Asuman Susam: Bir açıklıktan başka bir açıklığa doğru yazmak

“Ne okuyorsak onlarla yazıyoruz. Bir kitap okyanusunda sürüklenirken bazen rastlantılarla zaman da kaybediyor olabiliriz; ama okuma serüvenimizi ve bundan doğan yazılarımızı şekillendiren tesadüfler değil, öyleymiş gibi görünürlerken de değil.”

09 Aralık 2021 14:36

Hayatınızda edebiyat odağı çok belirgin. Bu tesadüfen gelişen bir durum muydu (ki hiç zannetmiyorum), yoksa “gayet bilinçli ilerledim hep” mi dersiniz? Şairsiniz, şiir kitaplarınız var fakat öykü, roman, deneme metinleriyle, inceleme yazılarıyla da yakından ilgilisiniz. Edebiyatla olan bağınıza dair neler söylemek istersiniz?

Edebiyat okumayı seçmek de, ardından uzun zaman sonra gelen sinema üzerine çalışmak ve düşünmek de tesadüflerle seyretmedi bende, sizin de dediğiniz gibi. Çok erken zamanlarda heves olan şey liseden sonra bir kararlılık olarak kendini kurdu, ördü. Böyle bir yola girdiğinizde, artık o bir varoluş biçimine dönüşüyor. Okumanın ve okunanlar üzerine düşünmenin, yazmanın ve bu çekirdekten yayılarak dünyayla konuşmanın hali sizin için yaşamak oluyor.

Edebiyata, dille kurulan tüm yaratıcı alanlara bir bütün olarak bakmaktan yanayım. Türler, tasnifler bizi daraltan, yoksullaştıran şeyler. Dünyadan duyduğumuz şey kendini nasıl içimizden çıkarmak istiyorsa, o şeyin diline büründürüyor bizi aslında. Kendimizi sadece şiire, sadece romana, tek bir türe neden kapatalım? Kurgu metinlerim şimdilik sadece şiir olsa da, dilin başka olanaklarını deneme arzusu da duyuyorum; o nedenle okurken ve okuduklarım üzerine düşünürken türler arasında gezinmeyi seviyorum.

Bir de şu var tabii… İyi metinler yalnızca bana haz vermiyor, duyuşumu zenginleştiriyor, bakışımı keskinleştiriyor, dünyayla, varoluşla ilişkimi değiştiriyor, başkalaştırıyor beni. Ben bu açıklığı, olma, oluş ihtimallerini, iyi metinlerin türü fark etmeksizin bana bunu yapmasını seviyorum.

Açıklığa Doğru’da, yazının, edebiyatın, şiirin biricikliğimizi yansıtmak açısından ne kadar değerli olduğunu gösterir nitelikte, ince uçlu bir cımbızla çalışmışsınız. Kitabınızı “Bir Açıklıktan Bir Açıklığa Konuşmak” başlığının anlamı üzerinden konuşmaya başlamak istiyorum sizinle. Neydi sizi böyle bir kitap yazmaya iten güdüler, duygular, itici güçler?

Öncelikle kitapla ilgili yorumlarınıza çok teşekkür ederim. Bunu hak ediyorumdur umarım. Bu kitap aslında tematik bir örgüyle kurulmadı. Dediğiniz gibi, şu zamana kadarki ömrünü edebiyatla kurmuş birinin deltası bu; ama yalnızca son on yılla sınırladı kendini. Bir metni okumak, o metin üzerine düşünmekle yazarak düşünmek başka şeyler. Kavramsal okumalarınız geliştikçe eleştirelliğiniz de, dünya fikriniz de değişiyor kuşkusuz. Kavramlarla düşünmeye başladıkça da metinlerle kurduğunuz ilişki aynı kalmıyor. 2010’dan öncesinde de çok sevdiğim romanlara, şiirlere, öykülere ilişkin pek çok metin yazdım ama onlar burada yok. Tüm yazdıklarım hem nesne olarak bir kitabı zorlayacak hacimdeydi hem yazma biçimimi ben çoktan eskitmiştim. Bu nedenle ne yazarsak yazalım, onlara aşırı değer atfetmeden dışarda bırakabilmeyi önemsiyorum. Burada öyle de yaptım. Bu kitap başka metinlerle ilgili de olsa, yazanın kendi yazma serüvenine ilişkin bir bilinçdışını da okura açıyor.

