Ahmet Sırrı Uzelli soruyor: “Bugünkü okuma vaziyetimiz nasıldır?”

"Dönemin pek çok ünlü isminin parlak, bugüne dahi ses veren fikirlerle zenginleştirdiği bu anket, harf devriminden hemen sonra eski harfte kalan yahut Batıdan alınacak eserleri ve halkta okuma alışkanlığı yaratmanın yöntemini tartışıyor."

24 Haziran 2021 13:30

Ahmet Sırrı Uzelli bugün kimsenin ismini bile hatırlamadığı bir gazeteci.

Belki on sene önce, 1929-30 yılının Uyanış dergilerini tararken ‘A. Sırrı’ imzasına ilk kez rastlamıştım. O sıralarda Nahid Sırrı arıyordum. Bu imzayla çıkan bir öykü ve birkaç şiiri incelediğimde dilsel ve tematik bazı benzerlikler bularak, hatta icat ederek, acaba bu Nahid Sırrı’nın takma adı olabilir mi diye düşünmüş, büyük bir heyecanla o dönemde yazan ve ‘A. Sırrı’ imzasını kullanabilecek başka biri var mı diye antoloji ve ansiklopedilere bakmış, Agâh Sırrı Levend’in de matbuata o yıllarda girmiş olduğunu fark etmiştim. Sonra Agâh Sırrı’nın köşe yazılarını bulmuş, okumuş, bir karara varamayarak A. Sırrı imzasını, yanına bir soru işareti ekleyip defterime not etmiştim.

Aradan belli bir zaman geçti, yine 1929-30 yılının Vakit gazetelerini tararken ‘A. Sırrı’ bir kez daha karşıma çıktı. İki önemli anketin altında bu imza vardı.

Bu imzanın gizemi 1936 yılının Uyanış’larını tararken aydınlandı. Zira derginin 24 Eylül 1936 tarihli 2092/407. sayısı, “Bu sayı, A. Sırrı Uzelli için” notuyla yayınlanmıştı.

Böylece ne Nahid Sırrı Örik ne de Agâh Sırrı Levend olan Ahmet Sırrı Uzelli’yle tanıştım.

Ahmet Sırrı Uzelli 1902’de doğmuş. Babası Ürgüp’te Merdanzadeler denen aileye mensup emekli bir asker olan Mehmed Ali Bey. İstanbul Lisesi’nde okumuş, yüksek eğitimini İs­tanbul Ticaret Mektebi’nde almış. Daha okul sıralarında gösterdiği şiir ve hikâye yazmadaki yeteneği ba­zı arkadaşları gibi onu gazeteciliğe sevk etmiş ve 1921’de Tevhid-i Efkâr’da başlayan hizmetini bir yıl sonra Vakit’e geçerek sürdürmüş ve hiç ara vermeden ilerleyerek bu gazetenin yazı işleri müdürlüğüne kadar yükselmiş. Dile kolay, tam on dört sene aynı gazetede, spor haberlerinden muhaberata, oradan yazı işleri müdürlüğüne kadar çeşitli görevlerde bulunmuş ve bu sırada gerek Vakit’te, gerek Uyanış gibi başka yayınlarda öykülerini, şiirlerini yayınlatmış. Ölümünden birkaç yıl önce de –muhtemelen geçim sıkıntısı sebebiyle– Bomonti’deki Saint Jeanne d’Arc Fransız Lisesi’nde öğretmenliğe başlamış.

Mesai arkadaşı Refik Ahmet Sevengil ölümünden sonra yazdığı yazıda onu yalnız gazeteci olarak anmanın yanlış olacağını söylüyor.

