1957: Istanbul’dan Ne Haber / 2022: Rant ve talan devam ediyor

"Aziz Nesin, 1958’de, İstanbul’a eşsiz bir güzellik katan ve neredeyse bu şehri, benzeri diğer kadim şehirlerden ayırt eden denizi (Boğaziçi’ni), inşaat faaliyetlerinin duracağı mecburi bir son nokta, dolayısıyla bir sığınak olarak da görür. Oysa şimdi görüyor ve yaşıyoruz ki, denizler de rantın sahası ve inşaat şantiyelerine dönüştürülmüştür."

11 Ağustos 2022 11:53

Günümüzde artık çığırından çıkmış kentsel dönüşüm veya kenti dönüştürme faaliyetlerinin, özellikle İstanbul’da bir idareci tutkusuyla rant yaratma, dağıtma ve paylaştırma ekonomisi haline geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durumun izlerini ve belki köklerini aramak giderek beyhude bir gayret olsa da, Aziz Nesin’in Istanbul’dan Ne Haber isimli kitabı vasıtasıyla hafıza tazelemenin yerinde olacağı kanaatindeyim. Demokrat Parti’nin (DP) İstanbul’u imar etme girişimleri hakkında oldukça fazla çalışma yapıldı. Yıkım ve düzenleme, yıkarak düzenleme bu girişimlerin özünü anlatan bir kalıp, bir ifade değil midir? Şehri şantiyeye, hem de dev bir şantiyeye çevirmek... Şantiye hercümercini şehir yaşantısının vazgeçilmez bir hali durumuna getirmek... DP’nin imar faaliyetlerinin “eski” İstanbul mahallelerinde, mahalle yaşantısında, “şehrin dokusunda” nasıl etkileri olduğunu Aziz Nesin basit ve basitliği nispetinde kuvvetli bir hiciv duygusuyla anlatır.

Mahalleler cadde açmak için yıkılır. 1950’lere kadar aşina olunan ve Osmanlı’dan bakiye bir yaşantı “şehri imar etme” adı altında değişir. “Şehrin her yanında sabahtan akşama kadar kazmalar, kürekler, motorlu araçlar durmadan işliyor. Geceleri de gümbür gümbür dinamitler patlıyor. Yıkıcılık sürüp gidiyor.” Burada Aziz Nesin’in itiraz ettiği temel iki husus var: İlki plansızlık, programsızlık:

“Çoğumuz doğru dürüst ‘program’ demesini bile bilmiyoruz. (...) Sen ne dersen de (...) Istanbul yıkılıyor. Bir çirkinlik yıkıldığında arkasından güzel bişey çıkacak diye bekliyorsun. Arkadan daha çirkini sırıtıyor.”

Yıllardır durduğu sokakta, kuşaklar boyu “bir” ailenin evi olmuş binalar yıkılabilir, dönüştürülebilir, “istimlak edilebilir” metalara dönüştü. İnsanların yaşadıkları yerleri yıkması, kazma kürek saldırması, iş makineleri ve kamyonlarla komşu olması bir devlet politikası, kalkınma hamlesi haline getirilmedi mi? Birilerinin yıkım olarak gördüğü, başkaları tarafından imar programıydı; birilerinin metalaşma düzeni olarak gördüğü, başkaları tarafından serbest piyasa şartlarıydı; birilerinin sahte ve meta düzenine terk edilmiş sosyalleşmeler olarak gördüğü, başkaları tarafından “hür dünyaya”, özellikle “Amerika”ya yakınlaşmanın gereğiydi. Bugün, DP ve daha sonra gelen hükümetlerin başladığı, yaptığı imar faaliyetlerinin tamamlandığı; 1950’lerde açılan caddelerin şehrin ana arterleri olduğu; yıkılan evlerin yerine yapılan apartmanların birkaç kere daha yıkılarak yerine yeni apartmanların yapıldığı; dolayısıyla Aziz Nesin’in itiraz ettiği durumun hayatını yaşıyoruz. Mesela apartman...

“Dedelerimiz bazı caddeleri ağaçlarla yeşertip gölgelendirmişler ha? Ne münasebet efendim! Ağaç ormanda olur.”

Şehrin eski ahşap, kâgir ama muhakkak bahçeli evlerinden Harbiye’de, Şişli’de, Bağdat Caddesi civarlarında yapılan apartmanlarına taşınmak kültürel değişime de taşınmak arzusunu, hatta en çok bu arzuyu taşır.

“Kızla oğlan apartmana taşındık diye artık arkadaşlarını eve davet ediyorlar. Eski eve utanır da kimseyi çağırmazlardı.”

