AKP’nin “kültür” sayfasındaki soluk resim: Sanatçılar

Bugün AKP’nin sanatçılarla ve sanat çevreleriyle ilişkisi, aslında, kamuya oldukça soluk bir resmin verilebildiği bir ilişkidir. Sarayda yapılan gösterişli davetlerde de bu resim “kültür” alanındaki gücün değil adeta güçsüzlüğün dışa vurulduğu bir resim...

02 Mayıs 2019 11:30

Tarihçi Donald Sassoon, kültürel hegemonya üzerine yazdığı bir makalede, kültürel açıdan egemenlik altında olmanın derin bir korku ürettiğini ve belirsizlikler uyandırdığını söyler. Yine de yazara göre, kültürel hâkimiyet altında oldukları duygusunu dile getirenler bu duyguların ne olduğunu tam olarak bilmedikleri bir muğlaklığı da yaşarlar. Sassoon bu duygu hâline kıyasla askerî alanda birçok şeyin daha basit ve net göründüğünü, askerî hegemonyanın çok sorunsuz bir alan olduğunu da ekler.[1]

Kültürel alanda egemenlik zafiyetine yönelik bu korkuyu üretenin tam da bu belirsizlik ve muğlaklık olduğunun altını çizmeye, bilmem gerek var mı?

Ulusal kültür alanında hâkim formları ve içerikleri belirlemek ya da bu alanlarda karar verici olmak kuşkusuz ancak bir egemenlik mücadelesi içinden gerçekleşir. Bu alana bireysel bir sanatçı veya icracı olarak girmeyi başararak ün kazanmak da kültürel hâkimiyet mücadelesinden vareste değildir. Bütün bunların ne derece siyasî iktidarın kontrolünde olduğu meselesi de politika sahnesinin önemli tartışma konularından biri olagelmiştir.

Sözgelişi, kültürel iktidar alanını tümüyle kaplayan ve toplumun geniş kısımlarının bu alana erişimini engelleyen gayri yerli ve gayri millî unsurların varlığı, otoriter liderlerin sık işittiğimiz serzenişleri arasındadır. Bu serzenişlerde, geniş toplum kesimlerinin beğenileri ve yaşam tarzlarıyla ortaklık kurmayan ve hatta herhangi bir ortaklığı reddederek kendini halk kitlelerinden ayrıştırmaya çalışan bir avuç seçkinin kültürel alana hâkim olmasına yönelik itiraz söz konusudur. Sağ popülist itiraz içinde, seçkinlerin ortaklık kuramadığı bu toplum kesimleri çeşitli kavramlaştırmalarla yüceltilir; millet, ümmet ya da cemaat gibi.

Siyasî iktidarın kültür alanı gibi karmaşık bir alanda kendisini tedirgin hissetmesinin ve hâkimiyet kuramama kaygısını dile getirmesinin net bir ifadesi, uluslararası siyaset bilimi literatüründe otoriterleşme eğilimleri güçlü bir lider olarak anılmaya başlayan,[2] Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getirilmişti.[3] Denilebilir ki o tarihten bu yana Türkiye’de kültürel iktidar ya da hegemonyadan söz eden neredeyse herkes ya bu konuşmayı alıntılayarak söze başlamış ya da sözü bir noktada buraya getirmiştir. Çünkü Erdoğan’ın sözleri o tarihte iktidarının 15'inci yılını sürdürmekte olan bir devlet adamı ve bir siyasetçi bakımından ilginçti. Bilindiği üzere, bu beyan çokça irdelendi.

Burada dikkat çekici olan şey, çok Türkiye’ye özgü gibi görülen bu itirazın o kadar da Türkiye’ye özgü bir itiraz olmamasıdır. Söz konusu itiraz, aralarında Arjun Appadurai, Zygmunt Bauman, Slavoj Žižek, Nancy Fraser gibi isimlerin olduğu saygın bir grup toplumbilimci ve düşünürün, Batı toplumlarında, tırnak içine alarak da olsa “büyük gerileme” olarak adlandırdıkları bir süreci açığa çıkardığını veya başlattığını düşündükleri itirazla oldukça benzerdir. Bu yazarlar, söz konusu itirazları değerlendirir ve zamanımızın ruh hâli üstüne bir tartışma yürütürken, bazı “gerileme semptomları” tespit ederler.[4]

