dinlemesi gerekmektedir Markie’nin. Buradaki çelişkinin ve ahmaklığın farkında değildir dekan. Beri yandan oda arkadaşlarının gürültücülükleri nedeniyle tek başına bir çatı aralığına yerleşmiş olmasını dekan onun sosyalleşme konusundaki zaafı olarak görmektedir. Tartışma boyunca aktif bir dinlememe, anlamama halini sürdürür dekan, bulunduğu makamın ona sağladığı mertebeden kaskatı fikirlerini yineleyip durur. Markie’nin öfkesinin anbean yükseldiği bir tartışma yaşanır aralarında. Markie’nin din konusunda ileri sürdüğü Bertrand Russell’ın fikirlerine dekan Russell’ın özel yaşamından söz ederek yanıt verir mesela. Bu ahmakça demagoji daha da çileden çıkartır Markie’yi; yine de kazasız belasız atlatır bu tartışma seansını. Ne var ki sevdiği kadının okuldan neden ayrıldığını öğrenmek için yanına yeniden gittiği zaman, onunla cinsel ilişkide bulunmadığına dekanı ikna edemeyeceğini anladığında siktir çekerek yanından ayrılır. Bu skandal üniversitede o günlerde yaşanan olaylar nedeniyle unutulur. Ne var ki Markie’nin para ödeyerek kendi yerine bir başka öğrenciyi şapele gönderdiği ortaya çıktığında affedilebilmesi için yazılı özür dilemesi ve her hafta şapele gitmeyi kabul etmesi istenir. Bu durum karşısında bir kez daha “siktir” demekten başka şansı yoktur Markie’nin.

Kundera’nın ilk romanı olan Şaka’nın başkahramanı Ludvik, Komünist Parti üyesi bir üniversite öğrencisidir, her şeyi aşırı ciddiye alan Marketa’dan hoşlanmaktadır. Arkadaş çevresinde Marketa’nın bu özelliği hep dalga geçme konusudur. Ludvik, eğitim kampına giden Marketa’ya, “İyimserlik insanlığın afyonudur. Sağlıklı ruh hıyarlıktan başka bir şey değil. Yaşasın Troçki! Ludvik” yazılı bir kartpostal gönderir. Bu kart nedeniyle partili öğrenciler tarafından sorgulanır, hiç kimse şaka yaptığına inanmaz. Ludvik’in hali de dekan karşısındaki Markie’den farksızdır. Üstelik karşısında partili öğrencilerden oluşan bir heyet bulunmaktadır. Onu sorgulayanların “alt edilmez mantıkları” karşısında “bütün savunmalarının etkisiz kalacağını” fark eder. Yöneltilen suçlamalar mantıksız bir şekilde o kadar uç noktalara varır ki, hiç kimsenin lehine bir oy kullanmasının mümkün olmadığını anlar. Yine de bir fırsat tanınır gibi olur. “Sana göre Gestapo’nun işkence ettiği ve yaşamlarını yitiren arkadaşlar senin sözlerini nasıl yorumlardı?” gibi bir soru karşısında, kendisine yöneltilen eleştiriyle özdeşleşmesinin ve yalvarmasının istendiğini kavrar. Ne ki, içindeki öfke seli bunu yapmasını engeller.

“Ölü arkadaşlarımızın ağzından kendi hakkımda sert bir yargıda bulunmamı istiyordu; ama birden şiddetli bir öfke seline kapıldım. ‘Onlar ölüme meydan okudular. Onlar aptal değildi, kuşkusuz. Benim kartımı okumuş olsalardı, belki de gülerlerdi.’ [Vurgu eklenmiştir.]” (s. 199)

Ludvik öfke ve hıncını on beş yıl boyunca diri tutmuş ve öç almayı beklemiştir. Bu yanıyla Roth’un ve Hükümenoğlu’nun roman kahramanlarından ayrılır; anlık öfkesi yok değildir, ama onun hikâyesi daha çok öfkenin neden olduğu hınç ve intikamı üzerinedir; Şaka, Ludvik’in intikam planını hayata geçirmek üzere doğduğu şehre gelmesiyle başlar. İntikam, öfkenin zamana yayılmış, kuntlaşmış, bir sonraki kaçınılmaz adımı gibidir. Roth’un Öfke romanın Nemeses [Nemesis, mitolojide İntikam Tanrıçası’dır, Nemeses de onun çoğul hali] dörtlemesinde[3] yer aldığını hatırlayabiliriz burada. Atmaca’daysa öfkeyle intikam arasındaki bağı Derya dile getirir.