İkinci husus, oluşturulan bu rant düzenine, kalkınma hamlelerine rağmen (belki de yüzden) ortaya çıkan yoksulluğa dair... Aziz Nesin, İstanbul’un değişimine değil, talan edilmesine, siyasi ve iktisadi nedenlerle toplumsal hayatın mecburi değişimine (“tarihin akışına”) değil, bu değişimin neticesinde yoksullaşan, aşina oldukları hayatı kaybeden insanların sahipsiz bırakılmalarına itiraz ediyor. Bu itirazı kuvvetli kılan mühim bir taraf var: Sahipsiz ve çaresiz insanların yanında durmak. Acıklı ve bıktırıcı bir tekerrürün eseri olarak, yoksulluğu görmezden gelen, en basit tabiriyle “tuhaf” diyebileceğimiz bir idareci tavrı bu itirazda temel teşkil ediyor. Öyle ki, yoksullar yoksul olduklarını kanıtlamak zorundalar sanki...

“Yeni yeni şikâyetler… ‘Halkın ucuzca gıdalandığı Vita yağı da piyasada bulunmaz oldu.’ Ne biçim laf bu! ‘Ucuzca gıdalanmak’ ne demekmiş? Ucuz gıda arayanların ne işi var Istanbul’da? Parazitler diyarı değil, milyonerler yatağı burası!”

Türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışan insanların girdiği kuyruklar, bir tekerrürü hatırlatmak için sanki altmış yıl öncesinden ses veriyorlar:

“‘Demokrasi nedir?’ diye sorulsa ‘Demokrasi kuyruktur’ derim ben. Elinde bir büyükten kartın yoksa, tavsiye mektubun yoksa, ilçe başkanı, ilçe başkanının tanıdığı, tanıdığının tanıdığı değilsen, kim olursan ol ille kuyruğa gireceksin. İşte demokrasi diye ben buna derim!”

Aziz Nesin’in kitaptaki yazıları yazdığı yıllarda (1957-1958) bugünkü tabirle “derin” olmayan ama insanların sürekli hissettiği ve acısını çektiği yoksulluk şehre yayılmıştır. Et yok, kahve yok, şeker yok, ilaç yok. Ama çok aşina olduğumuz şekilde idareci kibri bolca mevcut... Eleştirilmeyi adeta küfre yakın addeden ve güç sarhoşluğuna pek kolay dönüşen bir siyasi tavır… Bu tavır her meseleyi millete, dolayısıyla kendisine yönelen sinsi bir planın parçası görür. DP’nin özellikle son iktidar yıllarında bu tutumun daha da belirginleştiği yaygın bir kanaat değil midir?

“Istanbul’da karaborsa alabildiğine şahlanıyor. Yiyecek, giyecek fiyatları ateş pahasına yükseldi ve durmadan yükseliyor. Piyasada aranan en gerekli şeylerin birçoğu, pek çoğu bulunamıyor. Doktor reçeteleri eczanelerden geri çevriliyor. Kahvenin, çayın tadını unuttuğumuz için yokluğunun sıkıntısını da duymaz olduk. Kuru fasulye etiketinin üstündeki 400 rakamı karşısında kahveyi kim düşünür!”

Peki bu fahiş fiyat artışlarına çözüm olarak ne sunulur? “Kontroller sıklaştırılacak, piyasada suç işleyenler ağır cezalara çarptırılacak!” Tesadüfün böylesiyle ancak demokrasilerde karşılaşılmaz mı!

Bu duruma eşlik eden, edebiyat ve sinemanın mühim karakterlerinden biri haline dönüşen bir zümreyi de anmadan geçemez tabii Aziz Nesin. İmar ve inşaat faaliyetlerinden, karaborsacılıktan, iktidara yakın olmanın, durmanın getirdiği siyasi avantajlardan yararlanarak zenginleşenler...

“Ne bezik partileri, ne ‘five o’clock tea’ dedikoduları, ne mevsim sonu baloları, ne sergiler, hatta kendilerini sosyal hizmete vakfeden güzel hanımların hayır kurumları yararına balo biletleri satmaları onları [yüksek sosyete] can sıkıntısından kurtarabiliyordu.”

Bazen de hicvine öfke karışarak anlatır bu zümreyi:

“Herifçioğlu zengin... (Böylelerine adam değil herif denir, hatta herif-i nâ-şerif denir.) Istanbul’un en güzel yeri Feneryolu’nda, Göztepe’de, Çiftehavuzlar’da, Suadiye’de villa yaptırmış, apartman almış. Evinde pikabı, Amerikan barı, diskoteği, her türlü konforu, çağımızın konutları için her türlü teknik aracı var. Gelgelelim bütün dışkısını, fışkısını bahçeye, bahçeden de sokağa salar.”

