Akla toplama kamplarını getiriyor

Prof. Dr. Gençay Gürsoy: Türkiye'de iç savaşın bütün insanlık dışı manzaralarıyla yüz yüze gelme tehlikesi var. Hepimizin çabası, bunu önlemek yönünde. Toplu soruşturma yöntemi ister istemez akla toplama kamplarını getiriyor

Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin barış talebinin, siyasî iktidar tarafından hedef gösterilmesi, geniş kesimlerce tepkiyle karşılanması, ardından başlayan soruşturmalar ve akademisyenlerin adeta derdest edilmesi, gözaltı kararları bu ülkeye dair ufak da olsa umut besleme ihtimalini de ortadan kaldırıyor. Bir ay önce kitapların toplatılması yönünde karar alan ülke, bugün akademisyenleri hakkında gözaltı kararı alıyor. Barış istedikleri için. İfade özgürlüğü mü demiştiniz?

İstanbul Tabip Odası başkanlığı, İstanbul Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı başkanlığı ve Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi başkanlığı gibi görevlerde bulunan Prof. Dr. Gençay Gürsoy, 1980 darbesi sonrasında 1402'likler olarak bilinen ve sıkıyönetim yasası kapsamında akademiden uzaklaştırılan profesörlerden biriydi. Emekliliğinden bu yana Barış Bloku başta olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşunda aktif gören alan Gürsoy, bugün de Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin imzacıları arasında bulunuyor.

Gençay Gürsoy, Barış İçin Akademisyenler inisiyatifi oluşum adına sadece toplu açıklama yapma kararı aldığından dolayı, metinde imzası bulunan bir aydın olarak şahsı adına sorularımızı yanıtladı. Gürsoy’a akademisyenlerin neden bir bildiri hazırladığını sorduk ve 10 Ocak’tan bu yana yaşananların üzerinden tek tek geçtik. Metne getirilen –görebildiğimiz kadarıyla- bütün eleştirileri yanıtlamasını talep ettik. Bildiri neden bir anlamda infiale yol açtı? Parti düzeyinde muhalefetten açık bir destek gelmemesi ne anlama geliyor? Bildiride PKK neden muhatap alınmıyor; örtük mesajlar içeren bir metin mi bu? Süreçte neler olabilir? Söz, Gençay Gürsoy’da…

Neden böyle bir metin hazırlandı? Akademisyenleri böyle bir bildiri hazırlamaya yönelten gerekçeler neydi?

Türkiye, artık herkesin gördüğü şekilde, 7 Haziran seçiminden itibaren bir kısır döngüye girmiş durumda. Seçimlerin arkasından gerilimi yükselten bir politika uygulamaya başladı siyasî iktidar. 7 Haziran'la 1 Kasım arasındaki süreçte bunun semeresini gördüler ve 1 Kasım seçimleri iktidarı kaybetmiş durumda olan bir siyasi partiyi aradan kısa bir süre geçtikten sonra seçeneksiz iktidar hâline getirdi. Bunun verdiği zannediyorum cesaret ve güven duygusuyla gerilimi sürdürerek Tayyip Erdoğan'ın başkanlık rejimini anayasal çerçeveye oturtmak hedefleniyor. Teoride böyle bir açıklama insana akla yatkın geliyor. Ama tabloya baktığınız zaman, bu süre içinde 70 civarında sivil kadın, 58 çocuk, giderek artan sayıda sivil ölümler, asker ölümleri, polis ölümleri, gerilla ölümleriyle, 1990'lı yılların bütün vahim görünümü yeniden yaşanıyor. Hâlâ 40'ıncı gününe varan sokağa çıkma yaskları uygulanıyor. Tabii, bu ağır baskı ve abluka süreci, sokaklarda tanklarla sivil hayatı yaşanmaz hâle getiren bu tablo, karşı tepkiyi de doğuruyor. Yeni öğreniyoruz ki, bir karakola yapılan roket saldırısıyla hem karakolda, hem lojmanlarda yine sayısı netleşmeyen ölümler ortaya çıkmış durumda.

Bunu da kınıyor musunuz?

