Ars longa, vita brevis

Latin Amerika Edebiyatı yazarlarından Juan Carlos Onetti, Valeria Luiselli, José Donoso, Laia Jufresa ve kitapları ne anlatır okuruna?

14 Ocak 2016 12:30

Sen, ey okur, tıpkı yazar olan ben ve okuduğun kitabın kahramanı gibi, bu hayallerin kurbanısın. 

Félix Martínez Bonati

 

Hayatı okumak: Edebiyatı yaşamak

Daimi bir inşa ve yıkım halindeki bu dünyada bize tek ve sınırlı bir hayat bahşedilir, her an karşımıza çıkan sayısız seçenekten sadece birini seçmemiz gerekir. Olasılıkların bizi nereye götüreceğini de bilemeyiz üstelik, gelecek öngörülerimiz bile asılsızdır. Oysa bir düş kadar müphem fakat en azından daha direngen olan kurguda başka başka yollar döşeriz önümüze. Kaybettiğimiz zamanı, bir çocukluk anımızı veya bir tutkumuzu kucaklarız orada. Sıkıcı, anlamsız ve hatta yetersiz atfedilebilecek bir hayatı yeniden yaratırız edebiyatla. Okuduğumuz ve yazdığımız her satırla bir keşif gezisine çıkarız. Bir romanı yaşarken, dünyayı da baştan yorumlarız. Öyleyse dünya, her bir bireyin kendi düşleminden başka nedir ki? Hele de gerçeklik veyahut hakikat dediğimiz şey en temelde kendisi kadar kırılgan olan insan belleğine dayanıyorken… Geçmiş bile değişebiliyor, baştan yaratılıp yeniden inşa edilebiliyorken… Hele de kurgu ve gerçeklik bütünüyle iç içe geçebiliyorken… Gerçeklik bir kurguya, kurgu ise gerçekliğe dönüşebilecekken… Çünkü kurgu asla yalnızca gerçekliğin dışında yer alan bir düş değil, aynı zamanda gerçekliğe yeni bir şekil verebilecek bir “yaratım”dır. Ondan değil midir zaten bir kitap okurken dökülen gözyaşlarımız ya da atılan kahkahalarımız? “Gerçek” bir duygulanım değilse hissettiğimiz, neden tepki veririz okuduklarımıza? Korkulacak bir şey olmadığına inanıyorsak, neden korkarız bir korku romanından? Nasıl üzülürüz bir roman kahramanın yaşadıklarına, ortada “hakikaten” üzülecek bir şey yoksa şayet? Bir adım daha ileri götürecek olursak, gündelik hayatta karşımıza çıkmayan, hatta çıkmayabilecek durumlara duygusal, mantıksal ya da ahlaki tepkiler vermeyi de kurgudan öğrenmez miyiz zaman zaman? Dolayısıyla kesin olan şudur ki, bir edebiyat eseri okumak okurunun aktif dahiliyetini gerektirir: Etken bir varlıktır okur, karakterleri “doldurur,” okuduğu metin üzerinden olası sonuçlar çıkarır, varsayımlarda bulunur ve yargılara varır. Kurgusal bir metin okuruna sadece bu dahiliyet imkânını sunmakla kalmaz, aynı zamanda ona normalde erişemeyeceği bir içeriğe ve konuya erişme olanağı da bahşeder.

Bir başkaldırı: Latin Amerika edebiyatı

Bu noktada da devreye, Paul Ricouer’un deyimiyle, “dünyayla olan ilişkimizin kurucu unsuru hayal gücü” girer: Algımızdaki boşlukları doldurur, hatta bir “kimlik” unsuru oluşturur. Kurgu edebiyatı hayal gücünü şekillendirmenin esas unsuruna ve bunun sonucunda da gerçeklikle ilişki kurmada, kimlik geliştirmede kilit noktaya dönüşür. En temelde bir varoluş araştırması olan edebiyat sadece bir model oluşturmakla kalmaz, kolektif bir hayatın içinde bir kimlik kazanımına da yer açar; nasıl ki her coğrafi bölge ve tarihsel dönem kendi anlatı biçimini doğuruyorsa, her edebi metin de kendi coğrafyasını doğurur. Bizi, çevremizi, kökenimizi yaratır. Her edebiyat eseri aynı zamanda kültürel bir metindir ve kültürel metinler sadece bir gerçekliği değil, bir ulusun kimliğini de yansıtır.