Ancak bu noktada değinilmesi gereken bir diğer husus da Erdoğan’ın “kültürel iktidar” derken kastettiği şeyin ne olduğunun ve “kültür” kavrayışının fazlaca üzerinde durulmadan geçilmiş olmasıdır. Bu konu üzerinde durmuş oldukları hâlde dikkatimden kaçan isimler varsa, peşinen aflarına sığınırım. Erdoğan serzenişinde basitçe sinema, edebiyat, resim ve televizyon alanlarında muhafazakâr sanatın ve sanatçıların hâkim olamayışına ilişkin bir şikâyeti dillendiriyor ve eğitim alanında dinî içeriklerin varlığıyla ilgileniyordu. Nitekim televizyon içeriklerine verdiği önemi Diriliş gibi dizilere açıkça destek vermesiyle göstermişti. Erdoğan ayrıca imam hatip liselerine olan ilginin artmasını ve okullarda Kuran-ı Kerim ya da siyer-i nebi gibi derslerin okutulmasını sevindirici gelişmeler olarak kaydetmiş, ancak yine de bunların yeterli olmadığını söylemişti.

Erdoğan’ın, bir ölçüde yaşam tarzlarını da imâ ettiği açık olan bu sözleri -akademik çalışmalar haricindeki yazı ve yorum mecralarında- davranışlara, duygulara, gündelik hayata ve anlam dünyalarına yön veren bir iktidar arayışı olarak anlaşılmadı. Bu açıklama daha çok sanatsal kültürel alandaki üretimlerle ilişkili olarak tartışıldı. Toplumsal alanda arzu edilir bir muhafazakârlık düzeyini yakalamak ya da İslamî dünya görüşünün yön verdiği yaşam tarzlarını güçlendirmek gibi hedefler ise sanat kültür alanlarında hâkimiyet kurmakla, daha sonraki bir aşamada ulaşılabilecek hedefler olarak ortaya koyulmuş gibiydi. Erdoğan’ın sözleri çok sayıdaki yazıda bu yönleriyle ele alındı.

Bununla birlikte yakın tarihlerde Birikim Dergisi’nin hegemonya ve kültürel iktidar konularına ayırdığı sayısında yer alan yazılar,[5] mimariden tiyatroya, sinemaya ve televizyona, AKP’nin kültürel hegemonya talebiyle uyumlu müdahaleleri ve gelişmeleri etraflıca değerlendirdi. Üstelik, dergide sadece kültürel sanatsal üretim alanlarındaki iktidar mücadelesini analiz etmekle kalınmadı. Kültür politikaları ve Kürtler, camiler, 15 Temmuz imajları, anti-entelektüalizm ya da OHAL koşulları altında gündemimize yeniden giren veya bu dönemde özel bir önem kazanan tek tip elbise ile mahkeme çizerliğine varıncaya dek, mekân ve anlam dünyalarının AKP kültür politikalarıyla ilişkili dönüşümü de özenle ele alındı.

Ancak AKP’nin gündeme getirdiği kültürel hegemonya meselesini sadece kültürel sanatsal üretim alanları çerçevesinde bir tartışmanın konusu olarak düşünmek daha yaygın bir eğilim olarak kaldı. Üstelik, birçoğumuz bu konudaki yazılarımıza “Erdoğan’ın kültürel alana hâkim olamadık” anlamına gelen sözleriyle başladığımızda, benimsediğimiz kültür tanımıyla biraz çelişen biçimde, kültürü sanatsal üretime eşitleyen bu anlayışın içine yerleşmiş olduk.

Oysa kültürü daha geniş kavradığımız ve yapıp ettiklerimizi, ilişkilerimizi, mekânları ve nesneleri donatan bunların tümünü farklı dönemlerde ve uzamlarda yeniden ve yeniden anlamlandıran kapsayıcı bir ortam ya da iklim gibi değerlendirdiğimizde, AKP’nin kültürel iktidar olup olamadığı meselesini başka yerlerden de konuşmak gerekebilir. Mesela toplumsal ölçekte giderek daha şoke edici görüntülerle görüş alanımıza giren “lümpenleşme” meselesini ve “ahlakî” çöküntüyü daha dikkatle ele almamız gerekebilir. Bu anlamda, esasen yeni bir konudan söz ediyor da olmayız. Bundan neredeyse 20 yıl önce, AKP’nin henüz hayatımıza girmediği bir dönemde, siyasal İslam ve lümpenleşme Ruşen Çakır’ın bir yazısının konusu olmuştur bile.[6] Kuşkusuz geçen sürede, Çakır’ın bu son derece serinkanlı ve mesafeli değerlendirmesi yanında, başka birçok değerlendirme de yapılmıştır.