Tabii. Her ölüm- ister gerilla, ister polis, isterse asker olsun- bizi barıştan daha çok uzaklaştıran bir süreci tetikliyor. Buna bağımsız, tarafsız aydın inisiyatifi olarak tepki gösteren birçok çevre oldu. Biz Barış Bloku olarak bu tepkiyi gösterdik; yine yazarlar, sanatçılar tepki gösterdi. Bu arada akademisyenler, özellikle genç akademisyenler grubu bir inisiyatif başlattılar ve olayın adını koyarak, devleti muhatap alarak bir çıkış yapma ve olan bitenin teşhisini net, berrak ifadelerle kamuoyuna açıklama ihtiyacını duydular. Metin elimizde. Bu metinde bir an önce barış olsun, masaya oturulsun, insan haklarına aykırı ve sivil hayatı yaşanmaz hâle getiren uygulamalara son verilsin, uluslararası bir gözlemci heyeti kurulsun, sivil insanların maruz kaldığı zararlar tazmin edilsin gibi talepler ortaya konuldu. İnsan hakları çerçevesini ve barış taleplerini hiç aşmayan bir metin açıklandı. Fakat ne görüyoruz?

Evet…

Metnin açıklanmasının hemen ertesi günü Saray’daki zat tarafından çok ağır hakaretlerle bu imza sahipleri hedef gösterildi. Bu hedef gösterme işlevini şimdi Başbakan yüklenmiş durumda. Tabii, bunların hedef göstermesinin karşılığını da hemen görüyoruz. Çünkü ertesi günü YÖK emir almış bir asker aceleciliğiyle bu akademisyenler hakkında soruşturma başlatacağını ilan ediyor. Yine, 24 saat geçmeden bir mafya babası, iktidarla içli dışlı olduğunu medyadan izlediğimiz bir mafya babası, bizlerin kanıyla duş yapacağını ifade eden açıklamalar yapıyor...

Tepkilere geleceğim ama Ayşe Gül Altınay akademisyenlerin herhangi bir konuda hemfikir olmasının güçlüğüne değinerek "Bizi asıl şaşırtan bu kadar geniş katılım olması" minvalinde bir yorumda bulunmuştu. Bu geniş katılımı neye bağlıyorsunuz?

Ben bunu Aydınlar Dilekçesi’ne benzetiyorum biraz; benim de vaktiyle imzaladığım Aydınlar Dilekçesi sırasında bu imzaları toplayana kadar uzun bir zaman geçmişti. Üstelik bir homojen grup da değil; sadece akademisyenleri, sanatçıları kapsamıyordu. Herkesin imzasına açıktı. 1200 civarında bir sayıya ulaşmak için oldukça uzun bir çaba sarf etmek zorunda kaldık. Bugün bu genç arkadaşların açtıkları imza kampanyasında günler içinde bu sayıya ulaşıldı. Üstelik de tehditlerin en yoğun olduğu bir dönemde bu sayıya ulaşıldı. Metnin kaleme alınışında da, bildiğim kadarıyla, arkadaşlar akademik tartışmalarla vakit geçirmek yerine, olan bitenin nesnel bir şekilde adını koyma ve kendilerini herhangi bir baskı altında hissetmeden berrakça ifade etme yolunu tercih ettiler ve böyle bir metin çıktı. Bu metin bazı çevrelerde "Neden tek taraflı, neden sadece devlete hitap ediyor" şeklinde tepkiler aldı. Bunun cevabını bulmak çok güç değil: Bu insanlar kendilerine muhatap olarak devleti görüyorlar.

Neden? Bildiriye en yaygın tepki “Neden PKK’ye hiç tepki yok” şeklinde oldu…

Savaşan taraflardan birine hitap etmek durumunda değil hiç kimse; PKK'ya "Şunu yapsanız, bunu yapsanız" diye tavsiyede bulunmak bu grubun görevi değil. Devlet, hangi gerekçeyle olursa olsun, insan haklarına saygılı davranmak zorundadır, benim muhatabım da devlettir. Burada sivil hayatı yaşanmaz hâle getiremezsin. Sokağa çıkma yasaklarıyla insanları aç susuz bırakarak kitleleri cezalandıramazsın. Üstelik de Türkiye bu sorunu daha önce iki buçuk yıl süren bir çatışmasızlık evresinde tartışıp, siyasi gündem konusu hâline getirip uzlaşma araması mümkünken, bu dönem heba edildi. Şimdi 1990'lı yıllarda denenmiş ve hiçbir sonuç vermemiş olan güvenlikçi politikayı yeniden gündeme getirdi. Bunun bedeli de işte karşımızda, yüzlerce ölü ve insanlık dışı bir sürü uygulama.