“Öfke sadece öfke olarak kalmıyor, bir noktada intikam arzusuna dönüyor. İşin kötüsü, ben de aynısını hissediyordum.” (s. 258)

Ömer’in kafasının içindeki “şekilsiz varlık”tan söz etmiştim. Yıllar içinde bu varlık bir şekil de kazanmıştır. “Onu bir kuşa benzet[tiğini]” söyler, “simsiyah tüyleri ıslanmış bir atmacaya.” Gelgelelim bu atmacanın gözü de sadece intikama odaklıdır.

“Bunca kötülük karşısında çaresiz kalmak fena halde canımı acıtıyordu. […] Kanatlarını çırpıp havalansın istiyordum, fakat gözlerini uzun süre açık tutamıyordu. Tutsa da ne görecekti sanki, beyni yoktu ki. Sadece intikam peşinde bir açlık vardı ruhunda.” (s. 275)

Öfkeyle haysiyet arasındaki bağı takip edersek; intikam yeniden haysiyet kazanabilmenin bir yolu olarak görülmektedir – çok zaman yegâne yol olarak. Roth, Kundera ve Hükümenoğlu’nun romanlarında öfkeye dair bir başka husus daha belirginlik kazanır. Öfkenin kişinin içinde bulunduğu çıkışsızlık, kısıtlanmışlık hissiyle arasındaki bağ. Ömer’in, Markie’nin ve Ludvik’in de haysiyet kırıcı sorgulamalar, suçlamalar, maruz kaldıkları önyargı ve peşin hükümler karşısında yapabilecekleri bir şey, başvurabilecekleri hiçbir itiraz merci yoktur. Haysiyet kırıcı davranışın dizginlenemez bir öfkeye yol açmasının nedenlerinden biri bu çıkışsızlıktır. Bu üç romanın bir başka ortak özelliği de, sözünü ettiğim çıkışsızlık hissinin toplumsal-siyasal yapı ve atmosferle yakından ilgili olduğunun altının çizilmesi.

Markie’nin hikâyesi 1951’de geçiyor, Soğuk Savaş’ın ilk yılları, üstüne üstlük Kore Savaşı’nın en ateşli zamanları. Markie’nin okuduğu üniversite rektörünün bu görevi kabul gerekçesi olarak söyledikleri dönem hakkında yeterince bilgi veriyor.

“‘Allahsız Sovyet komünizmiyle girdiğimiz bu ahlaki üstünlük mücadelesini kazanmamız için bu ülkenin bütün gençlerinin sahiplenmesi beklenen ahlak kuralları ve vatanseverlik ve yüce davranış ilkelerinin yeşereceği bir zemine dönüştürmeyi kafasına koyarak üniversiteye gelmişti.” (s. 129)

Bu “ahlaki üstünlük mücadelesi” ve hamaset Markie’nin de, sevgilisi Olivia’nın da trajedilerine zemin olmuştur. Üstelik bu zemin sadece kamusal değil, özel alanın da zeminidir. Philip Roth, Markie’nin gerek ebeveyniyle gerekse dekanla yaşadığı çatışmalarda bu ortak zemini güçlü bir şekilde hissettirir. Daha da önemlisi, kendisi de bu zemindedir; Olivia’yla ilişkisinin ardından babasının dünya görüşünü nasıl içselleştirmiş olduğunu fark ettiğinde, yaşadığı iç çatışmada bunun farkına varır.

Şaka’da Ludvik’in okuldan ve Komünist Parti’den atıldığı yılsa 1948. (Kundera’nın da Parti’den çıkarıldığı yıldır bu.) O yıl yaşanan hükümet krizi ertesinde Çekoslovakya’da Komünist Partisi iktidara gelmiştir. KP yönetimi iktidara gelmeleriyle sonuçlanan krizi “toprak sahiplerinin ve diğer egemen sınıf üyelerinin […] karşı devrim girişimi” olarak tanımlamıştır.[4] Ludvik’in başına gelenler tam da bu bakışın hâkim olmasının sonucudur. KP çizgisinden en ufak sapma hainlik olarak görülmektedir. Ludvik de, Markie gibi, başına bu şaka felaketinin gelmesi öncesinde kendisini yargılayanlardan pek farklı olmadığının ayırdına varır. Çıkışsızlık hissinin çoğalmasında kişinin hâkim atmosferdeki kendi payını sezmesinin de etkisi olsa gerektir.