Aziz Nesin, Istanbul'dan Ne Haber'deki yazılarını kaleme aldığı zaman (1958). Fotoğraf: https://nesin.org/

***

Unutmamak gerekir ki, bu yazıların yazıldığı dönemdeki (1950’lerin sonu) şehir görüntüsü, panoraması 1900’lerin, yani yüzyıl başından çok da farklı değildir. İstanbul’un tüm çehresini başka bir hale büründürecek Boğaz köprülerinin ilki bile yapılmamıştır (Şimdiki halde üç köprünün bulunduğunu belirtmeden geçmeyelim). Ama dedikodusu boldur:

“(...) Köprünün ayakları Sarayburnu-Karaköy’e mi atılacak, Bebek sırtlarıyla Beylerbeyi sırtlarına mı atılacak? ‘Köprü ayakları şuraya atılacak’ diye her haber çıkışında, ordaki arsaların fiyatı yüz bine fırladı.”

Demek üzücü lakin şaşırtıcı olmayan bir tesadüfle (!) daha karşı karşıyayız. Fiyat artışlarını sağlayan bu düzenekten önceden haberdar olanların kimler olduğunu tahmin etmek zor olmadığı gibi, bu şebekeye dahil olmak için türlü kılıklara giren insanların da nasıl çürüdüklerini ve çürüttüklerini, böylelikle rant elde etme iştahının kokularıyla toplumun piyasacılığa yanaşıp yapıştığını tahmin etmek de mümkün.

Böylelikle bu peyzajın “imar”, “eser”, “kalkınma” kavramlarının yüklendiği (belki de sakladığı) cazibeli anlamlarla İstanbul’u rantın talanına hevesle emanet eden siyasi tavır ve zihniyete (“sağ”) itiraz etmek kamucu ve “sol” bir alanı açıyordu. “Eser ve hizmet” siyasetinin, DP’den devraldığını iddia ettiği ekonomik politikalara ve şehircilik anlayışına karşı tutum alıp itiraz edenlere yönelik yüksek perdeden söylediği “Bunlar istemezükcüler!” kinayesi halen gayet kullanışlı bir siyasal propaganda değil midir?

Mesela Aziz Nesin, 1958’de, İstanbul’a eşsiz bir güzellik katan ve neredeyse bu şehri, benzeri diğer kadim şehirlerden ayırt eden denizi (Boğaziçi’ni), inşaat faaliyetlerinin duracağı mecburi bir son nokta, dolayısıyla bir sığınak olarak da görür:

“Bereket Istanbul’un çevresi deniz. (…) Yıka yıka kazmanın ucu denize dayanınca ‘Şükür, bitti!’ deniyor. İyi ki denizin üstüne bişey yapıp çirkinleştirememişiz.”

Oysa şimdi görüyor ve yaşıyoruz ki, denizler de rantın sahası ve inşaat şantiyelerine dönüştürülmüştür. AKP hükümetinin, Kanal İstanbul ısrarı düşünüldüğünde Aziz Nesin’in “şükür” dediği şeyin de kaybını tespit etmek mümkün... Hatta 27 Mayıs darbesinin ardından DP ileri gelenlerinin yargılandığı Yassıada’nın (hem de bizzat bu darbeye ve yargılamalara karşı takındığı siyasi tutumu sürekli vurgulayan ve DP’nin, özellikle Adnan Menderes’in siyasal vârisleri olduğunu söyleyen AKP zamanında) ne hale geldiğini düşünürsek... (Ki bu çevre ve tarih katliamı Yassıada projesinin iktisaden ne kadar kârsız bir girişim olduğunu da vurgulamak gerekir.)

Yıkmanın, yıkarak yenilemenin aynı zamanda gündelik dil ve alışkanlıkları da değiştirdiğini, hatta mübalağa ederek söylenirse temelinden sarstığını şu bölümde görebiliriz:

“Bizim çocukluğumuzda bir saray düşmanlığı vardı. Dilimizde saraylardan kala kala bir Aksaray kalmıştı, onun da saraylığı kalmamıştı. Gel zaman git zaman her şey tersine döndü ya, bizde de saray merakıdır başladı. Spor salonu yapılıyor, adı ‘spor sarayı’... Sergi yapısının adı ‘sergi sarayı’. Gazeteciler Cemiyeti yeni yaptırdığı yapısına ‘basın evi’ diyememiş, ‘Basın Sarayı’ demiş. Han yaptırıyorlar, adı saray. Apartman yaptırıyorlar, adı saray. Otelin adı saray, gazinonun adı saray... Elinizi sallasanız saraya değecek. Başımızı sokacak bir dam altı bulamadığımız şu koca Istanbul’da saraydan geçilmiyor.”