 

Metne gösterilen tepkiler PKK'yi olumlayan, neredeyse eylemlerini destekleyen bir dille yazıldığı iddiasında birleşiyor. Ne diyorsunuz?

Prof. Dr. Gençay GürsoyBu metinde ne terörü teşvik eden bir ifade var, ne de bu savaşın taraflarından birinde konumlanan bir ifade var. Hiç böyle bir dil yok. Ben söylenen her cümlenin arkasındayım. Orada PKK'yı ya da silahlı hareketi öven tek bir ifade yoktur. Kaldı ki, sonuç olarak bu bir fikir beyanıdır. Bu meseleye biz böyle bakıyoruz deniyor. Ben şahsen böyle düşünüyorum. Burada olup bitenin sorumluları şu olabilir, bu olabilir ama orada yaşayan sivil halka yönelik uygulamalarda benim muhatabım devlettir. Bu anlayış içinde ben bu metni değerlendirdim ve imzaladım.

Yahya Sezai Tezel metinde örtük olarak "PKK'lıların insanları öldürmeleri devrimci mücadeledir" şeklinde bir mesaj verildiği ve bu çerçevede ölümlerin olumlandığı yorumunda bulundu. Böyle örtük bir mesaj hedeflediniz mi bu metinle?

Hiç böyle bir algılama olamaz. Bu metinde devrim ima eden bir tek sözcük bile yoktur. Burada barış ve müzakare talebi dile getirilmiştir. Yaşanan manzarada evlerin yıkıldığı, sokaklarda tankların dolaştığı, neredeyse bir sivil savaş manzarasıyla yüz yüzeyiz. Bugün olanlara baktığımız zaman, bu tedirginliğimizin ne kadar haklı olduğu da görülüyor. Bu tırmınışa terk edilirse, benim şahsen en büyük endişem, sivil çatışmaların başladığı bir döneme Türkiye eğer evrilirse, bunun sonu yok. Türkiye kolaylıkla Suriyeleşebilir. Bunun örneklerini görüyoruz. Dış politikada, bölge politikasında Türkiye siyasetinin bizi getirdiği nokta birbirini izleyen kitlesel intihar bombalamalarıyla yüzlerce insanı kaybetmek, Türkiye'nin sınırları içinde Kürt halkıyla çatışmaya adım adım giden bir süreç oldu; o noktaya vardıktan sonra da iç savaşın bütün insanlık dışı manzaralarıyla yüz yüze gelme tehlikesi var. Hepimizin çabası, bunu önlemek yönünde.

Sürece bakarsak; önce Cumhurbaşkanı “sözde aydınlar”, “aydın müsveddeleri” gibi tanımlarla duruşunu belli etti. Akabinde YÖK “gereğinin yapılacağını” açıkladı. Hacettepe, Abant İzzet Baysal, 19 Mayıs, Abdullah Gül üniversiteleri başta olmak üzere üniversitelerde soruşturma haberleri; ayrıca Kayseri, Samsun ve Bartın’da savcılık tarafından soruşturma açıldığı haberleri geldi. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Daha basına yansımayan çok sayıda ufak tefek cadı kazanı kaynatma örneklerini de görüyoruz. Ama şunu da görüyoruz, o baskılara, tehditlere rağmen, işten atma, yasal soruşturma açma tehditlerine rağmen metni imzalayanların sayısı bugün itibariyle 2000'lere çıkmış durumda. Yani, insanlar artık "Başıma iş gelecek" diye bu tepkiyi göstermekten kaçınmayacak bir noktaya geldi. Toplumsal olaylar biraz böyledir. Çok üstüne giderseniz, belki büyük kitleyi, sessiz çoğunluğu baskı altında tutabilirsiniz ama hele Türkiye gibi neredeyse 100 yılı bir demokrasi çabası içinde geçen bir ülkede ne olursa olsun, buna tepki duyan bir aydın grubu, okur yazar kesimi de var. Sayısı çok yüksek değildir belki ama özgül ağırlığı yüksektir.

