“... 2015”

Yekta Kopan, Figen Şakacı, Behçet Çelik, Nermin Yıldırım, Hakan Bıçakcı, İlhami Algör, Hikmet Hükümenoğlu ve Bora Abdo'dan 2015 yılına mektup var

29 Aralık 2015 13:00

Yekta Kopan: Okkalı bir küfürle uğurluyorum seni. Tutarsızlığımı, yaşattıklarına say!

Gözümün nuru 2015;

Bak, sana hala gözümün nuru diyorum. Üzdün, acıttın ama yine de seninle kötü olmaya niyetim yok. Zamana sayılar üstünden bakan, duygusal anlamlar yükleyen, bir günden öbür güne geçince her şeyin değişeceğine inanlardan değilim çünkü. Sen gittin 2016 gelecek, bir rakamın değişmesi değiştirmeyecek yaşananları.

Geçmişimiz de, geleceğimiz de gözümüzün nuru. 

Sen sadece kötü bir dünyanın adı oldun 2015. Her geçen saniyede daha da acımasızlaşan, eline yüzüne kadınların-çocukların kanını bulaştıran bir dünyanın adı oldun. “Şu lanetli yıl bir geçse,” dedi insanlar, suçu kendilerinde değil sende arayarak. Yüzleşmeye-hesaplaşmaya cesareti olmayan zavallı insanlık, ağzından salyalar saçmaya devam ederken, sen “tu kaka” oldun. Onlarca ölümün, savaşın, cinayetin, hırslı cümlenin, kibirli sıfatın, iktidar yalakasının canlı yayınında kimimiz kameraman olduk, kimimiz ışık şefi. Her gün bir daha, her gün daha kanlı bir sahnenin çekimini yaptık hep birlikte. Kimsenin eli temiz değil. Kandırmayalım kendimizi. Onlar öldüler, biz öldürdük, suçu da sana attık ah zavallı.

Dediler ki, bir mektup yaz 2015’e. Herkesin derdi var. Dertleri sana yüklemek için aracı seçtiler beni. Okur musun bu mektubu ya da ciddiye alır mısın bilmem. Ama derdim, yıllarla-zamanla, insanın eliyle belirlenmiş takvimle değil. Senden sonrası daha iyi olmayacak. Çünkü geçmişimiz de insandı, geleceğimiz de insan.

Kişisel tarihine, senin dört rakamını eklemiş bütün insanlar, utançla ve kanla yaşamaya devam edecek. Nereden biliyorsun dersen, ben de onlardan biriyim.

Gözümün nuru dedim sana. Dedim demesine ama öyle kolay bırakacağımı da sanma. Sevmeyi de bilirim, dövmeyi de. Okkalı bir küfürle uğurluyorum seni. Tutarsızlığımı, yaşattıklarına say!

Figen Şakacı: Edi Besê

Ulan 2015! Biliyorum hiçbir mektuba böyle başlanmaz ama arkandan konuşacağıma yüzüne söyleyim: Allahından bul e mi 2015! Ama diyeceksin ki kimin Allah’ından bahsediyorsun? Kafa kesenlerin Allah’ından mı, Ankara katliamı sonrası tekbirle tebrikin birbirine karıştığı Allah’tan mı yoksa kulla arasına girilmekten korkulan analarımızın Allahı’ndan mı? Boşuna kıvırma, anladın sen onu!

Heyula gibi çöktün üzerimize insafsız! Birdenbire değil yavaş yavaş delirttin! Ne Aylan’ın kumsala yüzükoyun serili, avucum kadar bedeni gidiyor gözümün önünden, ne Özgecan Aslan’ın, Dilek Doğan’ın içime işleyen bakışları, ne Cemile’nin buzluktaki bedeni, ne Hacı Birlik’in, Kevser Eltürk’ün sokakta sürüklenen cesedi… Ne Suruç’ta halaya durmuş gepegençlerin katlini hazmedebiliyorum ne Diyarbakır’da yitirdiklerimizi… Ne Ankara’da patlayıp evimin tam ortasına düşen bombanın tesiri geçti ne Paris’teki. Nasılsın sorusuna verecek bir tek iyi cevap bırakmadın kimsede! Utanmadan giderayak cânım Tahir Elçi’yi de aldın aramızdan. O da yetmedi, hapishanedeki onca gazetecinin arasına Erdem Gül’le Can Dündar’ı da kattın. 

Her yılbaşı öncesi Roboski’de yitirdiklerimizin acısına, taverna müzikleri, kuşlara renkli zehirler saçan hava fişekleri eşlik edip beni daha çok utandıracaksa sen git 2015! Zalimlerin yüzyıldır değişmeyen kafası, seneye de tesbih tanesi gibi ölü rakamları dizecekse önümüze, şehirlere, ilçelere bombalar yağarken, biz sadece iki twit atıp, facebookta birkaç haber paylaşıp, sağ kalmanın suçluluğuyla basın açıklaması falan yapıp, sonra gaz yiyip kaçışacaksak, gelen yıla “yeni” demeye kimin yüzü tutar bilmem ki! Noel Baba bile memleketteki iç savaşı görse, heybesini bırakıp kaçar! Diyeceğim bu kanlı tarihimiz, artık kimsenin talihi olmasın! Sen git de iyilik gelsin, barış gelsin. EDİ BESE!