“Ahmet Sırrı da mek­tep sıralarından edebiyat heveslisi kuvvetli bir istidat olarak ayrılıp matbuat hayatına girdikten sonra öl­düğü güne kadar kendi şahsında gazetecilikle ede­biyatçılığın mücadelesine şahit oldu ve gazeteciliğin edebiyatçılığını öldürmemesi için türlü tedbirler al­mak lüzumunu duydu. Her fırsatla edebiyata eser vermek için çalıştı, saatlerinin büyük bir kısmını dolduran gazeteciliğin günlük işlerinden daha çok zaman ve fırsat bulabilseydi Ankara-İstanbul ismiyle yazmış olduğu büyük hikâyesi bugün kitap halinde çıkmış, Melodi ismiyle yazmak istediği ve üstünde çalıştığı romanı bitirilmiş olacaktı. Hiç değilse mecmua ve gazete köşelerinde kalan dağınık şiirleri bir araya toplanmış bulunacaktı. Ve bütün bunlar millî kütüphanemiz için büyük bir kazanç olacaktı. Heyhat!”

Ahmet Sırrı Uzelli 10 Eylül 1936 tarihinde, kendisine peritonit teşhisi konmasından kısa bir süre sonra, Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayatını kaybetmiş.

Bugün bu yazıyla size Ahmet Sırrı’nın bir anketinden bahsetmek istiyorum.

Anketler belli konularda pek çok insanın fikrinin alındığı, tüm katılımcılara aynı soruların sorulduğu söyleşi serileri. Anket yazarları kapı kapı dolaşıp görüş topluyor yahut soruları postayla gönderip yanıtları yazılı olarak alıyor. Bazen bu anketler gazete ve dergilere tiraj sağlamak amacıyla güncel tartışmaları harlandırıyor, ancak gündem değişince unutulup gidiyor, bazense Ruşen Eşref’in “Diyorlar ki” yahut Nusret Safa Coşkun’un “Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?” anketleri gibi kitaplaşıp kuşaklar boyu okunan, dönemin kavrayışını, anlayışını, ruhunu ve eğilimlerini ortaya koyan metinlere dönüşüyorlar.

Ahmet Sırrı Uzelli’nin dikkate değer üç anketi var. Üçü de Vakit’te yayınlanan bu anketlerin ilki “İş Hayatında Kadın” başlığını taşıyor.

Anket, “Seneler var ki Türk kadını da tamamıyla iş hayatına karış­mış bulunuyor” dedikten sonra tüketici konumundan üreticiliğe terfi eden kadınlara bu değişimi nasıl değerlendirdiklerini, iş hayatına niçin, nasıl atıldıklarını, çalışma sebeplerinin, amillerinin neler olduğunu ve çalışmaktan memnun olup olmadıklarını soruyor.

Suat Derviş, Halide Nusret, Şükufe Nihal ve Nakiye Elgün gibi isimleri bugün de bilinenlerle beraber avukatlar, tütün ameleleri, müdireler, telefon memureleri, asistanlar, satış görevlileri, kâtibe ve muallimelerden oluşan otuza yakın kadından görüş alınıyor.

1936 yılındaysa en meşhur anketini yapıyor A. Sırrı. “Gençlerle Baş Başa” serlevhasını taşıyan bu anket 1936 yılı başında Matbuat Umum Müdürlüğü’nün çıkarttığı Fransızca bir antolojide yer alan ve almayan isimler arasında çıkan tartışmanın mahsulü. Antoloji yayınlandıktan sonra Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz başta olmak üzere pek çok isim antoloji hazırlanırken yapılan seçimleri sorgularken, Faruk Nafiz 2 Mart 1936’da Akşam’a verdiği röportajında kendisinin de içinde bulunduğu Hececileri kastederek “Bizden sonra yeni bir nesil gelmedi” diyor.

Ahmet Sırrı anketin başında amacını şöyle özetliyor.

“Basın Genel Direktörlüğü’nün çıkardığı Fransızca antolojiden sonra alevlenen münakaşalar ara­sında bilhassa bir noktayı ehem­miyetli gördük. Teessüs etmiş şöhretler ve bu arada 1914-1918 Harbi sıralarında ve onu takip e­den yıllarda yetişmiş ve hece vez­ninin yerleşmesine hizmet etmiş o­lanlar, kendilerinden sonra yeni bir nesil yetişmediğini iddia etti­ler.