Mesele her zaman olduğu gibi –bariz etkisi de düşünüldüğünde- Cumhurbaşkanı üzerinden konuşuluyor. Fakat, değindiğiniz gibi Davutoğlu da dâhil olmak üzere hükümet nezdinde bu “hainler” suçlaması dillendirildi. Dahası, Devlet Bahçeli “Üniversitelerimizde hainlere destek veren zihniyete çocuklarımızı teslim edemeyiz” dedi. CHP ne dedi anlaşılmadı: Sezgin Tanrıkulu “Parti olarak bildirinin arkasındayız” derken, Haluk Koç parti sözcüsü olarak konuştuğunu söyledi ve “arkasında değiliz” dedi. Muhalefetten destek görmemeniz ne anlama geliyor?

Bu tabii yoruma bağlı. CHP'nin siyasetini hangi söylem temsil eder bugün net değil. Ama biz mesela başka grupları temsilen yakın zamanda Kılıçdaroğlu ile yaptığımız görüşmelerde, kendisi bizim endişelerimizi paylaştığını söylemiştir. Sezgin Tanrıkulu zaten birçok konuda benzer endişeleri taşıyan bir siyasetçidir. Koç'un ne söylediğini ben de tam anlayabilmiş değilim. Ama CHP'de böyle bir ikircikli tutum sergilenmesi hiç şaşırtıcı değil. Daima böyle oluyor. Bir taraftan ulusalcı kanattan oy alma endişesini taşırken, bir taraftan da demokrat çevrelerden oy kaybetme endişesi taşıyan bir ikircikli siyaset izliyor. MHP ve iktidarın söylemini ben konu bile etmiyorum. Bu tepkiyi göstermeleri doğal. Bugün bağımsız ve özgür bir medyadan bahsedemeyeceğimiz gibi gerçek bir muhalefet cephesinden de bahsedemeyiz. Zaten MHP AKP'ye payandalık görevini yapıyor; başından beri bunu başarıyla sürdürüyor. Bugün bu noktaya gelinmesinin aslında 7 Haziran'da fırsatı kaçıran siyasetçilerin vebali olduğunu da görebilmek lazım.

Beri yandan Bülent Ecevit, 19 Mayıs, Yüzüncü Yıl gibi üniversiteler veya senatoları, bu bildiriye üniversite olarak karşı çıktıklarını açıkladı. Erciyes Üniversitesi sizin bildirinizi “ihanet belgesi” olarak nitelendirdi. Üniversite düzeyindeki bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üniversitelerin içine düştüğü hâl- i pür melali gösteren örnekler. Üniversite özgür düşüncenin filizlendiği yerlerdir. Ama bizde, özellikle 1980'li yılların arkasından yetişen kadrolarla doldurulmuş olan üniversiteler, düşünün ki kendi rektörünü, kendi dekanını tayin edemez hâldedir; üniversiteler memur zihniyetiyle yönetilir hâle geldiler. Yani, özgür düşüncenin, demokrasinin geçerli olmadığı kurumların, devletin arka bahçesi hâline gelmesi oldukça doğaldır. Sadece üniversiteler gelmedi, yargı da böyle. Türkiye'de bağımsız yargıdan, hukuk devletinden bahsetmek artık hiç mümkün değil.

Üniversitelerin özgür düşüncenin filizlendiği yerler olduğu yönündeki vurgunuz üzerine, şunu soralım: Sizin de katıldığınız inisiyatife karşı olarak başlayan Türkiye İçin Akademisyenler oluşumu da yayınladıkları bildiride “Üniversite ve akademisyenlerin özerk, bağımsız ve tarafsız olması önemlidir” diyor ve sizin “buldukları her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti’ni karalamak ve aşağılamak için hiç çekinmeden iftiralar atan… bir güruh” olduğunuzu söylüyor. Buradaki “özerk, bağımsız ve tarafsız” ifadelerini nasıl okumak lazım?