“Bir açıklıktan bir açıklığa konuşmak”a gelince… Okur, metinle sürekli bir konuşma hali içindedir; yazar başta, metin içindeki her şeyle konuşur. Metnin bu anlamda doğrultusu sonsuz bir açıklığa doğrudur. Kitap bittikten sonra da o konuşma sürer. Pasajlar tam hatırlanmaz belki, dizeler hatırlanmaz ama duygunun, düşüncenin, duyuşun konuşması hiç bitmez. Bir de elbette olmuş olan üzerinden henüz olmamışlara, olacaklara hal içinde bir imkân verir. Bu, gerçeğin kavranışını, gerçeklik kurgularını bir açıklıkta yeniden düşünme olanağını getirir size. Edebiyatın/ sanatın bize yaptığı en kuvvetli, en sarsıcı şey belki budur birçok şeyin yanında. Dilin cehenneminden başka bir dille kurtulmak. Gerçeğe başka bir yerden yeniden ermek.

“Yazamamak yazarların en büyük kâbusudur diye düşünülür.” Henüz kitabın “Sunu” bölümündeyiz ve bibliyoterapi  kavramıyla tanıştırıyorsunuz bizi. Bu konuda neleri, nasıl deneyimlediğinizi çok iyi özetleyerek, “O nedenle her zaman yazmaktan önce okumak” diyorsunuz ve yazamamak, yazmamayı tercih etmek ve başkalarının yazdıklarına sarılmak konularından el alıp ilk etapta kitap boyunca bahsettiğiniz “açıklığın” çerçevesini çiziyorsunuz. “Topraktaki taze çimen kokusunu” duyumsamamızı sağlıyor, dizge bozan, bozguncu seslerden bahsediyorsunuz. Yeni ve taze olanı ne kadar seviyor, ne kadarını kabulleniyoruz? Yazamamak ve yazmamayı tercih etmekten ziyade, başkalarının yazdıklarını ne derece kabullenip okuyoruz; özellikle de kendi çağdaşımız yazarlar söz konusu olduğunda? Edebiyat yoluyla, şiirle varlığımızı kutsadığımız biricikliğimiz yeni olanı kabullenmezse, taze çimen kokusunu içimize çekemezsek ne derece biriciklik mertebesine ulaşabiliriz?

Çok dikkatli bir okurun katmanlı soruları… “Bibliyoterapi” ile başlayalım. Zor bir zamanımdı. Kendim için yapabildiğim tek şey deli gibi okumaktı. Bu dışarıyla hem tek bağ hem dışarıdan korunma yolu olarak işliyordu sanırım bende. Tam o süreçte elime geçen bir dönem deli gibi sözlük okurdum ve dönemin dil kurumu böyle şahane uzmanlık alanlarına ilişkin sözlükler yayımlardı TDK’nin Psikoloji Terimleri Sözlüğü’nde bu kavramla karşılaşmıştım. Doğrusu iyi gelmişti, bir iyileşme yöntemi olarak okumak. Sonra böyle bir karanlık dönemim olmadı ama bu kulağıma küpe oldu.

Yeni kavramı biraz netameli bir kavrama dönüştü aktüel edebiyat kavramı içinde. Her genç yazarın yenilik taşıdığına dair bir yanılsamalı tuzak var burada. Özellikle şiirin varoluş sorunlarına ilişkin düşünmeleri içeren metinlerde, öznenin, toplumun zihinsel dönüşümlerine bağlı bir yeni olandan ve bunun kaçınılmazlığından söz etmeye çalıştım. Edebi haz olarak bir 19. yüzyıl metnini coşarak okuyabilirsiniz belki; ki bu metinleri okuma biçimlerimiz de bence değişmiştir, o duyuşla şimdiki zamanda yazamazsınız. Şimdinin aurası, hadi zamanın ruhu diyelim buna, başka bir ben, başka bir toplumsallık, başka bir dil, duyuş, düşünüşgerektirir. Bunu fark eden zihinler başka ve farklı olanın arayışına girerler. Sınanmış, sınırları belirlenmiş olanın dışına çıkma arzusunu taşırlar. Burada bugüne dek söylenmemiş orijinal, otantik, biricik olandan değil, başkalık arayışından söz ediyorum. Hepimiz biliyoruz ki, bugün yazdığımız, yaptığımız, kurduğumuz her şey bir palimpsest metin; insanlık tarihinin ayak izlerini taşıyor.