Edebiyat üstünden kimlik yaratımı ve bu kimliğin hayal gücüyle iç içeliği belki en keskin şekliyle, insanların “yalnız fiziksel dünyalarıyla değil, düşleriyle de yaşadığı,” Latin Amerika Edebiyatı’nda görülür. Ve yine, anlatılmak istenilen gerçeklik belki en çok orada “dil” üzerinden kurulur. Çünkü dil, özellikle klasik gerçekçi roman formunun bir kenara bırakılmasıyla, gerçekliği aktaran değil, yaratan bir unsura dönüşür. Artık, Octavio Paz’ın dediği gibi, dil insana, insan dile dönüşür. Bir kurmaca metnin gerçekliği sadece dille yaratılır, başka bir deyişle, hakikat artık dilsel bir algıdan başka bir şey değildir ve tam da bu şekilde, “kendi kendinin anlamını taşıyan edebi metin,” yani roman, sınırların ötesine ulaşarak bir hayatın hikâyesine dönüşür. Hemen her gün anlamını, ahengini, tutarlılığını yitiren bir dünyaya kaybolan ahengi, anlamı ve tutarlılığı yaratılan yapıtların diliyle geri kazandırmaktır bu. Yahut tüm o tutarsızlığı büsbütün göz önüne sermek. Simgeler ve imgelerle bir bütün yaratmak.

İşte Juan Carlos Onetti’nin, Valeria Luiselli’nin, José Donoso’nun ve Laia Jufresa’nın yaptığı da budur. Her biri gerçekliği dil ile işaret ettikleri nesneler arasındaki ilişki üzerinden kurar ve bu ahengini yitirmiş, sınırlarla dolu dünyada bir kurtuluş olarak yarattıkları kurguya kaçar, yazıya sığınır.       

Ölçüsüz bir yazar: Juan Carlos Onetti ve Kısa Hayat

Latin Amerika Edebiyatı’nın en önemli yazarlarından biri kabul edilen, 1980 Cervantes Ödülü sahibi Juan Carlos Onetti 1909’da Uruguay’da doğar. İlk romanı El Pozo (Kuyu) 1939 yılında yayınlanır. 1934’ten 1955’e değin Buenos Aires’te yaşayan Onetti, 1974’te Madrid’e sürgüne gider ve 1994’te Madrid’de ölür. Birçok eserinde tekrar tekrar ortaya çıkacak olan efsanevi Santa María kentini, ilk kez, 1950 yılında yayınlanan La vida breve (Kısa hayat) adlı romanında yaratır.

Carlos OnettiOnetti, hakikati her kişinin kendi içinde aradığını ve hakikatin bulunabileceği tek yerin yine orası olduğunu savunur. Bu bağlamda gerçekliğin sayısız biçim aldığına inanır. Her daim bir kaçışın ve başka gerçekliklerin peşinde olan yazar, bunu “Santa María diyarının topraklarında ve büyüsünde somutlaştırır. Santa María bir romana sahne olan basit bir yer değil, insan ile varoluşunun, kaygılarının, yalnızlığının en temel, en yalın haliyle yüzleştiği mitik bir yerdir.”[1]

La vida breve’nin kahramanı Brausen kovulmak üzere olan bir metin yazarıdır. Karısı Gertrudis’in kanser olup göğsünü aldırmasının ardından devasa bir mutsuzluğa sürüklenir, kendisini fazlasıyla yalnız hisseder ve çıkış yolu olarak bir senaryo yazar. Böylece Santa María adlı bir mekân ve Doktor Grey adlı bir karakter yaratır, bu şekilde “hiçbir tutkusu olmayan zavallı bir talihsiz olduğu söylenen” bu adam “yazmanın Tanrı olmak olduğunu fark edecektir.” Üstelik “yazdıkları son derece basittir, yalan dolandır,” gelgelelim, “bu işin ne denli basit olduğunu keşfedince, yazıyı kendi yarattığı hayali dünyaya girmek için kullanır.” Yani kurtuluşu kendini kurgulaştırmakta bulur. Yarattığı Dr. Grey karakteri kendisinin daha genç bir versiyonudur. Yazgıya karşı çıkmaktır bu, zira kendi hasta karısının yerine Grey’in karşısına Truvalı Helen’i temel alarak yarattığı Elena Salas’ı çıkarır. (Edebiyat kalıcıdır, hayat kısa.) Derken Brausen kendini yeni taşınan, fahişelik yapan Queca adındaki komşularıyla ilgilenirken bulur. Queca’yı saplantı haline getirmesiyle bu kez daha karanlık bir karakter olan Arce’yi yaratır ve “gerçek hayatta” Brausen olmayı bırakarak Arce karakterine bürünür. Gelgelelim Dr. Grey ve Arce hayatlarını yaşarken “gerçek” Brausen gitgide daha yalnız ve mutsuz bir adama dönüşür. Üstelik bir yandan da Arce’nin temsil ettiği ahlaksızlık ve kayıtsızlığın içine gömülür. Gün gelir, aslında Gertrudis’i sevdiğini fark eder; oysa iş işten geçmiştir artık. Bundan böyle yine tek çıkışı kurgu olacak, gerçek ve kurmaca arasındaki o ince çizgi tamamen yitip gitmeye başlayacaktır.