Söylediğiniz gibi, özgür düşünce ifadesini içeren cümlenin hemen arkasından devletin savunulmasını görüyoruz. Üniversitenin görevi bu değildir. Devlet bize hizmet eden bir kurumdur. Türkiye'nin ne yazık ki kültürel geçmişi sürekli olarak bir devletisizmle damgalanmıştır. Devlet kutsaldır. Bu jargonun üniversiteyi temsil eden kurumlarda dile getirilmesi, bu kurumların üniversite olup olmadığı konusundaki kuşkuları yeteri kadar ortadan kaldıran bir süreçtir. Olabilir. Daha yüksek sayılara da ulaşabilirler. Bugün döküm yapsak, bizim bildiriye imza atanların sayısı daha yüksek çıkar diye bir iddiada değilim. Hele bu tehdit ortamında, devleti savunmayı görev bilen bir anlayış şüphesiz çok yüksek sayılara da çıkabilir. Bu, gerçeği kimin ifade ettiği, gerçeğin sahibinin kim olduğu konusunda gösterge değil.

 

Gösterge ne öyleyse?

Gösterge; demokrasiyi savunma, insan haklarını savunma ve uluslararası değerleri, insanî değerleri savunma, yaşamı savunma, ölümlere engel olmaya çalışma, insan haklarını savunma. Budur. Bu kriterlerin dışında bir kriterin üniversiteyi temsil etmesini ben anlamıyorum. Özgür düşünce, demokrasi, özgürlük, barış ve bilimsel nesnellik, budur üniversitenin temel kriterleri.

Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü Fethi Ahmet Polat, inisiyatifin kendini siyasî muhalefet olarak konumlandırması durumunda bildirinin hoşgörülebileceğini, ancak “akademik özgürlük kılıfının altında” sunulmasının kabul edilemeyeceğini söyledi. Kilis Üniversitesi Rektörü İsmail Güvenç de benzer bir açıklama yaptı. Ne diyorsunuz?

Bunları tartışmaya değer bulmuyorum. Akademik özgürlük ne demek? Siyasî hayatın daha demokratik, barışçıl, özgürlükçü olması konusunda ortak fikir beyan etmesi akademik kimliğin neresine aykırıdır, bilmiyorum.

Bu bildirinin bilimsel çalışma, araştırma olmadığını vurguluyorlar, anladığım…

Bu metne imza atan insanların birçoğu, yoklasınlar, bu konuda sayısız bilimsel araştırmaya imza atmış insanlardır. Böyle bir suçlama, en azından ölçüsüz bir suçlamadır.

Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, bu sıfatıyla katıldığı bir toplantıda “Devleti yıkmak isteyen herkese, her güce karşı yekvücut olmak zorundayız” dedikten sonra sizleri “mütareke döneminin işgal altındaki sözde aydınlarının kalıntıları” olarak nitelendirdiğini söyledi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiç değerlendirmiyorum. Milliyetçi cephenin biraz liberal düşünceyle makyajı yapılmış bir kimlikten söz ediliyor, bana verdiği izlenim bundan ibarettir. Bu ifadeler bir hukukçuya yakışan ifadeler değil. Bir baronun devletin savunmasını yüklenmesi en azından dünya örneklerini düşündüğünüz zaman bana yadırgatıcı geliyor. Ama bir sürü Baro Başkanları da gönüllü avukatlık yapmak üzere bu gruba isimlerini ve irtibat bilgilerini gönderdiler. Barolar Birliği Başkanı bütün hukukçuları temsil etmiyor.

Bu bildiri neden bu kadar geniş bir çevrede neredeyse bir infiale neden oldu sizce?