Memleketimizde edebiyat, u­mumi harp yıllarından sonra dur­muş mudur? Bugün yazı yazan ve toptan inkâr edilen gençlik a­rasında eserleri mecmuaları, ga­zeteleri dolduran, hatta kitapları kütüphanelerde sıralanan imzalar vardır. Bunlar tek bir yolda ve saf halinde değildirler, dağı­nık ve ayrı çalışmaktadırlar, inanışları ne olursa olsun bu gençlerle görüşerek kendi haklarındaki iddialara ve umumiyetle edebiyat meselelerine dair ne düşündüklerini öğrenmek ve okuyucularımıza bildirmek is­tedik.”

Ankette kimler mi var? Sırasıyla Nâzım Hikmet, Behçet Kemal, Sait Faik, Yaşar Nabi, Ahmet Muhip, Bekir Sıtkı, Ziya Osman, Kadircan Kaflı, Cevdet Kudret, Nahid Sırrı, Reşat Enis, Necip Fazıl, İlhami Bekir, Ercüment Behzat, Cahit Sıtkı, Sadri Ertem, Ömer Bedrettin, Suat Derviş, Ethem İzzet, Fikret Adil, Nizamettin Nazif, Meliha Avni ve Osman İsmet’in cevapları yayınlanıyor.

Anketin tartıştığı, tartıştırdığı konu eski ve yeniler. Yenileri yok sayan eskilere karşın, yenilerin kendilerine ve eskilere dair görüşlerini dile getirmelerine fırsat veriliyor.

Gelelim bu yazıda etraflıca değineceğim “Ne Okuyacağız?” anketine.

Bu anket 20 Nisan-26 Mayıs 1930 tarihleri arasında tefrika edilmiş ve Ahmet Sırrı cevapları neşretmeye başlamadan önce derdini şu şekilde anlatmış.

“Bugünkü okuma vaziyetimiz nasıldır?

Yeni harfleri öğrenerek yetişen yeni neslin birkaç sene sonra okuyacağı kâfi kitap bu­lamaması endişesini bertaraf etmek için ne gibi tedbirlere ihtiyaç vardır?

Eski harflerle ba­sılı kitaplarımızla hiç meşgul olmayacak mıyız, onlardan bazı­larını yeni harflerle bastırmaya lüzum var mıdır, yok mudur?

Ve nihayet ecnebi lisanlarından hangi eserlerin lisanımıza çev­rilmesi lazımdır?

İşte anketin mevzuunu teşkil eden birkaç sual ki, her biri siyasi hayatında olduğu gibi irfan hayatında çok mühim bir inkılap yapan memleketin çok esaslı, çok şümullü, çok mühim dertlerinden, ihtiyaçlarından bi­rine ait bulunuyor.

Bu bahis üzerinde, fikir hayatıyla alakadar, her mesleğin tanınmış birkaç siması ile konuşmayı ve onların fikirlerini tespit et­meyi çok faideli gördük.”

Harf devriminin üzerinden bir buçuk sene geçmiş. Bir yandan da ekonomik buhran tüm dünyayı pençesine almış. Matbuat bu iki dertten mustarip. Alfabe değişimiyle düşen kitap satışları yayıncıların daha seçici olmasına yol açmış. Dahası, harf devrimi sonrası bir kültür politikası belirlenmemiş henüz. Osmanlıca eserlerin akıbeti belirsiz. Ya Batı klasikleri diyeceksiniz… Hasan Ali Yücel klasikleri de ufukta görünmüyor henüz.

Böyle bir ortamda Ahmet Sırrı’nın “Ne Okuyacağız?” başlıklı bir anket yapması ve sorduğu sorular son derece değerli. Hatta bu anket bir oranda güncelliğini de koruyor. Zira aradan geçen doksan bir seneye rağmen halen Osmanlı ve harf devrimi öncesi Cumhuriyet dönemi edebiyatı sistematik bir şekilde Latin harflerine kazandırılmış değil. Ekonomik regresyonla telifsiz eserlere yönelen bugünün yayıncıları bu külliyatı elden geçiriyor ama çoğu zaman aynı elli eser belki on beş, hatta yirminci kez alfabemize kazandırılıyor.