La vida breve en kısa tanımıyla hayatı katlanılabilir kılmak adına kendine pek çok “kısa hayat” ve kimlik yaratan bir insanın hikâyesi, kendisiyle yapılan bir röportajda, “Nasıl ölmek isterdiniz,” sorusuna, “Hiçbir şekilde,” yanıtını veren[2] Onetti ise, bu bağlamda düzenli gerçekliğe uygun düşen klasik gerçekçi roman formunu yıkan yenilikçi bir yazar, bilinçdışından faydalanarak gerçeklikle kurmacayı birbirine bağlayan, hatta dolayan ve nihayetinde de kurgunun gerçek “dünyayı yuttuğu bir labirent yaratan”[3] bir kurgu ustasıdır. Onun yazınında edebiyat bir sığınaktır.

Yazdıklarını şu şekilde okumak da mümkündür üstelik: Neler hatırlıyoruz, neden hatırlıyoruz…  Hatırladıklarımızın ne kadarı doğru yahut gerçek… Hangilerini bizler uydurduk ve uydurduğumuz bu anılara gerçekmiş gibi tutunduk… Kısacası, “kendini anlatıyla yaratan ve kurtuluşu yine anlatıda arayan” bir yazardır Onetti. La vida breve’de yalanları bedeninin yerini ve şeklini alan bir yazar. Neden bir insanın sığınak olarak edebiyatı seçtiğini yarattığı metinde tekrar tekrar vurgulayan, bu donuk ve ölçüsüz hayata yine ölçüsüz bir metinle yanıt veren, ancak ve ancak kurmaca üzerinden objektif bir hakikate ulaşılabileceğine inanan bir yazar. Tek özgürlüktür kurmaca Onetti için.

Hakikatle didişmek: Valeria Luiselli ve Kalabalıkta Yüzler

 

Valeria Luiselli

Meksikalı, genç, kadın yazar Valeria Luiselli’nin, Siren Yayınları tarafından Ocak ayında yayınlanacak olan, Kalabalıkta Yüzler adlı romanında anlattığı da bir parça budur. Yazıyı özgürlükle birleştirir o da. “Eskiden her an, canımın istediği her saatte yazardım çünkü bedenim bana aitti. Bacaklarım uzun, güçlü ve inceydi. Onları göstermenin mahzuru yoktu. İster birilerine, ister yazıya,” der. Şimdiyse “sessiz bir roman” yazar, “çocuklar uyanmasın diye.” Romanlar uzun solukluyken, artık kısa soluklu şeyler yazmak zorundadır o; soluklanacak yer azdır çünkü.

National Book Foundation’ın 2014 yılında belirlediği, gelecek vaat eden 35’inden Genç 5 Yazardan biri olan Luiselli 1983 yılında doğar, çocukluğunu ABD, Güney Kore, Kosta Rika ve Güney Afrika’da geçirir. Liseyi Hindistan’da bitirip lisans öğreniminin bir kısmını Meksika’da, bir kısmını İspanya ve Fransa’da tamamlar.

Değişen bir hayatı, parçalanan bir dünyada, parça parça metinler üstünden anlatır Valeria Luiselli. Kendilerine birer çehre oluşturan yahut çehreleri silinip giden karakterlerle dolu çok katmanlı bir metindir onunki. Çağlayan yalnızlıkların, kimsenin atmadığı çığlıkların arasında süzülen, mimari bir yapı misali kurulan bir metin. Boşluklarla dolu bir yapıdır bu; imkânsızlıklardan sıyrılabilmek, kendine sayfalarda yer açabilmek için.