Türkiye'deki tepkisel kamuoyu, milliyetçi birikim bugün olmuş bir şey değil, yüz yıllık bir gelişmenin, yakın tarihin sonucudur. Ve gerçekten de Cumhuriyet'in kuruluşundan önce başlayan Türkleştirme siyaseti hem popülasyon siyaseti bakımından hem de kültürel bakımdan büyük bir başarıya ulaşmıştır. Neresinden bakarsanız bakın, Türkiye'de daima milliyetçi, son zamanlarda Türk- İslam sentezi diye özetleyebileceğimiz kültürel atmosfer, iklim giderek daha da güç kazanıyor. Böyle bir ortamda, özellikle siyasî iktidarın hedef gösterdiği her durumda harekete hazır, tetikçi kadroların tepki göstermesi son derece doğal. Seçimler sırasında hani Halkların Demokratik Partisi'nin 400 binası, ofisi baskına uğradı, yakıldı yıkıldı, insanlar linç edilmeye çalışıldı. Dolayısıyla böyle bir kültür her zaman var Türkiye'de. Geçmişi düşünün; Çorum'dan başlayın, Sivas'a, Tokat'a, Maraş'a gelin, daha eski tarihlere gidin. Tarihimiz maşaallah böyle kitlesel, "vatanı kurtarıyorum" inancıyla çılgına dönen ve durumdan vazife çıkaran insanlarla dolu.

Sedat Peker hakkında soruşturma açılmasını nasıl buluyorsunuz?

Kanlarımızla duş almayı düşünen Sedat Peker’le ilgili nihayet bir soruşturma açıldığını öğrendim. Bugüne kadar yaşadığımız benzer örneklere bakarak dürüst bir yargılama olacağını hiç sanmıyorum ama bekleyip göreceğiz. Beni asıl kaygılandıran bize tehditler savuran Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bu konuda tek bir laf etmemeleri. Bu kadroyla Sedat Peker arasındaki ilişkinin ayrıntılarını izlemiş değilim ama benim bildiğim kadarıyla medyayı biraz karıştırdığınız zaman, düğünlerde birlikte çekilmiş fotoğrafları bulmanız hiç güç değil. Aynı kültür çevresinin insanları olduklarına dair bir sürü yayın var. Üstelik bundan yararlandıklarını da düşünüyorum. Çünkü bu tür çıkışlar, bu tür tehditler gerçekten insanlarda bir dereceye kadar tedirginlik yaratıyor, bunu kabul etmek lazım.

Siz tedirgin misiniz?

Ben biraz, tabiri caizse şerbetliyim bu konuda. 50 yıldır aynı çevrede yaşadığım için, biz çok tehditler gördük böyle. Ama tabii, olmaz diye bir şey söylemiyorum. İşte, Hrant'ın başına gelenleri düşünelim, aynı manzaradır sonuç olarak. Tehdit edilmiştir, hedef gösterilmiştir, ondan sonra da durumdan vazife çıkaranlar kalkıp Hrant'ı vurmuşlardır. Bugün ortaya çıkıyor ki, bu da tamamen devletin güvenlik güçlerinin gözetimi dışında olmuş değil. Geriye doğru baktığınız aman buna benzer o kadar çok vukuat var ki... 90'lı yılların "faili meçhul"lerini düşünün, yüzlerce insan kaybedildi. O dönemin hakkında defalarca müebbet hapis istenen askerî kimlikleri bugün taltif edinmiş, Diyarbakır'da resmî görevlere atanmıştır. Dolayısıyla devlet, başından beri siyasetini hiç değiştirmedi: Kürt hareketi bastırılmalı ve ezilmeli. Dersim'de ne yapıldıysa bugün yapılmak istenen budur; strateji bu. Gerekirse çocuk öldürülür. Yeter ki yıldırmayı sürdürsünler. Hâlbuki bu çatışmanın taraflarının oturup konuşması, tartışması lazım. Başka çare yok.

Can güvenliğinizden endişe duyuyor musunuz?

Duyuyorum tabii. Ama yapabileceğim fazla bir şey olduğunu zannetmiyorum. Aslına bakarsanız, kanlarımızla banyo yapmayı düşünen bir insanın tehdidi çok boş bir tehdit değildir. Türkiye'de buna benzer çok şey oldu. Bu imza sahiplerine aslında devletin koruma vermesi lazım, bu kadar somut bir tehdit varken. Bu kadar somut bir tehdidin cezasını bulmaması hiç kimsenin kendini güvende hissetmesine imkân vermiyor. Ne yapalım? Böyle bir ülkede yaşıyoruz.