Okurlar/alımlayıcılar olaraksa yeniyle sınavımız başka. Eğitim bizi düzen içinde tutmak için var. Edebiyat eğitimi kanonlarıyla kulağımıza bazı sesler üfler, düşünceler bırakır. Giderek o çok duyulanlar bizde bir beğeni kalıbı oluşturur. Onu kırıp, o deriden çıkıp yenilenmek ve tazelenmek elbette kolay iş değil. İlk adım bunu fark etmek ama. Öteki ile kurduğunuz en temel toplumsal ilişkideki tutumunuz edebiyattaki duyuş ve açıklığınıza dahil aslında. Yabancıya ne kadar açıksınız, onu bir düşman olarak mı görüyorsunuz… Metinlerle kurulan ilişki de böyle. Özgürlüğe ne kadar açıksınız, başkayı tanıma arzunuz ve cesaretiniz var mı? Dipteki sesleri duyma eşiğiniz ne? Görünmezleri görme çabanız var mı? Etiğin, politikanın alanından sorabileceğiniz bu soruların hepsini edebiyat ve sanat da içerir. Buna verebildiğiniz cevaplar ölçüsünde alışılmışın dışında olana açıksınızdır.

İşin yayıncılık ayağı ise burada elbette bambaşka fayda dinamikleriyle çalışıyor. Farkında olduğum, en az kafa yormak istediğim yer. Burayı içeriden biri daha iyi açacaktır.

İkinci bölümün son konu başlığından başlamak istiyorum. “Bülent Keçeli’nin Hastalık Şiirleri Etrafında Düzensiz Düşünmeler”. Şairin yazdığı bir mısraı, “Ben bir şeyimi yonttum mu belli belirsiz o şeyimi bırakırım”. Bu mısradan yola çıkarak bu bölümle ilgili “yontma” kelimesi üzerinden ilerlemek istiyorum. Başlıklarda kullandığınız şair isimlerinden, başlıklarda hiç kullanmayarak bahsettiğiniz şairlere veya çağdaş felsefe-düşünce alanında önemli isimlerden paylaştığınız şiirlere, nasıl bir yontma işlemi gerçekleştirdiniz bu bölümü oluştururken? Sinemadan satranca (ki sizin Toplumsal Bellek ve Belgesel Sinema isimli bir kitabınız da var) mekân kavramına birçok konudan el alarak ve karşılaştırmalı şekilde ilerliyorsunuz bölüm boyunca. Aynı zamanda alanını genişleterek ilerleme, bu anlamda taşmaktan, dökülmekten, bozulmaktan imtina etmeme durumu da var. Tüm bu “yontma” işlemlerinden sonra elimizde çok küçük bir “öz” kalıyor belki ama bu özün neyi “tam olarak” ve “doğru” şekilde nitelediği de ortaya çıkmış oluyor diyebilir miyiz?

Saptamalarınız çok değerli gerçekten ve her dikkatli, özel okur gibi belki de yazarın niyetini aşan bir yerden kendi anlamlarını üretiyor. “Tam” ve “doğru” sözcükleri benim için çok iddialı ama her okurun kendi yatkınlığına göre bir öz yakalayacağı bir açık alan orası diyebiliriz.

Bu kitap benim çalışma odam aslına bakarsanız. İkinci bölümse kendi şiirime çalışırkenki duraklarım bir anlamda. Dil Mağarası’ndan bu tarafa şiirim nereye yol alıyorsa, düşünmek ve yazmak üzere nefeslendiğim yerler de, onlara yaklaşma, onları anlama yöntemlerim de o doğrultuda ilerledi. Çok başka şairlere ve yazarlara bakabilmeyi de isterdim, isterim; ama bu da bir güç, bir nefes meselesi. Mesela Ahmet Güntan’ın külliyatına çalışmayı isterdim ama bu şiire giriş niyetine onun Romeo ve Romeo’suyla yakınlaşmakla yetindim. Yine Yücel Kayıran şiirini felsefi uçlarıyla yakalayabilmeyi denemek isterdim, ya da Gülseli İnal’ın kozmosunda kaybolmayı… Belki bir gün gerçekleşirler.

Yontma eyleminin en önemli yanı, dışarıda bıraktıklarıyla bir sadeleştirme bir azaltma yaparak formu oluşturmaktır. Kusurlarınız dahil, odaklandıklarınızla ortaya çıkan yalnızca o metnin nesnesine dair değil, yazanın yazma eylemine dair de çok şey söyler.

Ne okuyorsak onlarla yazıyoruz. Bir kitap okyanusunda sürüklenirken bazen rastlantılarla zaman da kaybediyor olabiliriz; ama okuma serüvenimizi ve bundan doğan yazılarımızı şekillendiren tesadüfler değil, öyleymiş gibi görünürlerken de değil.