Defalarca yinelenen ve artık herhangi bir başka anıdan farkı kalmayan, hafızada çoktan onlarla birlikte yer edinen yalanlardan, kulaktan kulağa yayılan söylentilerden, düş oyunlarından örülen ve belki kendi kendine bile ne kadarının kurgu ne kadarının gerçek olduğunu soran, hatta her şeyin devasa bir kurgu, yazılanların sadece bir roman olduğunu haykırır ve gerçekliğin kurguyu değiştirmesi gerekirken, tam tersinin olduğunu; kurgunun dokusunun gerçekliği değiştirmeye başladığını söyleme cüretini de gösteren bir metin, bir parça “belki”ler üzerine kurulan bir romandır Kalabalıkta Yüzler.

Kalabalıkta Yüzler, Valeria Luiselli, Çev: Seda Ersavcı, Siren Yayınları

Çok sesli bir roman olsa da iki temel anlatıcısı vardır aslında Kalabalıkta Yüzler’in: Meksika’da yaşayan evli ve iki çocuklu bir kadın ve ölümün eşiğindeki Meksikalı şair Gilberto Owen. New York’ta, bir yayınevinde editör olarak çalıştığı günleri anımsarken bu kadın, neredeyse çaresiz bir şekilde eserlerini yayınlamak istediği, Gilberto Owen’ın hayaleti eşlik eder ona. Gilberto Owen’sa kendi gençliğine düşer anılarında ve birbirlerinin hayatları bir diğerinin aynasına dönüşür zamanla. Ezra Pound, Federico García Lorca ve William Carlos Williams gibi isimler de yansır üstelik bu aynada, kollarına taktıkları mizahla.  

Kaç hayat ve kaç ölüm sığar tek bir yaşama? Geçmişten şimdiki zamana, gerçeklikten kurmacaya, bir anlatıcıdan başka birine sıçrarken yanıt aradığı budur Luiselli’nin biraz da. Onetti kadar sürükler okuyucuyu muğlaklığına –didişirken hakikatle. İmgelerden ve dilden meydana gelen bir hayat koymaktır bu, hayal kırıkları getiren ve “epriyip lime lime olan bir gerçeklik örgüsünün” yerine. İzin vermektir olasılıkları ve olanakları bir top misali döndürmemize, bir elimizden diğerine dilediğimizce geçirmemize. İzin vermektir başka olası hayatların peşine düşmemize ve böylece bir vagondan diğerine sonsuza değin el sallamamıza –bir izden, bir nefesten ibaret olsak yahut sadece yazıda var olsak da.

Geçmişin inşasında hoşa giden bir tat: Umami

Hayaletlere öykünmektir Kalabalıkta Yüzler’in yaptığı; gölgelerin toplamından nesnelerin varlıklarını sağlamlaştırmak ve belki de ancak bu şekilde zihinde kendine yavaş yavaş yol açan boşluktan ve hayatı ezip geçen ölümden kurtulmak:

“Bütün romanlarda ya bir şeyler ya da birileri eksiktir. Bu romandaysa kimse yok,” der Luiselli’nin anlatıcısı, “bir zamanlar ara ara metroda gördüğüm bir hayalet dışında.”

Laia Jufresa Yine genç bir Meksikalı kadın yazar olan Laia Jufresa’nın ilk romanı Umami’nin de en çarpıcı noktası ana kahramanlarının romanda yer almamasıdır. Kalabalıkta Yüzler’in, “Binbir Gece’nin anlatıcısı ölüm gününü ertelemek için bir dizi öyküyü birleştirerek anlatır. Belki de benzer fakat tam tersi bir mekanizma da bu hikâyeyi, bu ölümü ertelemeye yarıyordur,” cümlesini yinelercesine, kavuşturmak için yitip gidenleri birbirleriyle, 2004 yılından başlayarak geriye doğru giden ve 2000 yılında son bulan bir hikâye anlatır Jufresa. Zamanı geriye döndürmektir bu. Gerçeklikten medet ummamak –artık. (Edebiyat süreklidir, hayat kısa.)