Ankette dikkatimi çeken bazı düşüncelere geçmeden önce ankete katılanların tam listesini vereyim.

Hıfzı Tevfik Gönensoy, Sabiha Zekeriya Sertel, Mustafa Şekip Tunç, Kâzım Nami Duru, Şükufe Nihal, Abdülfeyyaz Tevfik Yergök, Peyami Safa, Nâzım Hikmet Ran, Hüseyin Cahit Yalçın, Mebrure Hurşit (Mebrure Sami Koray), Yusuf Şerif, Suat Derviş, Ali Ekrem Bolayır, Hüseyin Hüsnü, Halit Ziya Uşaklıgil, Ali Kami Akyüz, Faik Sabri Unat, Ahmet Halit Yaşaroğlu, Semih Lütfi Erciyas, Elyas Bahar, Cenap Şahabettin.

Edebiyatçıların, eğitimcilerin, akademisyenlerin ve yayıncıların bir arada olduğu, son derece zengin bir liste bu. Yani anket ele aldığı konuyu farklı cephelerden idrak ve tahlil edenlerin bulunmasına özen gösterilerek vücuda getirilmiş.

1935 yılında Cumhuriyet gazetesinde önce veremlilerle hemen ardından da verem doktorları ve sanatoryum çalışanlarıyla söyleşiler yapan Suat Derviş geliyor aklıma. Yahut yine Derviş’in “Çocuklarımız Ne Halde?” sorusunun peşine düştüğü, farklı mesleklerden insanlarla görüştüğü röportaj dizisi. Ahmet Sırrı Uzelli ve Suat Derviş’in bu özeni, konuyu her açıdan, karşıt görüştekilere söz hakkı vererek ele alışı, bu objektif, dersini çalışmış tavrı övgüyü ve saygıyı hak ediyor.

Ankete katılan ilk isim, Hıfzı Tevfik, “halkımız fakir ve neşriyatımızı muntazaman takip mali vaziyetimize nazaran hayli güçtür” diyor.

“Çocukların mektep ki­taplarını tedarik etmekte bile müşkülata duçar olmakta (zorluk çekmekte) bulun­duğunu her gün görüyoruz. Halbuki en basit kitaplar bile birkaç liradan aşağı satılmıyor. Ve nihayet şüphesiz harf inkılabı bidayette (başlangıçta) biraz okumak zevkini azalttı. Bilhassa ciddi kitaplar okumayı biraz zorlaş­tırdı. Mamafih bu son tesir zaman ile ehemmiyetini kaybet­mekte, yavaş yavaş kari (okuyucu) adedi­ni çoğaltmaktadır.”[1]

Sabiha Zekeriya Sertel’se genç nesli okutmak, okuma oranını artırmak için farklı bir teşkilat kurulması gerektiğini söylüyor.

“Genç nesli mektep kitapları arasında hapsetmek yazıktır. Mek­teplerden hariç çocuk kütüpha­neleri açmak lazım ve bundan başka mektepler ihtiyaca kâfi değildir. Para­sızlık yüzünden okumayan tale­beyi kaybetmek sistem yanlış­lığıdır. Demok­rasinin terbi­yede hâkim olduğu bir de­virde bir sını­fın çocuğunu okutup ötekini ihmal etmek olmaz. Mektep­ler kâfi gelmi­yorsa, zengin çocuğu sabahtan akşama kadar okuyacağına yarım gün okur, aynı masarif (masraflar) ve aynı teşkilat ile yarım gün de bu haktan mahrum olanlar okur.”

Sertel’e göre okullar içtimai, yani toplumsal birer merkez.