Türkiye’de bugün kültürel alanın popülist stratejilerle ağır biçimlerde manipülasyonu söz konusudur.

Zamorano ve Bonet’nin belirttiği gibi,[7] popülizm, siyasal bir stratejidir. Yazarlar popülist stratejileri kavramsallaştırmamızı sağlayan temel kuramsal külliyatın, Gramsci’nin hegemonya kuramıyla Frankfurt Okulu’nun toplumsal ikilemleri ve bunların medya aracılığıyla kontrolü üzerine yaklaşımlardan oluştuğunu da hatırlatarak şunları ifade eder:

“Bu düşünce gelenekleri, hem topluma ‘siyasî ve ahlakî’ bir yön vermenin hem de madun hareketlerin güçlenmesinin, farklı toplumsal kesimleri temsil edebilecek bir medya ve kültür stratejisi gerektirdiğini vurgular ve böylece, klasik sınıf mücadelesinin kavram ve yöntemlerini de yeniden şekillendirir. Geçtiğimiz yüzyılda bu fikre uygun olarak kültürel referanslar, sanatçı ve entelektüeller, iktidarı ele geçirmeye yarayan toplumsal ittifakların kurulmasında kritik bir rol oynadılar.”

Sanatçı ve entelektüellerin iktidarı ele geçirmeye yönelik ittifaklarda oynadığı rol, AKP’nin ve bilhassa Erdoğan’ın her dönem gözettiği bir roldür. Bu kesimlerle ilişkilerin yine de çizgisel bir süreç değil, kırılmalar, zikzaklar ve yön değiştirmeler içeren bir süreç olduğunu hatırlamak önemlidir. Gezi süreci sonrasında, AKP’nin toplumsal uzlaşma arayışını ve bu arayışla paralel biçimde sahiplendiği “kültürel açılım” siyasetini tümden terk etmesiyle birlikte, AKP’ye yakın muhafazakâr çevreler dışındaki liberal ya da sol kesimden “aydın/akademisyen” ve sanatçılar da giderek daha sert tutum ve ifadelerle açığa vurulan ağır bir anti-entelektüalizmin hedefi olmuştur.

Bugün AKP’nin sanatçılarla ve sanat çevreleriyle ilişkisi, aslında, kamuya oldukça soluk bir resmin verilebildiği bir ilişkidir. Beştepe’deki sarayda yapılan gösterişli davetlerde de bu resim “kültür” alanındaki gücün değil, âdeta güçsüzlüğün dışa vurulduğu bir resim hâlini aldı. Saraydan servis edilen fotoğraflarda Erdoğan’ı kuşatan kalabalık içinde Alişan, Ece Erken, Yavuz Bingöl, Mustafa Ceceli, Metin Arolat gibi popüler kültür alanının daha “halktan” görülen isimleri de, Emel Sayın veya Hülya Koçyiğit gibi yine geniş halk kesimlerinin sevdiği sanatçılar olmakla birlikte, laik ve elitist kesimle özdeşlikleri yüksek olan isimler de vardır. Mamafih, bu resimden dışarıya çoğu kez, bu kişilerle AKP ya da Erdoğan arasındaki saygı ve desteği de içeren itibarlı ve “seviyeli” bir ilişkinin değil, siyasî iktidarla olan çıkar ilişkisinin taştığı ve bu bir araya gelişte hakiki bir sempati ya da takdir hissiyatının rolünün olmadığı kanaati yaygındır.

Erdoğan’ın etrafını saran sanatçı kalabalığının, “hakiki” sanat insanlarından değil, işini bilen ve gemisini yürüten zamane ünlülerinden oluştuğu görüşü de sıklıkla dile getirilmiştir. Daha doğrusu, AKP karşıtı muhalefet bunu böyle okumaya yatkın olmuş, AKP’nin muhafazakâr çevrelerinin bu durumla ilişkili bir dertleri olmamakla birlikte, “Erdoğan’ın sanatçılarının” birçoğunun muhafazakârlıktan oldukça uzak yaşamlar sürdürüyor olmaları, bu sanatçıları yüceltmelerini de engellemiştir.

