Acıların çocuğu imgesinin hazin ölümü

"1960’lardan itibaren bu topraklarda, hikâyenin ya da filmin sonunda anne ve babasını kurtaran büyümüş de küçülmüş çocuklar, eziyet edilen beslemeler, bir yetişkinin tevekkülüyle konuşan boynu bükükler ve toplumdan şefkat talep eden bahtsız delikanlılar acıların çocuğu kategorisi içine girerek aslında bize bir şeyler söylüyorlardı. Emrah’ın reklamıyla en sonunda bir şeyi anlamış oluyorduk. Kendimize anlattığımız hikâyede doğru olmayan bir şeyler vardı."

15 Ağustos 2020 17:56

Seksenlerde çocuk olanlar için acıların çocuğu Emrah’ın 2014 yılında acılı hamburger reklamına çıkmasının anlamı başkaydı. Onların yüzlerinde hüzünlü bir tebessümle izlediği reklam, sadece çoktan biten bir devrin artık aleni şekilde paraya tahvil olmuş hali değildi, aynı zamanda kendi hatıralarında masumiyetle ve mağduriyetle özdeşleşmiş kırılgan çocuk imgesinin tabutuna çakılan son çiviydi. Zira kendi anne ve babaları da 60’lar boyunca ve 70’ler başında çekilen Ayşecik, Ömercik ve Sezercik filmleriyle arabesk dozu olarak 80’lerden biraz daha farklı, ancak kötülüklerle dolu büyük şehirde hak etmediği bir acıyla maharetle mücadele etmek zorunda kalan aynı masum çocuk imgesiyle büyümüşlerdi. Büyümüş de küçülmüş, acıyla yoğrulmuş, mazlum ama mağrur çocuk imgesi bu kültüre has, hayatlara atılmış en başat ilmikti. Bunun altında siyaseten kodlanmış bir yapıdan ziyade, elbette siyaset ayağına gelen fırsatı fazlasıyla kullanacaktı, sosyolojik çalışmalara konu olması gereken bu topraklara ait bir tevekkül vardı.


Ağlayan çocuk posteri internet satış sitelerinde hâlâ satılıyor.

Murat Belge Tarihten Güncelliğe adlı kitabında 80’lerin başından itibaren meşhur olmuş bir çocuk portresinden söz eder. Tombul yanaklarından yaşlar süzülen, sarı saçlı, bakımlı, Avrupai görünümlü, içe işleyen üzgün gözlerle bakan bu çocuğun resimleri bir anda ülkenin her yanını sarmıştır. Evlerin, bakkal dükkânlarının, kahvelerin, iş yerlerinin duvarlarını süsleyen bu poster bir yönüyle dönemin haksızlığa uğramış acılı çocuk imgesine dokunmaktaydı.

Murat Belge yazısında bu hüzünlü çocuğun neden bu kadar sevildiğini sorar önce, ardından sorusuna psikanalitik bir yanıt verir. Tüm ülke bu çocuğu şefkatle duvarlarına asarak aslında nedamet getirmektedir. Türkiye toplumu çocuklarına gösterdiği hoyratlığın ve ilgisizliğin kefaretini ödemekte, suçluluk duygusundan bu anonim çocuğa gösterilen şefkatle kurtulmaya çalışmaktadır. Kendi çocuklarına göstermedikleri ilgi ve alakayı ağlayan bu masum ve tatlı çocuğa göstererek, onun belirsiz acısını paylaşarak ve onu bir kültür mirası gibi her yere asarak vicdanlarını rahatlatıyorlardır. Burada biz eli biraz daha yükseltelim; belki de 70’lerin sonundaki geleceği heba olan kendi çocuklarına ve bilmeden sonraki birkaç kuşağa ağlıyorlardır.

Nurdan Gürbilek ise Kötü Çocuk Türk adlı kitabında bu ilginç soruya, benim daha kapsayıcı bulduğum kültüre içkin bir yanıt verir. Ortada affedilmesi beklenen bir suçtan ziyade, bir çeşit mağduriyet ve yenilmişlik duygusu vardır. Evet, mağdur kavramı sandığımızdan daha derinlerdedir. Toplum kendini suçlu bir yetişkinden çok, acılı bir çocuk olarak görmektedir. Büyümemiş, hep çocuk kalmış bir toplumun hissettiği mağduriyet duygusu ise onulmaz bir yaradır. Zira çocuk, ki burada koca bir toplum, daimi bir ebeveyn arayışı içinde olacaktır. O yüzdendir ki, her takım elbiseli ve şapkalı siyasetçi bir tür baba, erkek kimliğiyle siyaseten önü açılabilen her kadın gerektiğinde kızan gerektiğinde seven birer anne ya da bacıdır. Ancak en değerli şey otoriteden gelecek küçücük bir teveccüh, ebeveynin çocuğun varlığını az da olsa onaylamasıdır.