1983 yılında Meksika’da doğan Laia Jufresa ilk gençliğini Paris’te geçirdikten sonra 2001 yılında Mexico City’ye taşınır, şimdi ise Madrid’de sürdürür hayatını. Umami Japoncada “hoşa giden tat” anlamına gelir ve tatlı, ekşi, buruk ve tuzlu ile birlikte beş temel tattan biridir. Temel bir tat olup olmadığı uzun süre tartışılmıştır. Tanımlaması güçtür. Bu bağlamda eser adı da son derece manidar değil midir? 

“Kadere” karşı çıkmaktır Jufresa’nın yaptığı. Yalnızlık ve kayıp üstüne kurulu bir romandır çünkü Umami:

Nehre girip de hiçbir zaman çıkmayan bir kız kardeş, dokuz yaşındaki kızını terk edip kaçan bir anne, ne ağzına tek bir lokma koyan ne de resim yapan, fakat sözcüklerden renkler uyduran ressam bir kadın, beslenme antropolojisi üzerine uzman dul bir adam. Bu dul adamdır işte Umami’nin ve roman mekânının ev sahibi: Evlerine tuzlu, tatlı, ekşi, buruk ve umami isimlerini vererek bulur kiracılarını. Müteveffa karısıyla konuşmaya çalıştığı Umami evinde oturur kendisi. Kız kardeşini nehre teslim eden Ana ve ailesi ise Tuzlu’da deşer geçmişini.

Gerçeğin çöküşü: Gecenin Edepsiz Kuşu

Bir yas romanı olmasının ötesinde beş temel tadı, hatta belki çok daha fazlasını, içinde barındıran dil üzerine kurulu bir romandır Umami. Onetti ve Luiselli’deki gibi tıpkı, kurguya hizmet eden bir dildir elbet söz konusu olan. Yine dildir, karakterleri farklı farklı açılardan görmemize olanak tanıyan. Sözün dile getirdiğini bile aşan.

Ülkemizde özellikle Gabriel García Márquez ile tanınan sadece sözün dile getirdiğini değil, alıştığımız mantık duvarlarını da aşan “Büyülü Gerçekçilik” akımının doruk noktalarına ulaştığı isimlerden biri olan José Donoso Yáñez 1924’te Şili’de doğar. Kendi kendini sürgüne gönderir (Pinochet diktatörlüğüne tepkisidir bu) ve hayatının bir kısmını Meksika, Amerika ve İspanya’da geçirir. 1981’de Şili’ye döner ve 1996’da orada ölür.

José Donoso çöküşü ve bireyin gerek içsel gerekse toplumsal varoluş sorunlarını kendi kendini inşa eden kâbusvari metinlerle kaleme alır.

En önemli eserlerinden biri kabul edilen El obsceno pajaro de la noche’de (Gecenin edepsiz kuşu) kurgusal dünyayı yaratan kişi bir babadır bu kez. Oğlunu “gerçek” dünyadan kurtarmak için yepyeni bir evren düşler, hatta düşlemekle de kalmaz, bu evreni gerçek kılar:

Toprak zengini olan Azcoitía ailesi, kendilerinden daha aşağıda olanlar tarafından korkulan ve nefret edilen bir sınıfın ekonomik, politik ve sosyal paradigmalarını temsil eder. Tüm hikâyeyi kendisi üzerinden dinlediğimiz “uşak” Humberto Peñaloza (namıdiğer El Mudito -Dilsiz-) çocukluğundan beri babası tarafından “biri” olmaya teşvik edilmiştir. (Öyle ki “güzel giyinmeye alışabilmesi için” kendisine ilk takım elbisesini de yine biriktirdiği paralarla babası almıştır.) İşte bu takım elbisenin peşinde şehirde dolaşırlarken uzun boylu, sarışın, son derece havalı ve şık bir adam olan Jerónimo de Azcoitía’ya rastlarlar. (Humberto bu karşılaşmadan daha sonra, “onu gördüğüm anda kendi bedenimden sıyrılıp onunkiyle birleşmek istedim; sadece gölgesine dönüşecek olsam bile o adamın varlığında yer almak istedim,” diye bahsedecektir.)

Yıllar sonra Humberto Peñaloza ilk kitabını yazmaya koyulur ve babasının tanıdığı olan Don Jerónimo Azcoitía’dan kitabını yayınlatmak için yardım ister. Bunun üzerine Don Jerónimo Humberto’yu özel sekreteri olarak işe alır ve genç adam, yavaş yavaş kendi karakterini yitirmeye başlar. Başka bir deyişle kişiliğini korkuları ve saplantıları ele geçirir ve bu süreç, tüm eser boyunca devam eder. Üstelik bir de patronunun karısına, güzeller güzeli Inés Santillana’ya âşıktır.