Olayın medya ayağına bakarsak, iktidara yakın gazetelerin hepsi aynı duruşu sergiledi. Yeni Akit tek tek bildiride imzası olanların ismini yayımladı. Bu ne anlama geliyor?

Hedef gösterme. Tek tek eminim ki birileri adres tespit etme vs gibi işleri de yapıyorlardır. Ama bu grubu yıldırmayacağını göstermeye, bu sayının artması yeterlidir. Bunu sürdürecekler. Nereye kadar gider? Bilemeyiz ama ben bu mücadeleyi demokratik zeminde, insan haklarına saygılı, özgürlük talepleriyle zenginleştirilmiş bir cephe hâline geleceğini, muhalefetin içinde de bu cepheye katılımların artacağını düşünüyorum. Nitekim şimdiden bu bildiriyi çok sayıda sivil toplum örgütünün desteklediğini de görüyoruz. Bu grubun daha sonra yayınladığı bir basın açıklaması var; burada da bu taleplerimizin arkasında olduğumuz söylendi...

Bahsettiğiniz bu yeni açıklamada ölümlerden bahsedilirken, ilk bildiride yer almayan “sivil, asker ve polis ölümleri” ifadesi dikkat çekiyor. Gelen tepkiler üzerine, ifadelerde bir çeşit “edisyon” mu yapıldı?

Hiç zannetmiyorum. Bu metin kaleme alındığı günlerde de ölüm derken sadece bir tarafın ölümlerinden bahsedilmedi elbette. Ölen askerler, polisler de tabii ki bu ülkenin insanları ve ne olursa olsun ölüm kimliğiyle anılan bir metin değil bu. Bütün ölümlere karşı. Üstelik de benim kişisel inancım, oradaki asker kayıpları ayrı bir trajik durumu temsil ediyorlar. Yoksul çocukları bunlar. 4 bin lira maaşla uzman çavuş sıfatıyla orada çalışan yoksul insanlar. Sınıfsal perspektiften baktığımızda, savaş zaten önce gerçeği öldürür, sonra da yoksul sınıfları öldürür diye bir ifade vardır. Doğrudur.

Şimdi ne olacak?

Ben çok büyük, kitlesel cezalandırma, vaktiyle bizlerin hedef olduğu 1402'liğe benzer uygulamaları beklemiyorum. O zamanlar bir kılıf bulunabilmişti. 1402 sayılı sıkıyönetim yasası, kumandanlara hiç gerekçe göstermeksizin insanları görevlerinden atma yetkisini veriyordu. Bizleri de öyle attılar. Ne mahkeme kararı, ne somut bir suçlama var. Kitlesel tasfiyeyi, sıkıyönetim koşulları içinde yapabilirsiniz. Ama sıkıyönetimin de tabi olduğu yasalar var. Nitekim biz uzun bir hukukî mücadeleyle görevlerimize döndük. Her şeye rağmen işleyen bir hukuk düzeni vardı. Bugün bu çerçeveyi, bu kılıfı bulmaları mümkün değil. Sıkıyönetim yok. Ama derseniz ki ortada anayasayı da, hukuku da tanımayan bir siyasi iktidar var, her şeyi yapabilir, doğru. Olabilir. Ama eğer yasal bir işlem yapma yolunu izleyeceklerse, şu ana kadar hukukçuların ifade ettiklerine bakılırsa YÖK'ün böyle bir yetkisi yok. Disiplin Yönetmeliği de işler hâlde değil bugün. Dolayısıyla bir şey yapacaklarsa, savcılar belki soruşturma açabilirler...

Abdullah Gül Üniversitesi’nden istifası istenen Prof Bülent Tanju hakkında 301’den soruşturma başlatıldı mesela. Üstelik, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı da toplu soruşturma açtı...