Bu çocuklar milli bir acz duygusunun metaforları olarak da okunabilirler. 1960’lardan itibaren bu topraklarda, hikâyenin ya da filmin sonunda anne ve babasını kurtaran büyümüş de küçülmüş çocuklar, eziyet edilen beslemeler, bir yetişkinin tevekkülüyle konuşan boynu bükükler ve toplumdan şefkat talep eden bahtsız delikanlılar acıların çocuğu kategorisi içine girerek aslında bize bir şeyler söylüyorlardı. Emrah’ın reklamıyla en sonunda bir şeyi anlamış oluyorduk. Kendimize anlattığımız hikâyede doğru olmayan bir şeyler vardı.


Ayşecik ile Ömercik filminden sonra yapılmış 45'lik bir plak.   

Peki edebiyatta durum nasıldı? Bu çocuk tipolojisinin edebiyattaki ilk yansıması Kemalettin Tuğcu romanlarıyla olmuştu. Kemalettin Tuğcu’nun eziyet gören yerli ve yoksul çocuk kahramanlarıyla Yeşilçam’ın mutlu sonla biten yetim hikâyeleri arasında büyük bir duygudaşlık vardır. Türkiye’nin hızlı bir değişim geçirdiği yılların yazarı olan ve 300’den fazla romana imza atan Tuğcu, Yeşilçam’daki çocuk yıldızların rol aldığı filmlerin ilki olan Ayşecik’in senaryosunu da yazmıştır. Köyden kente göçle birlikte bilmedikleri bir dünyada yalnız ve korumasız kalan boynu bükük yetimleri, genç yaşta çalışmak zorunda kalan, sürekli eziyet edilen ve tüm ailesinin sorumluluğunu almak zorunda bırakılan çocukları, dilenci çetelerini, seyyar satıcıları, her şeye rağmen okumaya çalışan yeraltı çocuklarını anlatmıştır. Şehrin tüm yükü ve kiri pası bu çocukların üstündedir adeta. Bu çocuklar her türlü acıyı tevekkülle üstlenirler. Yoksul ama gururlu Türkiye için erdemli bir rol modelidirler. Ahlaklı, dürüst, çalışkan, iyi bir vatandaş olmanın önemi vurgulanır bu romanlarda. Tuğcu’nun yoksul aile hayatına gösterdiği şefkat ve ilgi, şefkat ve ilgiye ihtiyacı olan yoksul ve yoksun bir toplumun hem korkularını beslemiş hem de o korkuları bertaraf edecek arzuladığı baba şefkatini vermiştir. Bu baba şefkati özlemini daha sonra siyasilerden arabesk türkücülere kadar birçok figür manipüle etmiştir.

Tuğcu’nun duyarlılığında, hayat kavgası veren haksızlığa uğramış çocuklara gösterdiği melodramatik ilgide Dickens’vari bir tını vardır. Bu hikâyeler çok sevilmiştir. Yine 70’leri ve 80’leri kasıp kavuran, Gülten Dayıoğlu’nun yazdığı sürekli ayrılmak zorunda kalan bir anne ve kızını anlattığı melodram dozu yüksek Fadiş romanı da çok sevilmiştir. Çocuk edebiyatından beklenildiği şekilde olay ağırlıklı bir içeriğe sahip olan Fadiş romanı bir çocuğun başına gelebilecek bütün felaketleri bünyesinde barındırır.  Melodrama gösterilen bu büyük ilgi, onun dışarıdan anlatılan bir öyküden çok, öykücüye içkin bir mesele olduğunu göstermektedir adeta. Öykücü ise her sokakta ve her evde yaşayan, aynı hikâyeyi sürekli tekrar eden bizatihi toplumun kendisidir.