“Mektep komünitenin merkezi­dir. Vazifesi yalnız çocukları okutmak değildir. Komünitenin fikri, sıhhi, içtimai ihtiyaçları­na da cevap vermektir. Komünite dahilinde her çocuk bu mek­tepte eğer icap ederse iki saat, fakat herhalde her çocuk okur. Geceleri kadınlar ve er­kekler okurlar. Mektebin içtimai amelesi (sosyal görevlisi) evleri gezer, evdeki sıhhi şeraiti (şartları), çocukların terbi­yesini tetkik eder, mekteple evi birleştirmeye çalıştırır. Mek­tepte her gece eğlence ve ders faaliyeti vardır. Halk ve çocuklar gece ve gündüz buraya dolar ve boşanır, mektep komünitenin mihrakıdır (odağıdır). Bizde de mekteplere daha fazla hayat vermek, kapılarını halka ve çocuklara açmak la­zım. Millet mektepleri bu vazi­feyi maatteessüf göremediler. Köyle şehri birleştirmek, köyü şehre yaklaştırmak lazım.”

Bir anlamda köy enstitülerine benzer, tüm halkı eğitmek, geliştirmek gayesini güden bir yapıyı öneriyor.

Nâzım Hikmet de farklı bir şekilde mektepleri ve köylüleri bir araya getirmeyi öneriyor.

“Mektep­leri köylerle bağlamak, yani her köyü bir mektebin himayesi al­tına vermek. Mektepliler bu su­retle her tatilde himayelerine aldıkları köyde günlerini geçi­rirler, kurslar açarlar, halkı o­kuturlar. Sonra mekteplere ası­lan kutularda kalem, kâğıt, ki­tap gibi okuma yazma vasıta­ları biriktirilir, bunlar da bu suretle köylere kadar gitmiş olur.”

Nâzım Hikmet’in dikkat çektiği diğer bir nokta okumayla demokrasi arasındaki ilişki.

“Diğer bir cepheden okuma meselesi demokrasinin inkişafı (gelişmesi) meselesidir. Benim kanaatime göre demokrasi bugün başka bir şekilde inkişaf etmelidir ki halk kitleleri okuyabilsin. En nihayet okuma işi iktisadi va­ziyetin düzelmesiyle de alaka­dardır. Burada şunu da işaret edeyim ki fakir işçi ve esnaf çocukları için iptidailerden (ilkokullardan) Da­rülfünun’a kadar bütün mektep­ler parasız olmalıdır. Yüksek tahsil bizde memur ve burjuva çocuklarına inhisar (özgü kalma) tehlikesini gösteriyor.”

Peyami Safa da ekonomik buhrana ve kitapların basım maliyetine dikkat çekiyor.

“Yarınki nesiller için dün­den kalan en lüzumlu eserle­ri yeniden neş­retmek müm­kün değildir. Maarif Vekâleti’nin yirmi se­nelik neşriyat bütçesi bile bu büyük işe kâfi gelmez. Mesela yalnız bir Kamusu’l-Âlâmneşretmek için bugün 150 bin lira lazımdır. Size bunun kadar lüzumlu, hatta daha lüzumlu binlerce kitap ismi sayabilirim. Bunun için de Farabi veya İbni Sina’ya kadar gitmeyeceğim. Bütün Avrupa’nın kendi lisanlarına tercüme ettik­leri eski müelliflerimizin (yazarlarımızın) eserleri bu binlerce kitaptan hariç­tir. Size böyle takribi (yaklaşık) olarak değil, kati bir hesapla yarınki nesillere eski Türkçenin lüzumlu eserlerini okutmak için milyon­larca liraya ihtiyaç olduğunu ispat edebilirim. Halbuki şu zamanda zavallı Bâbıâli Caddesi on formalık küçük bir cilt kitap basmak için ne sıkıntılar çekiyor!”

Ankette yer alan üç önemli yayıncı Semih Lütfi, Ahmet Halit ve Elyas Bey de Safa’nın sözlerini doğruluyor.