Jose Donoso

Uzun uğraşların ve “lanetli büyülerin” ardından Azcoitía çiftinin bir oğlu olur: Boy adını verdikleri bu çocuk bir tuhaftır. Eciş bücüş, yamru yumrudur. Boy’un bu çirkinliği karşısında dehşete kapılan baba Jerónimo Azcoitía, Humberto’nun yardımıyla çocuğa bir kurgu dünyası yaratır. Bu şekilde çocuk kendisini bekleyen hakaretlerden ve alaylardan korunmuş olacaktır. Humberto Peñaloza bu hayali dünyayı gerçeğe dönüştürmekle yükümlüdür; böylece La Rinconada’yı oluşturur. Dünyanın dört bir yanından tuhaf, çirkin mi çirkin ve sıra dışı tipler getirir: Bunlar, sakat bacakları nedeniyle bir sürüngen gibi yaşayan Berta, dünyanın en şişman kadını olan Miss Dolly, bacakları ve kolları upuzunken kafası küçücük olan kocası Larry, her yeri lekeler ve yumrularla kaplı olan Melchor, bulldog suratlı bir cüce olan (ayrıca Don Jerónimo’nun uzaktan akrabasıdır) Eperatriz, akromegali hastası olan Basilio ve tek gözlü, pençe parmaklı Doktor Crisóforo Azula’dır. Fakat Humberto, Don Jerónimo’nun emirlerine uyan Doktor Azula’nın organlarını çaldığını, bu organlarla Boy’u baştan yaratıp “canavarlıktan” kurtarmak istediklerini fark edince hem Rinconada’dan hem de Azcoitía’ların evinden kaçar. Bundan sonrası hem Boy’un hem de Humberto’nun gerek içsel gerekse dışsal, gerek kurgusal gerekse “hakiki” bir gerçekliğe tutunma, hayatta kalma mücadelesidir.  

Donoso fantastik olarak tanımlanabilecek El obsceno pajaro de la noche’de tüm anlatı tekniklerini iç içe geçirerek edebiyatın ve dilin adeta sınırlarını zorlar. Gerçekle gerçekdışı arasındaki “kesin” karşıtlığı, gerek Onetti, gerekse Luiselli gibi, yerle bir eder. Mitle gerçeği, gerçekle hayali iç içe geçirerek aynı zamanda bir ülkenin ekonomik, sosyopolitik ve kültürel durumunu da gözler önüne serer ve bu şekilde okurlarını, onları karşı karşıya bıraktığı tüm “gerçekdışı” olayların “gerçekliğini”, tüm fantastik unsurların ise “doğallığını” kabul etmeye bir bakıma mecbur kılar. 

Yazı benim belkemiğim: Yazı benim gerçeğim

Evren bizim algımızdan bağımsız bir varlık değildir ve bir kurmaca eser, yalnızca yazarının ortaya koyduğu bir ürün olarak değil, yazıldığı dönem, mekân ve özellikle de koşullar altında değerlendirilmelidir. Ancak bu şekilde edebiyatın kültür ve kimlik gelişimi üzerinde oynadığı o esaslı rolü görmek mümkün olabilir. Tüm bu bahsi geçen eserlerde Latin Amerika’nın tarihinin temel öğelerine yapılan bağlantılar sembolize edilir, bu nedenle her biri aslında tarihin ve yer yer müşterek diyebileceğimiz bir geçmişin kendisiyle de ilgilidir. Ancak söz konusu yazarlar birer tarihçi kimliğine bürünmeden, metaforlar üzerinden yaparlar bunu; yeniden yazılmış bir tarihtir yarattıkları, tarihçilerin tarihlerine karşı.