Batı edebiyatında ise aynı dönemde çocuğa farklı yaklaşan hikâyeler yazılmaya başlamıştır. Bunların en ünlüsü William Golding’in 1954 yılında yazdığı Sineklerin Tanrısı romanıdır. Çocuğun masumiyetle, bozulmamışlıkla ve saflıkla özdeşleştirildiği bir dönemde Golding medeniyetten uzaklaşmış, başıboş bırakılmış çocukların vahşetin öznesi olabileceklerini göstermiştir. Bir grup erkek çocuğun bir adaya düşüp hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyi anlatan roman, insanların tabiatları gereği acımasız ve bencil olduklarını söyler, çocuk olmaları ise bu noktada bir şey değiştirmez. Hatta tam tersine, sergilenen vahşete çocukların kılıf bulmaya ihtiyacı da yoktur. Kötülük daha doğrudan ve doğaldır. Yine 1962 yılında yazılan Anthony Burgess’in Otomatik Portakal romanı da genç Alex’in kendi ağzından şiddet içeren eylemlerini ve otoritenin en az onun kadar şiddetle ona karşılık vermesini anlatır. Bilinen çocuk imajının dışına çıkılmıştır.

Türk edebiyatında ve sinemasında da kötü çocuk kahramanlar vardır elbet. Ancak bunlar fazlasıyla karikatürize ve iyiliğin vurgulanması için yaratıldığı çok belli şematik tiplerdir daha çok. Toplum okuduğu kitapta, izlediği filmde içinde kötülük olan bir çocuk ana kahraman görmek istemez. Zira onunla özdeşleştiği için kahramanın yaşadığı mağduriyette onun bir dahlinin olduğunu kabul etmek istemez.

Ziyadesiyle gecikmiş bir modernleşme sonucunda, yabancı idealler ve evrensel değerler konusunda yetersizliğini kabul etmiş bir toplumun kendisini bir çocuk gibi hissetmesi ve mağdur ama mağrur çocuklarla özdeşleşmesi bir yönüyle yaşadığı temsil krizini aşmasının en kestirme yoludur. Milli bir hedef olarak koyulan muasır medeniyetlere ulaşma arzusu ve bu konuda hissedilen yetersizlik, tıpkı bir çocuğun fiziksel ve zihinsel melekelerinin üstünde bir işi yapamamasından hissettiği yetersizliği akla getirir. Bu yetersizliğin bir adım sonrasıysa değersizlik çukurudur. Ancak bir çocuk, naifliğiyle, geç kalmışlığıyla, gayret etse de yapamayışıyla dışarıdan bakan da değersizlik değil, tam tersine yoğun bir şefkat ve anlayış uyandırır. Bu şefkatin altında sadece çocuğun üstesinden gelemediği işlere karşı gösterdiği çabayı takdir yoktur, aynı zamanda onun gelecekteki potansiyel başarılarına karşı erken bir alkış da vardır.

Bu pencereden bakıldığında, acıların çocuğunun ya da taşradan kente göçün son temsilcisi ve artık küçük olmayan Emrah’ın acılı hamburger yediği reklam bambaşka bir sonucun göstergesidir. Askeri darbe sonrasında yeniden kendini mağdur ve kudretsiz hisseden bir topluma, 80’lerin ortalarında piyasaya çıkmış bir çocuk şarkıcının, döneminde gişe rekorları kırmış Boynu Bükükler filminin çocuk kahramanının o tanıdık masum çocuk imgesini sunduktan sonraki değişimi bambaşka bir şey söylüyordu. Beklenen potansiyel başarılar yerine, toplumda ya da yeni kuşakta başarı anlayışının en azından artık kolektif olmadığının, dolayısıyla masumiyetin ve mağduriyetin değil, küresel sistemde kısa yoldan köşe dönmenin takdir edildiğini anlatıyordu…

Çocukların kurtarıcı olduğu tüm Yeşilçam filmlerinde, haksızlığa uğramış bu küçük çocuklar sadece hayatla mücadele etmezler, aynı zamanda ebeveynlerini de kurtarırlar. Bizler onları izlerken ve o çocuklarla özdeşleşirken, onlar kadar güçlü, bilge ve fedakâr olduğumuza inanırız. Hem kurtarıcı hem kurtarılan olduğumuzu biliriz. Bugün arabesk dozu fazla olsa da o son çocuk kahramanlardan biri umursamaz bir edayla hamburgerini yemeye devam ederken geçmişte aldatıldığımız gibi bir duyguya kapılmaktansa, önümüzde cereyan eden ve belki de kaçırdığımız çok daha büyük bir şeyin farkına varırız: Bizler belki büyümemişizdir hâlâ, kendi çocuk bırakılmışlığımızı ve sakar gülünçlüğümüzü sevmek istiyoruzdur hâlâ, ancak hayallerimiz çoktan yaşlanmış ve belki de çoktan ölmüştür. Cismen büyük ama gerçekte küçük bedenlerde hayalsiz kalmışızdır.