Safa bu yüzden züğürt bir irfana mirasçı olan yarınki nesillere acıdığını söylüyor.

“Fakat onların eski Türkçe ile yazılmış eserleri okumak için eski harfleri öğ­renmek dirayetini göstereceklerini ümit edelim. Benim yedi sekiz yaşında bir çocuğum ol­saydı, ilk işim kendisine eski harflerimizi yenilerle beraber öğretmek olurdu.

Yeni harfleri kabul eden bir inkılap eski harflerle yazıl­mış Türk kitaplarının yeni ne­sillere okutmanın çaresini bul­maya mecburdur. Bu vazife de bana değil, o inkılabı yapanlara düşer. Suali bana değil, onlara sorunuz.”

Safa’nın bu tavrı tüm anketin inkılaba ve devlete en sert çıkışını teşkil ediyor. Zira pek çok katılımcı, Hıfzı Tevfik’in yukarıda alıntıladığım yanıtında da görebilirsiniz, harf devriminin bazı sorunlara yol açtığını, bir kopukluk yaşattığını dile getirse bile, bir cümle sonra kendisini tashih etmek zorunda hissediyor.

Dahası, bazı katılımcılar Osmanlıca eserler arasında basılmaya değer pek bir şey olmadığını söylemekten çekinmiyor.

Suat Derviş’se Peyami Safa gibi “maziden birçok kitapların yeniden basılmasına kuvvetle taraftar” olduğunu söylüyor.

“Bazıları hars (kültür) mazimizle alakamızı kesebiliriz diyorlarmış. Ne yanlış! Biz galiba kendimizi tanımıyoruz. Eski sanat­kârlarımızdan hatta beynelmilel (uluslararası) bir şöhret derecesine yükselen­ler az değildir. Geçmiş münev­verlerimizi (aydınlarımızı) nasıl olur da ihmal ederiz? Biz Bulgaristan değiliz. Çocuklarımıza öğretilmesi lazım eskileri öğretmemek büyük bir rezalet ve cinayet olur.”

Batı dillerinden çevrilmesi gerekenler konusunda da pek çok kişi görüş belirtiyor. Kâzım Nami Duru çevrilmesi gereken eserleri listelemek yerine var olan yanlışların altını çiziyor.

“Şimdiye kadar tercüme edilen eserleri okudunuz mu? Bunları asıllarıyla karşılaştırdınız mı? Öy­leyse bana söyleyiniz, kaç ta­nesi sahih ve iyi bir tercüme­dir? İyi tercüme için yalnız ecnebi lisanını iyi bilmek kâfi değildir; Türkçeyi de çok iyi bilmek lazımdır. Muallim Naci merhumun tercümelerine kim yaklaşabilirdi? Hem her kitap tercümeye müsait değildir. Şekspir’den yapılan tercü­meler ne sadık, ne de güzel bir tercümedir.

Mamafih tercümeden vazgeç­meyiz. Fakat yapacağımız tercü­meler hem aslına sadık olmalı hem de iyi bir Türkçe ile ya­zılmış bulunmalı. Bunun için resmî bir tercüme heyeti teşkiline lüzum yoktur. Yalnız ter­cüme edilen eserleri iyi bir tetkikten geçirilecek, Fransızca, Almanca ve İngilizceye çok iyi aşina, üç veya altı kişilik bir heyet ister.”

Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları sırasında taşrada bir kortejde açılan propaganda afişi.

Bir ayı aşkın bir süre sonunda Ahmet Sırrı Uzelli sözü katılımcılardan alıyor ve “Netice” bölümünde önce anketin diğer gazetelerdeki akislerinden bahsediyor. Özellikle İzmir basınında, Yeni Asır ve Hizmet’te konuyla ilgili çıkan makaleleri zikrediyor. Daha sonra bir okuyucu mektubunu, bu mektuptaki öneriyi dile getirip anketin kendince derlediği sonuçlarını okuyucularla paylaşıyor.