Bu güne kadar benzer bir örnek anımsamıyorum. 1984'teki “Aydınlar dilekçesi”ni yanlış anımsamıyorsam 1250 kişi imzalamıştı ama dava kendilerine göre seçtikleri 56 kişi için açılmıştı. Toplu soruşturma yöntemi ister istemez akla toplama kamplarını getiriyor. Cezaevleri zaten tıjklım tıklım. 1128 kişilik yeni kapasite yaratmaları zor ama eminim bir yolunu bulurlar. Siyasî iktidarın 1980'lerdeki, sıkıyönetim dönemindeki kitlesel tasfiyelere girişmesinin kendilerine de bir bedeli olur diye düşünüyorum. Uluslararası kurumlarla bağları gerginleştirilebilir, çok büyük eleştirilere yol açabilir. Karşı görüş öne sürebilirler. Dediğiniz inisiyatif gibi, bildiri yazıp imza toplayıp tersini ileri sürebilirler ve "Güneydoğu'da uygulanan doğrudur. Bu ölümler devam etmelidir. Güvenlikçi politikalarla bu sorun çözülür" diyebilirler. Bu da bir fikir özgürlüğüdür. Kamuoyu da hangisini benimserse, onu benimser. Bu bir fikir özgürlüğü meselesidir. Bizim elimizde silah yok, herhangi bir şiddet eylemi yapmış değiliz.

Peki, Aydınlar Dilekçesi sonrasında ne olmuştu? Bu işten çıkarmalar, soruşturmalar toplumsal muhalefeti susturmaya yeti mi? Bu perspektiften bakarsak, bugün neler olabilir?

60'ta öğrenciydim, 12 Mart döneminde üniversite başasistanı pozisyonundaydım. 80 darbesini profesörlüğe yeni yükselmişken yaşadım, arkasından da profesörlükten atıldım. O dönemde pasaportumu da almışlardı, yurt dışına çıkış yasağı vardı. Benim gibi pek çok arkadaşım Türkiye'de çalışamadıkları için yurt dışına çıktılar. Bana da davetler gelmişti ama çıkamadım. Şimdiki iktidarı nasıl nitelendirirseniz nitelendirin, anayasa dışı bir çerçeveyi artık açıkça ifade ettiklerine göre, en azından biz de "darbe dönemlerine benzer bir siyasî iktidar" ifadesini kullanma hakkına sahibiz. Askerî dönemdeki darbeciler en kısa zamanda gideceklerini ifade ediyorlardı; dolayısıyla yürek ferahlatan bir tarafları vardı. Şimdiki, 2023'lere göndermeler yaparak, ilelebet bu iktidarın devam edeceği imalarında bulunuyor. Çoğunluğa dayalı baskı rejimlerinin- ki bir çoğunluğa dayandığı kesin ve en korkutucu olanı da bu- böyle tehlikeli bir tarafı var; bu bakımdan ben belki de kendi kuşağım içinde en kötümserlerden biriyim. Bu rejimlerin, bu dönemde hayat hakkı bulduklarını düşünüyorum. 2023'e kadar, Malazgirt referansıyla 2071'e kadar ömürleri vefa eder mi bilmiyorum ama iktidar olarak daha uzun süre kalma ihtimalleri büsbütün yok değil. İşte komşumuz Azerbaycan, özgürlüğün hiç uğramadığı bir rejimde yıllardır babadan oğula iktidar sürüyor. İşin hazin tarafı, Avrupa siyasi düzenleri de olağanüstü derecede sağa kaymış durumda. Fransa'da Sarkozy'ye yeniden sapan bir kadro var, İskandinav ülkelerinde sosyal demokrat kesim güç kaybediyor, Orta Avrupa'da aşırı sağ iktidarlar var. Rusya var. Dolayısıyla bizim bu rejim de yaşama şansı bulabilir.

Peki, toplumsal muhalefet susturulabilmiş miydi? Bu soruşturma ve hedef göstermelerle muhalefet tamamen sindirilebilir mi?

Hayır. Şunu kabul etmek lazım: Yine de bir yargı düzeni vardı. Yıllar sonra Danıştay'la eksikleri olsa da haklarımız telafi edildi. Bugün bu garanti yok, bunu görmek lazım. Bakarsanız, halkın haber alma özgürlüğünü savunan gazeteciler cezaevinde yatıyor. Dönem çok iyiye doğru gitmiyor.

 

Fotoğraflar: Sinem Babul