Atmaca’da da Ömer’in öfkesinin bilenmesinin temel nedenlerinden biri bu çıkışsızlık hissidir. Okul müdürü ya da oteldeki patron karşısında düştüğü çaresizlik hali orta yaşa yaklaştığı yıllarda da çok değişmeyecektir. Bu kez “Dekanlık” ya da ülkeyi yönetenler karşısında esaslı (ve/veya benzer durumdaki başkalarıyla beraber) tavır alma imkânından yoksundur. Ömer çok uzun bir süre karşı çıktıklarındakine benzer bir öfkeye tutunduğunu fark edemeyecek, “Adaletin olmadığı yerde öfkeleneceksin elbette,” diyecektir; böyle bir eleştiri yüzüne karşı söylediğinde daha da artacaktır öfkesi. Beri yandan öfkesinin çıkışsızlık, çaresizlik hissiyle ilgili olduğundan büsbütün bihaber de değildir. 

“Bu düzeni nasıl değiştirebileceğimi bilmiyordum, ancak kırk yılda bir de olsa tekerine çomak sokmak bana vitamin gibi geliyordu. Öfkem beni bir süre ayakta tutuyordu.” (s. 217)

Hikmet Hükümenoğlu, Kundera ya da Roth gibi, roman boyunca arka plandaki siyasal atmosfere doğrudan ya da dolaylı göndermelerde bulunuyor. Kemalist babasıyla iktidar partisi yandaşı eniştesi arasındaki tartışmaların ya da Mine’yle Ömer’in ülkede olan bitenlere karşı hissettiklerinin ve aldıkları tutumların ne kadar farklı olduğunun anlatıldığı bölümler buna örnek verilebilir. 2019’a gelindiğinde üniversiteden atılmasına neden olan olayda siyasal atmosfer çok daha belirgindir. Bunda da büyük bir haksızlık (hem de binlerce insana karşı büyük bir haksızlık) vardır ve yine itiraz mercii yoktur. Bütün bunların yanı sıra, roman boyunca bize toplumsal-siyasal arka planı duyuran daha çok Ömer’in ruh halidir.

“Hiç geçmeyen bir can sıkıntısı –daha doğrusu iç sıkıntısı ve huzursuzluk– artık hayatın normal akışı sayılıyordu. Ya böyle gündelik iç sıkıntısıyla akıntıda sürüklenip duruyorduk ya da büyük bir felaket başımıza musallat oluyordu ve onunla boğuşuyorduk. Gerçi Mine memleket meselelerini benim gibi sürekli kafaya takmıyordu.” (s. 198)

“Açıkçası bana bu hayattan beklentin ne diye sorsalar, cevap veremezdim. Hepimiz dev bir akıntıya kapılmıştık, o dev akıntının içinde kendi küçük akıntılarımız vardı ve hiç durmadan sürüklenirken beklentilerden bahsetmek bana son derece saçma geliyordu.” (s. 205)

Böylesi bir sıkıntılı ruh hali içinde Ömer’in tutunduğu yegâne dal öfkesidir. Bu nedenle öfkesini beslemekten geri durmaz, duramaz. Sosyal medya esas olarak onun için bu işi görmektedir.

“Görmek istemiyordum ama telefonu elimden bırakamıyordum. Sabah gözlerimi açar açmaz ilk iş o ekrana bakmak bağımlılık olmuştu. Bakmazsam sorumluluktan kaçıyormuşum gibi suçluluk duyuyordum. Sanki yeryüzündeki tüm kötülüğe tanık olmak benim sorumluluğummuş gibi. Evet, bu da bir sorumluluk diye kendi kendimi ikna ediyordum – eğer ben de gözümü kapatırsam, öfkelenmezsem, kendi küçük dünyalarında gözleri kapalı yaşayan o şuursuz insanlardan ne farkım kalırdı?” (s. 229)

Sosyal medyada okudukları karşısında öfkesi tepesine çıktığında hissettikleri, oteldeki kavga sırasında damarlarında duyduğu ılıklığı bir hayli andırmaktadır.