Bu nedenle Erdoğan iktidarının, olağanüstü bir güce ve 17 yıllık bir hükümranlığa rağmen, kırılganlığını ya da soluk yüzünü en iyi göreceğimiz resimler bu resimlerdir. Çok daha uzun bir geçmişi olmakla birlikte geçen yıldan itibaren toplumsal muhalefetin gündemine gürültüyle giren, Tuba Kalçık imzalı Sabah söyleşileri bu “kırılganlık paradoksunu” en iyi göreceğimiz söyleşilerdir. Bu söyleşiler Teoman, Ahmet Ümit, Bülent Ortaçgil, Ara Güler ve hatta Anjelika Akbar gibi, kendi alanında saygınlığı olan isimlerle de, birçoğu artık ününü yitirmiş ya da aslında hiçbir zaman çok popüler veya ünlü olmamış şov dünyasından isimlerle de yapılmıştır. Önemli sayıda da sol çevrelerde sevilmiş ve sahiplenilmiş sanatçıyla yapılmış söyleşi mevcuttur.[8] Bu söyleşilerin tümü de, AKP’nin hegemonya arayışı bakımından “araçsal” söyleşilerdir.

Kültürel alandaki hegemonik üstünlüğün biraz da itibarla sağlandığı düşünülürse, sanatçılar ve AKP ilişkisinin üç noktada zafiyet gösterdiği açıktır:

Birinci zaaf, çeşitli etkinlik ve davetlerde Erdoğan’ı sarmalayan sanatçılar ya da ünlülerin bir kısmının her dönemin şakşakçıları olarak görülüyor olmalarıyla ilişkilidir. “Erdoğan’ın sanatçılarının” önemli bir kısmıyla ilişkili olarak bir itibar eksikliği hissiyatı vardır. İkinci zaaf noktası, bu sanatçıların Erdoğan veya AKP tabanının çoğu kez söylemsel düzeyde de kalsa sahiplendikleri “muhafazakâr” hayat tarzlarına uzak yaşamaları ve bu anlamda AKP’li nüfusça yüceltilme imkânlarının bulunmamasıdır. Sanat çevreleriyle ilişkili bu resimde son olarak, Türkiye’nin müzik, sinema ve edebiyatta dünya sanatçısı olarak kabul görmüş ve dünyanın her köşesinde okuyucu, izleyici ve dinleyicisi bulunan sanat edebiyat insanlarının bu resme dâhil olmaktan imtina etmeleriyle ilişkili üçüncü bir zaaf ya da noksanlık söz konusudur.

Orhan Pamuk, Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın gibi isimler artık “uzlaşmanın” bir ifadesi olmuş gibi görünen saray davetlerine icabetten uzak durmuşlar veya büyük ihtimalle bu tür bir davete zaten icabet etmeyecekleri bilindiğinden kendilerine böyle bir davet yapılmamıştır. Bütün bunlar AKP’nin iktidar, ihtişam ve içermeyle tescillenmiş kültürel hegemonya arayışının kırılganlık paradoksunu oluşturur ve sarayın sanatçılarla verdiği pozu etkisizleştirir. Bu nedenle (genellikle baş aşağı okunmuş ve Fazıl Say’ın uzlaşı arayışı olarak görülmüş olsa da) aslında bu zaaflarla malûl bir kültürel iktidarın sahibi olarak Erdoğan, kendisinin taziye mesajı karşılığında Fazıl Say’ın yapmış olduğu konser davetine hemen “icabet” etmiştir.

Erdoğan’ın Fazıl Say’ın Külliye’de 29 Ekim konseri vereceğini aylar öncesinden müjdelemesi de aynı zaaflı ilişkinin sonucudur. Fakat kuşkusuz konser olayında Fazıl Say’ın “mekânına” giden tarafın Erdoğan olduğu düşünüldüğünde- ölçüsüz kaçan eleştiriler, bu yeni durumda bambaşka bir mahiyet de kazanacaktır. Uzlaşma ve meşruiyet atfetme anlamına geldiği haklı biçimde yaygın kabul gören “Saray’a gitmek,” hem kaçınılmaz biçimde Fazıl Say’ın tutumunu politik olarak yeniden değerlendirmeyi gerektirecek hem de “yüksek sanatın” AKP ile uzlaşma aradığının ifadesi olacaktır. Fazıl Say örneğinde, sanatçının buna -iktidar alanı genişletme dışında- hiçbir ihtiyacının olmaması da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konudur. Hegemonya mücadelesi budur… Zamanla kimleri içereceğini, dışlayacağını ve yeniden içereceğini kestirmek de güçtür.