Bu paragraf günümüze uyarlansa, “adapte edilse” Aziz Nesin’in verdiği örnekleri çoğaltacak ne çok “saray” eklenir. Demek iktisadi ve sosyal değişimler dili de değiştiriyor. Saray kelimesinin verdiği ve yaydığı anlam katmanlarını sahiplenen, sahiplendikçe bu anlamdan taşan zenginlik, azamet, ihtişam gibi kuvvetli başka kelimelerin gölgesine girmeye çalışan insanlarla 60-70 yıl önce de karşılaşılıyormuş. Ama zannederim bu saray bahsinde en güzeli (!) adalet’i saraya yapıştırmak, yakıştırmak olsa gerek. Adalet sarayı tamlamasında birbiriyle çelişen ve çekişen iki kelimeyi yan yana getirerek özellikle “adalet” fikrinden kaçış, “adalet”i kısıtlama niyeti yok mu? Adalet, Fransız Devrimi’nden beri okuyup anladığımız üzere saray’ı yıkarak, saray’dan çıkarılarak tesis ediliyor. Saray, adalet’in önündeki mühim bir engel...

Yıkılan ve yapılan Istanbul: Solda, Yedikule yolu (1950'lerin sonu), sağda Ataşehir (2020'ler)

***

Bir süreklilikten DP uygulamalarını ve siyasetini sahiplenen; özellikle Adnan Menderes’e hususi vurgu ve övgüler yaparak sahiplenen; şehri neredeyse denetimsiz bir rant üssüne çevirerek iktisadi gelişmenin sağlanacağını savunan; şehri yıkarak, şantiyeye çevirerek ortaya çıkan değişimi şevkle destekleyen bir gelenekten bahsetmek mümkün. Ancak bu sürekliliğin karşısında ısrarla duran (durabilen), şehri “şantiye cengâverlerine” karşı savunan, bu ekonomik kalkınma uygulamalarını rant ve talan düzeni olarak tarif edip ecdat yadigârlarını muhafaza eden bir itiraz geleneği de var.

***

İki tane ilave yapmak yazının muhteviyatını diri tutmak ve yazıyı sonlandırmak için pek uygun düşecektir.

İlki Refik Halid Karay’ın 1958’de yazdığı “Bir Mescidin Âkıbeti Münasebetiyle” unvanlı yazısından... DP’nin imar faaliyetlerinin gazabından kurtulamayan ve “akıbeti” belirsiz olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii veya daha bilinen ismiyle Karaköy Camii... Karay’ın yorumu şöyle:

“Karaköy Meydanının daha da genişletilmesi münasebetiyle meydanın bir tarafında bulunan acayip şekilli küçük mescidin ortadan kalkacağına hiç de üzülmediğimi gizleyecek kadar samimiyetsiz değilim. (...) Gazetelerden öğrendiğimize göre mezkûr mescit parça parça numaralanıp sökülerek ve civarda başka bir yere [Kınalıada olduğu rivayeti vardır] itina ve dikkatle, sanki estetik bir güzelliği yahut tarihi kıymeti yahut da mimari bir ehemmiyeti varmışcasına naklolunacakmış! Yanlış bir düşünce bu...”

Aziz Nesin ile aynı tarihlerde, aynı şehirde ve aynı imar faaliyetinin içinden başka bir ses... Karay’ın yanlış olduğunu iddia ettiği nakil işlemi hiç gerçekleşmedi ve bir kıymet bile biçmediği cami kayboldu. İmar faaliyetinden memnun, İstanbul’un hızlı değişiminden kâh alenen kâh örtük olarak memnuniyet duyan ve işleyen rant ve talan mekanizmasından hiç bahsetmeyen bir başka tavır...

İkinci ilave de şaşırtıcı, hatta ürpertici bir benzerlik olmalı. Aziz Nesin diyor ki: “Istanbul’da iki şeyden konuşuluyor: biri seçim, biri de Asya Gribi.”

Bugün de ilki aynen ve ikincisi de koronavirüs olarak konuşulmuyor mu?

 

GİRİŞ RESMİ:

Vatan Caddesinin açılmasından önce yapılan yıkımlar (1956-1957).