“Ilık sıvı bir kere kanıma karışmıştı artık, durdurmak kolay değildi, –hem niye durdurayım, böyle tatlı tatlı damarlarımda ilerlemesi hoşuma da gidiyordu, içim ısınıyordu. Çünkü haklıydım– sesler beynimin içinde dönüp duruyordu, hem soruyor hem cevap veriyordu, elbette ben haklıydım, herkes haksızdı, en başta tükürüklerini yüzüme gözüme sıçratarak çemkiren şu kan emici sürüngen [otel sahibi] haksızdı.” (s. 148-149)

Öfkesi Ömer’in hayatını o kadar belirlemektedir ki, Mine’yle beraberliği sürerken ilişkiye girdiği Derya’nın onun için önemi lisede ona duyduğu aşkın ötesinde, Ömer gibi öfkesini diri tutan biri olmasıdır. “Beni sinirlendiren ne varsa onu da sinirlendiriyordu” dediği Derya’nın öfkesi kendisininkinden biraz farklı da olsa, Ömer’in öfkesini beslemektedir.

“Derya’nın öfkesini seviyordum. Benimki gibi zift karası değildi. Komikti, sevimliydi. Bazen birbirimizi o kadar dolduruyorduk ki, bedenimdeki adrenalin patlaması, sevişmenin hazzından daha güzel geliyordu bana. İçimde uyuyan bir hayvan vardı, uykusunda bile acıkıyordu ve kolay kolay doymuyordu. Hep daha fazlasını istiyordu. […] Ilık ılık damarlarıma sızan öfkeyi göğsümde ve kulak zarlarımda hissediyordum. Oradan karnıma ve baldırlarıma doğru ilerliyordu. Sonunda beynime ulaşıyordu. Ondan sonrası, gitgide hızlanan bir atlıkarınca gibi kendi kendini tekrar eden, tekrar ederken kendinden beslenip büyüyen bir girdap.” (s. 250)

Ömer’in hikâyesinin 2015 ve 2019 dönemeçlerinde “kendinden beslenip büyüyen girdap” önemli bir yer tutuyor. Sadece Derya değil, Twitter’da takip ettiği, öfkesi aşağı yukarı Ömer’in öfkesine yakın frekansta titreşen herkes bu girdabı hızlandırmakta, derinleştirmektedir. Gelgelelim, girdaplanan öfke herhangi bir değişimi vaat etmediği gibi, tetiklemiyordur da. Öfke neredeyse kendi başına bir amaç haline gelmiştir. Ömer’in öğrencilerinden Mert’in Gezi İsyanı’ndan konuştukları sırada “öfkeli abiler ve ablalar” için söyledikleri pek çok kişi ortaktır, sadece kırk yıl önce genç olanlar için değil, o gün genç olanlar için de. Elbette Ömer için de…

“Öfkeli abiler ve ablalar fırsat bırakmıyor, çünkü onlar hâlâ kırk yıl önceki meselelerin hesaplaşmasında. Hep eski kavgalar. Öfkeleri arzu nesnesi olmuş, başka bir konuya odaklanamıyorlar.” (s. 244-245)

Ömer de öfkesini arzu nesnesi haline getirenlerin tipik bir örneğidir. Bu haliyle Atmaca zamanımızın öfkeli kahramanlarından birinin hikâyesi olarak tanımlanabilir. Bunu saptadıktan sonra bir noktanın daha üzerinde özellikle durulmalı. Ömer, evet, öfkelilerden biridir, ama onun ve öfkesinin bir de kendine özgü hikâyesi de var, bunun gözden kaçmaması gerekir. Okul dergisine izin verilmediğinde dergi için emek harcayan öğrencilerden sadece Ömer’dir tepki veren. Onu arkadaşlarından ayıran bu kendine özgü hikâyenin ne olduğu ya da neyle ilgili olduğu roman boyunca tam olarak açığa çıkmaz, ama hissettirilir. Romanın sonlarında bu soruya kesinlikli bir cevap verilmese de, hikâyesi biraz daha bütünlüklü olarak görülme imkânı kazanır. Kuşkusuz, birtakım nedenlerle Ömer böyle biri olmuştur, demek her zaman eksik bir yargı olacaktır, romanda da Ömer’le ilgili bütün sorulara yanıt verilmiyor zaten. Elimizdeki verilerden yola çıkarak yanıtları (daha doğrusu, olası yanıtlardan oluşan matrisi) bizim bulmamız (kurmamız) gerekiyor. Bununla birlikte hikâyenin (ve Ömer’in iç dünyasının) karanlık kısmının biraz daha belirginleşmesinin ayrı bir önemi var. Ömer bu karanlık yanıyla ete kemiğe bürünüyor çünkü, benzerlerinden ayrılıyor, tekil bir kişi, bir birey olarak beliriyor.