Yeri gelmişken, “sanatçılar” söz konusu olduğunda, aslında Türkiye’de AKP ve Erdoğan karşıtı muhalefetin bir kesiminin de ciddi biçimde yüzleşmesi gereken şeyler olduğunu belirtmek gerekir.

Türkiye’de ilginç bir biçimde sağda da solda da anti-entelektüalizmin çeşitli biçimleri yüksek iltifat görebiliyor. Dünya ölçeğinde başarılara imza atan birçok isim, Fatih Akın’dan, Orhan Pamuk’a ve Fazıl Say’a, sol, seküler çevrelerde bazı durumlarda neredeyse siyasal İslam’la eş bir uzaklığa yerleştirilebiliyor ve bu çok kolaycı, çok sekter biçimlerde yapılabiliyor. Dolayısıyla, Erdoğan’ın “bunlar vatanlarına yabancı” diyerek kendilerine karşı dışlayıcı bir nefret ve öfke örgütlediği bu isimler, toplumsal muhalefetin farklı bileşenlerince de kolaylıkla reddedilebiliyor. Uluslararası münasebetlerini dünya ölçeğinde iyi yöneten, izleyicisi ve okuyucusuyla birçok dilde buluşan ve bağ kuran, eserleri çokça beğenilen ve evrensel ölçütlerde başarılı bulunan “kültürel seçkinler”in iki taraftan da tam bir kabul görmediğine tanıklık ettiğimiz durumlar sık yaşanıyor.

Yukarıda sözü edilen sanat edebiyat insanlarının başarısı bazen akıl almaz bir indirgemecilikle ülkelerine yabancı olmaya, uluslararası sanat çevrelerine yaranmaya çalışmaya, ticarî bakımdan hırslı olmaya bağlanabiliyor. Sözgelimi, romanları temel mevzu olarak zaten Doğu-Batı gerilimine ya da kendimize özgü hasletlere odaklanan ve bu anlamda da “fikirle dolu” olan Orhan Pamuk, yurt dışında kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevap nedeniyle, diğer bir deyişle fikrini ortaya koyması nedeniyle, muhalif çevrelerde “ülkesini satmakla” suçlanabiliyor. Bu çevrelerde üstelik çoğu kez hâlâ sanatın toplumsallığı meselesi, halk kitlelerince yaygın biçimde anlaşılır bulunmaya, popülerliğe veya sanatını toplumsal mücadelenin hizmetine sunmaya eşitlenebiliyor.

Erdoğan’ın kültürel hegemonya talebini bu iklimde değerlendirmek de önemli.

Son olarak, zaman zaman AKP’nin kültürel alanda verdiği hegemonya mücadelesini tamamladığını ve çoktan kazandığını söyleyenler de var. Oysa hegemonyanın sürekli olarak yeniden ve yeniden tesis edilmesi gerekir. Türkiye gibi, otoriterleşme yönelimleri gösterse de hâlâ “demokrasi mücadelesini” kaybetmemiş, bunu çeşitli yollarla ve güçlü biçimde sürdürme gayreti ve umudundan vazgeçmemiş bir ülkede, hegemonya mücadelesinin tamamlanması mümkün değildir. Bundan da öte, geçmişin faşist ya da totaliter tüm rejimlerinin büyük önem atfettikleri ve eski medya ile etkili biçimde sürdürdükleri “propaganda” stratejileri, siyasî iktidarların her zaman ve her koşulda bir rıza arayışı olduğunu, rızaya ihtiyaçları olduğunu gösterir. Rıza, her zaman ve her yerde olduğu gibi, şimdi bulunduğumuz enteresan kavşakta da hegemonya tesis etmenin önemli bir kısmıdır. Hegemonya mücadelesi de herhangi bir iktidar bakımından herhangi bir konjonktürde tamama erecek bir mücadele değildir. Rızanın her daim yeniden üretilmesi gerekir.