Nilgün Marmara şiirlerine ayırdığınız ikinci bölüm çağın personasıyla ilgili çıplak olanı getirip koyuyor önümüze. Nilgün Marmara’nın şiirleri ve onun kuşağındaki şairler yeterince değerlendirilmedi belki de Asuman Hanım, ne dersiniz? Şimdi ise, zorlu aşamalardan sonra “muhataba çağrı” dediğiniz saptama gerçek anlamını bulabiliyor. Nilgün Marmara’nın yarattığı “gürültü” duyuluyor artık. Nilgün Marmara’nın zihnimize kazınmak istenen “depresif” tarafını değil, asıl olarak “gürültü” çıkaran bir şair olmasını işlediğiniz bu bölümle ilgili ne söylemek istersiniz?

Nilgün Marmara’nın şiirine ilişkin yazmak benim şiir adına ödemek zorunda hissettiğim borçlardan biriydi. Benim için çok özel metinlerden biridir. Nefeslerin birbirine karışarak birbirini duyduğu bir metin. Okuru olarak hep itiraz ettiğim bir şey vardı: Yaşamının, trajik sonunun, spekülasyon ve dedikoduların onun şairliğini gölgelemesi, o berk şiirin önüne geçmesi. Bu durum aynı zamanda yanılsamalı bir persona okumasına da yol açıyordu. Şair dediğinizde akla gelen özne erkektir, ne yazık ki hâlâ erkektir. Talidir orada kadın ya da kuir sesi. Kırılgan, yaralı, dayanıksız vs. Buradan okumak yeğlenir çoğu zaman; arabesk, yapış yapış bir romantik keder üretir ki bu, pazarlanabilen de bir şeydir. Ben, istedim ki entelektüel varlığıyla cesur, yırtıcı, yer yer pagan duyuşuyla, bazen bir parrhesiastes gibi ikiyüzlülük maskelerini yırtan cadı tırnaklarıyla başka bir yerden duyulsun bu ses; çünkü şiiri bu sesi uluyor, bağırıyor, mırıldanıyor… Belki de onun şiirinde yaptığını ben bu yazıyla yapıp gezinen ve ona yakıştırılan NM maskesini kendi cadı tırnaklarımla yırtmak istedim.

Önceki kuşakların kadın verimleri üzerinden kıymetiyse; evet, henüz yeterince o sesleri duyup anlayabildiğimizi sanmıyorum; dolayısıyla edebiyat içindeki yerlerinin layıkıyla konuşulduğunu da… Merkezin mutlakçı sesine alıştırıldığınızda diğer sesler size duyulmaz olur. Feminist ve kuir edebiyatlar, minör edebiyat o seslerin duyulabilmesini, başka bir edebiyatı ve o tarihin varlığını, beğenisini görünür ve işitilir kılmaya çalışıyorlar.

Genç kuşaktan şiir yazan çok kadın var; birbirlerinin ve kendilerinden öncekilerin seslerini duymaya açık olanlarının biz okurları heyecanlandıracaklarını düşünüyorum. Başkasına açıklık, ötekine bakma cesareti kadar güçlü bir eğitim yeri yok.

“Başka bir dünya’ aramaya başlamak önemlidir.”

Üçüncü bölümde türler arası yolculuğa çıkarak edebiyatın içinde “yapıbozum” görevi gören, dünya edebiyatı ve Türk edebiyatı adına bu anlamda “yeni yapıtaşları” oluşturmuş, ezberimizi bozan kitaplardan bahsediyorsunuz. Şiir gibi romanlar, şiir gibi öyküler, hikâyeler… Okurlar için böyle tabirler vardır yapıbozumları tarif eder nitelikte; o anki hissiyatını anlatmak açısından basit gibi duran ama her şeyi özetleyen…

Doğru söylüyorsunuz. Başta da dediğim gibi, türler, sınıflar, sınırlarla bakmamayı tercih ediyorum edebiyata. Dilden, bütüncül bir edebiyat evreninden baktığınız zaman da yazanın o dille ne yaptığı sizi ilgilendiriyor öncelikle. Benim bu kitaptaki bölümlemem bir çelişki gibi duruyor belki ama bununla yapmaya çalıştığım cümlemi şiir kavramından, yani köklendiğim ve sonrasında köksüzlüğe doğru aktığım bir yerden kurmak, şiir açımlamalarıyla nefeslenmek ve oradan başka olanlarla, oranın bilgisiyle dolaşık hale gelmekti. Ben bir eleştirmen değilim; akademisyen de… Dolayısıyla bir şair-okur olarak şiirin bilgisiyle, oradan edindiğim anlama, anlamlandırma tecrübesiyle yaklaştım bu metinlere. Her şeyde o “şiiri” görmek, görmeye çalışmak… “Şiirsel” ve “şairane” betimlemelerinden hep kaçarak tabii.