Sosyal medyada aynı hashtag altında buluşmak insanların birliktelik duygusunun yanında, aynılık yanılsamasını da besliyor, benzemezlikler göz ardı ediliyor. İncir çekirdeği doldurmayan nedenlerle yakın fikriyat ya da histeki insanların birbirlerine sataşıp durmaları belki de bundan. Aynı olmadığımız her yerde, her ayrıntıda bir çatışmanın filizlenmesi an meselesi bu mecralarda. Günümüzde haysiyetimize en çok dokunanlardan biri herkesle aynı olmamamıza müsaade edilmemesi sanırım. Ne var ki öfkelerimizin bizi sürüklediği bu gibi mecralarda benzer bir muameleyi sadece bizim gibi olmayanlardan değil, bazen benzerlerimizden de gördüğümüz ortada.

Hikmet Hükümenoğlu Atmaca’da bireysellikle toplumsallık arasındaki gelgitli, etkileşimli bağa dikkat çeken bir hikâye anlatıyor. Öfkenin kişisel nedenlerinin yanında, siyasal-toplumsal ortamla nasıl yakın ilişkisi olduğu berraklık kazanıyor. Son yıllarda yazılan edebiyat metinlerinde eskisinden çok daha yoğun biçimde toplumsal/siyasal meselelerin öne çıktığı sıkça dile getiriliyor. Bu yaklaşımın hayli riskli olduğu ortada, metinler kolaylıkla ajitatif ya da didaktik olabilir. Hikmet Hükümenoğlu hikâyesini bir bireyin ruh hali üzerinden, ama bu ruh halini toplumsal yapı, güncel olaylar ve siyasi atmosferle bağıyla birlikte, bunları ihmal etmeden anlatıyor; bu tutum sözünü ettiğim handikaplara takılmamasını, yazdığı metinde öncelikle genel bir insanlık durumunun öne çıkmasını sağlamış. Romanda yirmi yıl öncesinin ya da bugünlerin gündelik hayatından seçilen ayrıntılardaki zenginlik de mutlaka vurgulanmalı. Ömer’in ve hikâyesinin ete kemiğe bürünmesinde bunların da büyük payı var.

Atmaca salt Ömer’in hikâyesinden ibaret değil; aile bireylerinin ve Ömer’in hayatına giren kadınların hikâyeleri de aktarılıyor. Bu kişilerin de çok gerçekçi çizildiği eklenmeli. Mesela romanda pek az yer verilse de, Cavidan Hala’nın tutum ve sözleri alabildiğine canlı. Söyledikleriyle esas niyeti arasındaki dağlar kadar farka Ömer’in dikkat çekmesine gerek kalmıyor, kendi sözcükleriyle bunu duyuruyor. Üstelik bunu istemeden yaptığını iddia etmek de zor. Hem söylediğinin hem de bununla ilgisi olmayan ya da büsbütün çelişen imalarının birlikte anlaşılmasını istiyor muhtemelen. Hükümenoğlu’nun karakter çizmekteki başarısının hoş bir örneği Cavidan Hala.


[1] Philip Roth, Öfke, çev. Şeyda Öztürk, YKY, 2012, 139 s.

[2] Milan Kundera, Şaka, çev. Zehra Gençosman, Can Yayınları, 1990, 319 s.

[3] Bu dörtlemeyi K24’te yayınlanan bir yazıda ele almaya çalışmıştım. Philip Roth’un salgın romanı Nemesis ve Nemeses dörtlemesi - K24 (t24.com.tr)

[4] Ateş Uslu, “Prag Darbesi’nden Prag Baharına: Çekoslovakya’nın Yirmi Yılı (1948-1968)”, Devrimci Marksizm, sayı: 6-7, İlkbahar-Yaz 2008, s. 150-176.