Algılanan gerçek, anımsanan gerçek, belirlenen gerçek, yansıyan gerçek, aktarılan gerçek, düşlenen gerçek, simgesel gerçek: Gerçek yaratıldığı oranda vardır. İmgesel, gerçeğin içindedir; gerçek ise imgesel aracılığıyla görülmektedir. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, gerçektir bu yazarların coşkun bir hayal gücüyle kaleme aldıkları satırları; gerçeğe eklenen, gerçeği yaratan ve yeni bir “yaşam imgesi kuran” eserlerdir çünkü her biri; kendilerine dönen, kendileriyle konuşan, kendi kendilerini çoğaltan metinlerdir. Ondan böylesi kolaydır belki, satırlarını okurken, hiç fark etmeden, Onetti’nin, Luiselli’nin, Jufresa ve Donoso’nun roman kişilerinden birine dönüşümümüz. Sessiz bir ayna değildir çünkü edebiyat; duyguları dile getiren metinsel bir yapıdır. Hem zaten, yazı bir yana, herhangi bir şeyde mümkün müdür ki dolaysız bir yansıma? İnsan sonsuz ayrıntılar içindedir ve hem roman, hem de özünde olabilirlik dünyası üzerinden kurulan insan gerçeği bu ayrıntılarla kavranmalıdır. 

Bölük pörçük dillendirilen yahut zamanı tersine döndürerek, zamanı kendi kuyruğunu ısıran bir hayvana dönüştürerek kaleme alınan, ıstırapla zevk veren, bizi hayaletlere karıştıran bu gözenekli, yatay, dikey anlatılar gerçeğin boşluklarını doldururlar: Dışarıdan içeri, içeriden dışarı sızanı anlatırlar; bir ihtiyaçtan doğarak bir işlevi yerine getirirler. Teker teker Michel Butor’un sözlerini yankılarlar: “Ben romana zorunlu olarak geldim; ondan kaçınamadım. Yaşamımın birliğini sağlamak için yazıyorum ben. Yazı benim belkemiğimdir.” Ve bir yaşam şekli olarak edebiyatı seçerek, hep bir ağızdan Gabriel García Márquez’in sözlerini müjdelerler:

“Romanlar, yazılırken yazarların elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri kendi öz yaşamlarına dönerler ve sonunda da canlarının istediğini yaparlar.”

“Zihnimin karanlık dehlizlerinde kıvrılmış, çırılçıplak uyur hayallerimin ölçüsüz çocukları, sessizce beklerler sanatın sözcüklere dönüşüp kendilerini dünyaya sunmasını,” diyen Gustavo Adolfo Bécquer’e göz kırparlar ve anlatırlar içlerinde hayatta kalma dürtüsüyle ayaklanıp karanlıktan sıyrılarak gün ışığının peşine nasıl düştüğünü bu ölçüsüz çocukların. (Ah, ama düşünce ve biçim arasında sadece sözcüklerin yok edebileceği koca bir uçurum vardır!)

Ve haykırırlar korkusuzca ellerinden kaçıp kurtulmak isteyen bu çocuklara:

Kalkın ve yürüyün o halde, size bahşedebileceğim bu tek bir ömürle! Girmeyin düşlerime, dilenmeyin benden ışığı, kafamın içindeki bu dünyadan gözlerimi ayırmak istiyorum artık. Hanginiz bir düştü, hanginiz başıma geldi gerçekten?

Huzur içinde uyumak istiyorum artık; daha doğmadan hiçliğe mahkûm ettiğim için sizi, küfredecekseniz bana kâbuslarımda, gidin artık ve dünyada bulduğunuz bir yankının içinde kalın, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen bir bedenin ruhunda, sevinçlerinde ve kederlerinde, umutlarında ve yıkıntılarında kalın; çünkü o büyük yolculuğa çıkarken ben, yanımda götürmek istemiyorum sizleri, karmakarışık ve sıkış tıkış bir bavulla.  

Latin Amerika’nın hayaletleriyle bezeli bu metinler ölüme ve hayatın sınırlarına kafa tutarlar. Bir başkaldırıdır en temelde okuduğumuz. Bulmak ve bulunmak, yaratmak, yaşamak ve yaşatmak üstüne metinlerdir her biri. Hiçbir zaman tamamlayamayacak olduklarımızı tamamlayan bir edebiyat. (Edebiyat süreklidir, hayat hâlâ kısa.) Budur bu Latin Amerikalıların özü.

 
[1] Bu cümle ve bu bölümde yer alan diğer alıntılar Alef Yayınları tarafından yayınlanan, Juan Carlos Onetti’nin Tersane adlı eserinin sonunda bulunan “Onetti Üzerine” adlı metinden alınmıştır. Çeviri Çiçek Öztek’e aittir.
[2] Kitap-lık Dergisi’nin 151. sayısından (Temmuz-Ağustos, 2011) alınmıştır. 
[3] Bu ifade María Vargas Llosa’ya aittir ve La vida breve’nin önsözünden alınmıştır.