Clarice Lispector’un Yıldızın Saati romanı üçüncü bölüm itibariyle bizi karşılıyor ve bölüm bitene kadar neredeyse, farklı başlıklar ve konular mevzu bahis olsa da, bölümün tamamına eşlik ediyor. Bedensel, ruhsal anlamda “Ben” ve “O” yapısını –yani özneyi– bozan Clarice Lispector’un yaptıklarını siz de muhteşem bir yapıbozum tekniği kullanarak inceliyor, incelemenizi yazarken metni yeniden yaratıyorsunuz. Bu yüzden bu romanı seçme sebebinizi ayrıca konuşmak istedim sizinle.

Sevdiğimiz çok yazar vardır; ama tutku ve hayranlıkla bağ kurduğumuz edebiyatçı sayısı azdır. Lispector’la öyle bir bağ kurdum Yıldızın Saati ile. Başak Bingöl Yüce’nin harika çevirileri ile art arda gelen diğer yapıtlar yazarın edebi dehasını daha yakından tanımamı ve anlamamı sağladı. Kitapta sadece Behçet Necatigil ve C. Lispector ile ilgili iki yazı var. Aynı yazara/şaire ilişkin art arda, derinlik ve nitelikten ödün vermeden yazmak ciddi biçimde zordu benim için. Bunu yapmış olmak aslında benim kendi yazı dünyama ilişkin de elbette bir şey söylüyor. Lispector okumam ve üzerine düşünmeye başlamam tam da kendimle ve yazıyla ilişkimi başka bir yerden sorguladığım bir zamana denk geldi. “Plasenta” o dönemin şiirdeki dönüşümüyse, bu iki metin okumaya, yazmaya ve yazara ilişkin düşünüşümdeki başka yerlere açılma arzumun karşılığı oldular. Bedene ve yeryüzüne doğru açılmak… Burada bir yapısöküm söz konusuysa, bu kendimi de kapsayan bir sökümdü.

“Bu Ben Değilim, Kurgu Hepsi”. Üçüncü bölümün son başlığı. Orçun Ünal’ın 2017 yılında yayınlanan öykü kitabı Bu Ben Değilim’den yola çıkıyor, Ricardo Piglia’nın Son Okur kitabından da bahsediyorsunuz, neden zihninizin sizi ânında Bu Ben Değilim öykü kitabına götürdüğünü anlatırken. “Ânında zihin çöplüğüne giden ne metinler var, değil mi?” Sizin bu sorunuza karşılık ben de şunu sormak istiyorum: Böyle olmasaydı eğer, iyi metinler nasıl görünür olabilirdi ki? Bu mükemmel kurgu metinler, şiirler, düşünce kitapları, hatta mektuplar “gerçekliğin kendisinden” daha etkili olabiliyor ve bizler bu yüzden edebiyatsız yapamayız sanırım, ne dersiniz?

Harika bir dile sahip olmak, iyi bir hikâye anlatıcısı olmak bugün iyi edebiyat oluşturmak için yeterli değil – tabii bence… Edebiyatın ve edebiyatçının bir meselesi olmasından söz edilir ya hep; nedir bu mesele? Akla ilk gelen, insanın bireysel ya da toplumsal, etik ya da politik krizleridir. İnsan ve toplum krizdeyse dil ve ifade de krizdedir. Bu ikisini birbirinden koparmadan kendini kuran edebiyatı seviyorum. Yaşamın/sistemin insanı ve toplumu değişime zorladığı eşikler zihin ve söylem değişikliğini de beraberinde getirir ister istemez. Bu Ben Değilim, bütün bunların farkında bir yazarca kurulmuştu, görmemek olmazdı. Ve evet, yazının başlığı, “Bu Ben Değilim, Kurgu Hepsi”, hayat ve edebiyat arasındaki zorlu ilişkiyi yeniden gözden geçirmeye çağırmak içindi okuru. Sadece bu yazıyla da değil, dediğiniz gibi kitaba yayılan bir niyetti bu. Nursel Duruel, Hulki Aktunç, Şule Gürbüz yazıları özellikle buradan birbirine bağlanabilen metinler.