Behçet Çelik: Kimlerin dostumuz olmadığına aklımız daha çok eriyor bu yılın sonunda

İyi yanından bakalım. Eğitici bir yıl oldun. Çok şey öğrendik sayende. Devletin ne olduğunu, devletlû olmanın da… 100 yıl önce üzerinde bina edildiği soykırımı inkâr daha zorlaştı mesela, hayır, yüzüncü yıl nedeniyle yapılan etkinlikleri, söylenen sözleri kast etmiyorum, yüz yıl sonra şehirleri topa tutan gücün neleri gözetip nelerden, kimlerden ne kadar çabuk vazgeçebildiğini gördükten sonra, “Yok canım, olmamıştır o bahsettikleriniz,” denmesi çok kolay değil. İspatı gözümüzün önünde cereyan ediyor.

Sözle hayat arasındaki uçurumun devasalığının farkına vardık. Kanunlarda yazan, ağızlardan düşmeyen, “İnsan hak ve özgürlüklerine saygılı, sosyal hukuk devleti” söz kalıbının içinin nasıl da bomboş olduğunu gördük. Sözün dalavere aracına indirgendiğine, sözün gözbağcılığına hizmet ettiğine tanık olduk. Otuz üç gencin katledilmesinin çok önceden planlanmış başka katliamlara araç kılındığına, “Terörle mücadele ediyoruz” diyenlerin yüz canın katledildiği patlamanın ardından yaralılara yardım etmeye çalışanlara gaz sıktığına, “millet iradesi”nin bütün milleti kapsamadığına… 

Gözümüz daha açık artık. Kimlerin dostumuz olmadığına aklımız daha çok eriyor bu yılın sonunda. İnsanların linç edildiği Eylül’ün ilk günlerinde kafasını kuma gömenleri, başkalarının yaşam hakkını hiçe sayıp insan avına düşenlerin “duyarlıkları”nı anlamamızdan dem vuranları unutacağımızı sanmıyorum.

Barışın değerini anladık. Evet, çatışmasızlığın barış olmadığını ama insanların konuşabilmesi ve birbirlerine kulak kesilebilmesi için silahların mutlaka susması gerektiğini, top tüfek patırtısının barış isteyenlerin seslerini bastırdığını bir kez daha kavradık. Bedeli ağır oldu. Savaş zamanlarında en önce barış elçilerinin kurşunlandığı çıkmış aklımızdan, acıyla kahrolarak belledik bunu yeniden. Barış elçilerinin en temizlerinden biri hedef gösterildiğinde, ona sahip çıkıyormuş gibi yapanların şerhler, çekinceler koyarak savaşın ateşine (ve onun katline) çalı çırpı taşıdığını unutmamamız gerektiğini –unutmaya pek meyyal– hafızamıza kazımaya çalıştık. Savaş sürerken, insanlar acımasızca öldürülürken söylenecek sözün daha açık seçik, daha dolaysız olması gerektiğini utanarak hatırladık.

Zamanın acımasızlığını, durup ince şeyleri anlamaya pek vaktimiz olmadığını, yeryüzündeki geçici yerleşikliğimizin çekip gitmeyi de içerdiğini, o iyi insanlar o güzel atlarına binip gittiğinde bir kez daha gördük.

Nermin Yıldırım: Ateşe ilk atılanlar oldu hep yangından ilk kurtaracaklarını söyledikleri

Sevgili sabık sene; 

Açıkçası sana biraz kırgınım. Kendimi aldatılmış, kandırılmış filan hissediyorum sanırım. Çünkü böyle anlaşmamıştık.

Şahsen ben üstüme düşeni yapıp, kendimce neşeli bir biçimde başladım seninle olan ilişkime. Çocukluğumdan beri yeni yıla nasıl girersem öyle geçeceğine inananlardanım. Bu yüzden sırf seni layığıyla karşılayabilmek için, züppelik edip kalktım 31 Aralık’ta sevdiğim bir şehre gittim. Ama dönüşümün hemen ertesinde tam da o şehirde bir karikatür dergisini taradılar, öldürdüler insanları. Üstelik oradayken kaldığım semtte oldu bu. Seni mutlu mesut karşılayabilmek için yürüdüğüm yolları kana buladılar. 

Velhasıl, ben sana ölülerle başladım. Birkaç gün sonra da bir arkadaşımın kendi canına kıydığının haberini aldım. Dünya ağrısı ağır gelmiş, öyle dediler. Açıkçası tam da o noktada artık senden hayır gelmeyeceğini anladım ama... gene de inanmaktan, umut etmekten vazgeçmemeye çalıştım. Bu düşer çünkü hayatta kalana. 