Belki şu söylenebilir: Kültürü gündelik hayatlarımızı, tüm yapıp ettiklerimizi ve yapıp etme biçimlerimizi kuşatan, anlam veren ve anlamların dönüşümüne imkân tanıyan bir anlamlandırıcı katman olarak gördüğümüzde, AKP’nin kültürel alandaki hâkimiyet mücadelesinin “başarısını” sanat kültür alanlarında değil, buralarda aramak gerekir. Bugün Türkiye’de adam kayırmacanın, siyasî iktidar çevrelerine açık servet aktarımının, trafik kazalarından, ensest ve tecavüze ve kadın katline veya iş cinayetlerine kadar birçok noktada “cezasızlığın” en ağır biçimleriyle birlikte yaşıyoruz. Banallik, ilişkilerde kötücüllük ve karşılıklı saygı yitimi gibi noktalarda kendini gösteren bir ahlakî çöküntüden, kültürün özünde içermediği savunulan bir lümpenleşmeye savruluştan söz ediyoruz. Kısacası AKP eliyle yaratılmış olsa da geniş toplum kesimlerince açık rıza verilmiş ya da kabullenilmiş bir “kültürel” dönüşümden söz ediyoruz. Yine de bu konularda temkinli olmak esas. Lümpenleşmenin ve hatta AKP’ye imkân veren koşulların çok daha önceden oluşmaya başladığını hatırlamak şart. Nitekim Ruşen Çakır’ın sözünü ettiğim yazısında şöyle bir pasaj var:

“Akit’in tirajının her geçen gün artması bu yayın politikasının toplumda bir karşılığı olduğunu gösteriyor. İslâmcılık karşıtlarının önemli bir bölümünün de, arada sırada öfkelenseler de, ‘şeriat tehditi’ iddialarını kanıtladığı için Akit’in varlığından fazlasıyla memnun oldukları da biliniyor.”

Bu satırlar yazıldığında yıl 2000. Henüz AKP ortada yok…

Belki de yeniymiş gibi görünen her zulmün ve her baskıcı uygulamanın “yeniliğinin” ne olduğunu ayrıştırarak tarif etmekten ve zulmün yeni olmayan kısımlarındaki rollerimizle hesaplaşmaktan hiç vazgeçmemek gerekiyor.

Bugün 31 Mart seçimleri sonrasında, Kürt coğrafyasında kazanılmış çok sayıda belediye başkanlığının gasp edilmesinin neden görmezden gelindiğini, toplumsal muhalefetin buna karşı güçlü bir itiraz neden ortaya koyamadığını ve AKP’nin sınırlarını çizdiği “meşru/gayrımeşru” siyaset alanına hapsedilmeye neden “rıza” gösterdiğini uzun sürmüş bir geçmişin ışığında dikkatle okumak gerekir. Bu yapılabilse ve buna karşı koyulabilse, “İstanbul’u almak” konusunda güç kazanmış olmayacağız sadece, çok daha radikal bir dönüşüm söz konusu olacak. Oylarımızla ve irademizle kazandığımız İstanbul’un “elimizden alınmasını” kimse aklından dahi geçiremeyecek…

 


[1]Donald Sassoon, “Kültürel Pazarlar Üzerine” New Left Review 2002(Türkiye Seçkisi) içinde. Çeviren Zehra Savan. İstanbul: Everest Yayınları. s.324.

[2]Arjun Appadurai, “Demokrasi Yorgunluğu.” Büyük Gerileme:Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışmaiçinde. Editör Heinrich Geiselberger. Çeviri Melisa Şahin vd., İstanbul, Metis. 2017.

[3]Cumhurbaşkanı Erdoğan sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.” Hürriyet. 28 Mayıs 2017. http://www.hurriyet.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-sosyal-ve-kulturel-iktidarimiz-konusunda-sikintilarimiz-var-40472482

[4]Geiselberger (editör)., a.g.e.

[5]Birikim. Sayı 347.

[6]Ruşen Çakır, “Akit ya da Lumpen İslamcılık Üzerine Notlar” Birikim. Sayı 136. Ağustos 2000. s.82-89.http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/2501/akit-ya-da-lumpen-islamcilik-uzerine-notlar#.XLTzEi3BLOQ

[7]Mariano M. Zamarano ve Lluis Bonet. “Sağ ve Sol Popülizmin Kültür Politikaları Üzerine Kavramsal Bir Çerçeve: Arjantin Örneğindeki Benzerlikler ve Farklılıklar.”. Kültür Politikası: Yıllık 2017-18. Der. Milena Dragicevic Sesic, Jonathan Vickery. İstanbul: İletişim. s.77

[8]Bu konuda Gazete Duvar’da yazdığım “Karşı Mahalleye ‘Sabah’ Ziyaretleri” başlıklı yazıma bakılabilir. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/09/20/karsi-mahalleye-sabah-ziyaretleri/