Edebiyata, sanata kutsal, yüce, seçkin bir yer atfetmeden, onun bugünün insanı için bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum, evet. Değilse buyurgan yönetimler neden ilk önce onu kurutmak istesinler, değil mi? Edebiyat ve hayat bağına ve edebiyatın işlevine ilişkin çok şey söylenebilir. Onlardan biri de insana bu kaotik kapanda kalma, devam etme gücü vermesidir, diyebiliriz. Hem devam hem değişebilme gücü.

Sizden yeni bir şiir kitabı okuyabilecek miyiz yakın zamanda? İlk önce bunu sorarak pandemi dönemi sizin için nasıl geçti diye devam etmek istiyorum. Yazmaya devam edebiliyor musunuz? Çünkü ne olursa olsun, yapamadıklarımızı yapmaya başlasak da, ya da kendimizi bu dönemde yenilemeye çalışsak da, öyle hızlı bir çarpma yaşadık ki, travmatize de olduk aynı zamanda, ne dersiniz? Ezcümle, yazının, edebiyatın pandemiyle olan imtihanı nasıl oldu sizce, veya bundan sonrası için nasıl bir yayın dünyası bekliyor bizleri?

Şiir sırası geldikçe ya da sürekli yapılan, yazılan bir şey değil benim için. Hayatla birlikte ritmi, aralıkları değişse de, o da benimle akıyor. Yavaş yavaş bir kitap biçimini almaya başladılar.

Pandemi elbette derinden sarstı herkes gibi beni de. İlk zamanlar kontrol dışılık, bilinmezle mücadele epey yorgun düşürdü zihnimi, duygumu, bedenimi. Hayat çok güçlü bir şey ama… Akışta karşılaştığınız şeyle baş etme, savunma yöntemleri geliştiriyorsunuz. Hızlı sayılmasa da içerinin ritmiyle dışarıyı bağdaştıran bir dil buluyorsunuz. Yazmaktan çok okumakla doldu süreç. Ben dinlemeyle sorun yaşadım sanırım. Yerleştiremedim onu hayatıma. Çok değerli online söyleşiler, podcast’ler… Dikkatimi veremedim onlara. Zaten onlar da bir furya gibi geldi üzerimize. Yakınlaştırdığım ses müzik oldu yalnızca; konuşma sesine karşı bir hassasiyet oluştu galiba. İşitmekten çok bakmak, yazmaktan çok okumak; böyleydi, hâlâ böyle sürüyor. Zamana ilişkin hissim de başkalaştı. Pandemiden önce düşünmeye başladığım şeyler, his değişiklikleri, düşünceler, duygular, algılar için bir derinleşme, yeniden bir sadeleşme olanağını da bana verdi. Süreç hâlâ devam ediyor ve biz krizin olağanlığına alıştık sanki. Bu sorunlu bir yer. Henüz bize, dünyaya ne oldu, tam bilmiyoruz. Gezegenin insan eliyle üretilmiş her şey nedeniyle nefessiz kaldığı bir zamana virüs bir işaret fişeği gibi geldi. Devam için her şey bu yaşadıklarımızdan ne anladığımıza bağlı ki, bu konuda iyimser değilim.

Yayıncılık için anaakımın güçleriyle bağımsız çabaları burada ayırmak gerek. Anaakım için, eski tabirle söylemek gerekirse, “rotatifler durmadı”. Bağımsız yayıncıların ki onlara çok çok ihtiyaç var zorlandıkları, süreçten zarar gördükleri apaçık. “Dönemler yine de kendi kaçış çizgilerini oluşturur”a inanıyorum. Yayıncılık konusunda elbette bazı mütevazı öngörülerim var; ama bunu yayıncılığın içindekilerin konuşmasını daha doğru bulurum. Edebiyatın gideceği yer çok ama çok ilgilendiriyor beni. Katastrofik, kaotik bir süreç, değişen toplum ve insan… Bu dönemin diliyle ne yapılacak? Ben şiir için dili gotik, sert ve karanlık bir çarpışma alanı olarak hissediyorum. Bu hissin ne kadarı yazıya döner, bilmek zor. Edebiyatın ve edebiyatçının bu imtihandan nasıl geçtiğini önümüzdeki zaman gösterecek. Pandemi telaşında, çok başlarda online olanaklarla söz çok yoruldu ama yoğrulmadı, bunu söyleyebilirim.