“Oku­ma vaziyetimize verilen cevaplar okuma vaziyetinin fenalığında hemen hemen ittifak etmektedir­ler. Fakat bu yalnız bugünün vaziyeti değildir, aynı zamanda dünün de vaziyeti böyleydi.

Bunun sebepleri şunlardır: Lakaydi, harpler ve ıstırap­ların verdiği yorgunluk, okuma ihtiyacının kıtlığı, iktisadi buh­ran, kitap fiyatlarında ihtikâr, (vurgunculuk) güzel eser yoksulluğu, sinema, spor ve hafif muaşakaların (flörtlerin) genişleyerek okumadan alınan zevki paylaşması.

Okumayı teşvik ve okuma ih­tiyacını doğurmak için göste­rilen çareler:

Çocuk ve halk kütüphaneleri tesis etmek, mektepleri iç­timai merkez yapmak, mesleğe ait eserleri ehlinden istemek, iyi mütercim ve müellifleri doyur­mak, seyyar kütüphaneler açmak, fakir ve işçi çocuklarına bütün tahsil kapılarını serbest bırak­mak, ameli hayata lazım eserler vücuda getirmek, bayramlarda mendil yerine kitap vermek, es­ki kitapları yakmak, doyulmayacak eserler yazmak, mektepler­de talebeden 10 para toplayarak kitap almak, demokrasiyi inkişaf ettirmek, reklam teşhiri, bayi şekillerini ıslah etmek ve bir halk serisi neşretmek.

Eski eserlere gelince… Bunda Nedim, Baki, Nefi, Fuzuli ile Tanzimat devrinin şairlerini, Ede­biyat-ı Cedide’nin müstesna sima­larını, bilhassa Fikret’i, halk şa­irlerini çevirmek ve antoloji yap­mak fikirlerini ekseriyet şeklin­de görüyoruz. Eski harfleri öğ­renmek, eski eserleri asıllarından okumak fikirleri ekalliyette ka­lıyor.

Ecnebi eserler bahsinde itti­faka yakın ekseriyet kazanan klasik ve şaheserlerle Amerikan, Rus, İngiliz edebiyatının tercümesine kuvvet vermektir.

Neticeye gelince… Bu hususta en iyi güzel ve en muvafık (uygun) neticeyi çıkarmanın vekâlete ve hükümete ait bir iş olduğu kana­atindeyiz. Yalnız çareler arasın­da kaydedilen seyyar kütüphane, iyi ve ucuz kitap, bayi teşkilatı, mektep kütüphaneleri, bayram­larda mendil yerine kitap hedi­yesi, bir halk kütüphanesi neşri ve tahsili her sınıfın çocukları için kolaylaştırmaya işaret edenleri dikkati celp edecek (çekecek) birer fikir olarak buluyoruz.

Bu arada harf inkılabının tatbik edildiği günü bir kitap bayramı olarak kabul etmeyi, o gün bütün vatandaşların birbirlerine kitap hediye etmele­rini teklif ediyoruz. Umumi tat­bik tarihi 1929 kânunusanisinin birinci günü olduğuna nazaran 1 kânunusani günleri kitap bay­ramı günü olarak kabul edilirse kitap hediyesi yılbaşı hediyesi yerini de tutabilecektir.”

Yetmiş sayfayı geçen küçük bir kitapçık halinde basılabilecek “Ne Okuyacağız?” anketi harf devriminden hemen sonra eski harfte kalan yahut Batıdan alınacak eserleri ve halkta okuma alışkanlığı yaratmanın yöntemini tartışıyor. Dönemin pek çok ünlü isminin parlak, bugüne dahi ses veren fikirlerle zenginleştirdiği bu anket halen önemini koruyor. Zira katılımcılar tarafından dikkat çekilen, altı çizilen bazı hususlar hâlâ güncel.

 


[1] Bu ve sonraki parantez içlerinde, bilinmeyebileceğini düşündüğüm kelimelerin güncel karşılıklarını verdim.