Bir kere terk edildi diye artık hep terk edilen çocuklar gibi büyüdük sonra biz seninle. Çocukluğumuzu aydınlatan en güneşli yüzler, bir bir gölgelere karıştı. Ecele elbet isyan etmedik. Ecelden fecileriyle, hem de çok fecileriyle terbiye edilmiştik. Bombalar, katliamlar, sokağa çıkma yasağına takılıp dört duvar arasında yakılan ağıtlar... Hepsini gördük biz seninle. 

Çocuklara oyuncak taşıyan başka çocukları öldürdüler mesela. Kapısının önünde oynarken devlet dersine kurban edilen Cemile’nin cenazesini kokmasın diye buzlukta sakladı annesi. Dört mevsimiyle iftihar eden biricik ülkemizin iklimi toptan değişti; bütün mevsimler kendilerini katliama devşirdi. Soğuk, çok soğuk bir seneydi. Niceleri Nuh'un kartopu gibi kayıp gitti elimizden. En çok kadınları ve çocukları öldürdüler. Ateşe ilk atılanlar oldu hep yangından ilk kurtaracaklarını söyledikleri...

Yaşarken yanında durmayı beceremediklerimizle öldüklerinde tanıştık. Her birinin bizim yerimize düştüğünü bilmenin dehşetiyle ayakta durmaya çalıştık. Bir yerden sonra ömür abaküsünde dizili rengârenk boncukları saymayı bıraktık da, gidenin arkasından bakakalmanın utancını bırakamadık.  

Ankara Katliamı sırasında bir yazar programı kapsamında Şanghay’daydım ben.  Ölmedim. Hayatta kalmak bile utanç vesilesi olabilirmiş, bunu öğrendim. Programdaki yazarlardan biri, bir Fransız, acımı paylaşmak için bir mail atmıştı. Öyle öfkeli ve yalnız hissediyordum ki kendimi, teşekkürüme bir de sinsilik iliştirmiştim: “Sağ ol ama ne hissettiğimi asla anlayamayacaksın. Ben coğrafyamın kaderini yaşıyorum; sense sevgili mon cher, bir Fransızsın. Senin Paris’inde, bir günde 100 masumu öldürmeyecekler mesela asla.” Bir dönem sosyal medyada çokça mavrası dönen o veledin videosu gibi bir maildi benimkisi; özetle şöyle diyordum; bu benim acım, sen “anlayamazsın!”

Bir ay sonra, bir gecede çok kişiyi öldürdüler Paris’te. Sadece Bataclan’da 100‘den fazla genç vardı. Kendimi o Fransız yazara, onun bana bir ay evvel yazdığı baş sağlığı mailinin çok benzerini yazarken bulduğum geceyi hatırlıyorum şimdi. Utanıyordum ve içimden dehşetle tekrarlıyordum; hayat, sen ne acısın!

Sevgili 2015; benim karanlık, sabıkalı, sabık yılım, söyleyecek çok şey var ama boş ver be! Zaten seni düşününce unutmak istediklerimin hatırlamak istediklerimden fazla olduğunu görüyorum şimdi. Ama tek bir sözcük seçmem gerekseydi sana ve kendime hatırlatmak için, en güzelini seçerdim yine de. Bütün sözlüklerin en güzel kelimesini, şefkati. Belki de her şeyi bir yana bırakıp bir tek onu hatırlamalı insan ve yaşadıkça da unutmamayı ummalı.

Bir de umut taşımalı tabii her daim. Neticede her şeye rağmen yarına inanmayı becermektir bazen hayatta kalanın en büyük ödevi. İnlemeye de benzese bazen sesi, insan bunu hep tekrar etmeli. 

Bu yüzden şimdi ben de “Sevgili gelecek, ben hazırım” diye haykırmak istiyorum, tıpkı Çilem gibi. 

Hakan Bıçakcı: Unutulmayacak bir yıl 2015

2015’te güzel bir şey olmadı. Kendisinden olmayana tahammülü olamayanların yıldızının parladığı yıllara bir yenisi eklendi sadece. Topluca biraz daha yozlaştık. Yozlaşmanın doğası gereği, bundan herkes nasibini aldı. Evrensel olarak kötülüğü kabul edilmiş kavramların, o kadar da kötü şeyler olmadığına ikna olma yolunda yepyeni ve emin adımlar attık 2015’te. Biraz daha duyarsızlaştık. Ölümlere, bombalara, katliamlara, adına “kadın cinayeti” denen erkek cinayetlerine... Duyarsızlaşmanın doğası gereği, kimse bunun farkına varmadı. 

2015 kötü, korkunç, hatırlanmaya değmeyecek aksine unutmak isteyeceğimiz ayrıntılarla dolu bir yıl oldu. Ama tam da bu yüzden hatırlayacağız. Her ayrıntısıyla… Hatırlatacağız.  

İlhami Algör: Kusura bakma 2015

Ben, Mayıs 2014’e takılı kaldım. Arz edeyim.

Genç bir adam, liseyi İmam Hatip’te okumuş, İngiltere’de Uluslararası İlişkiler doktorası yapmış. Gelmiş evlenmiş. Nikah şahitleri Bozdağ ve Davutoğlu. Davetliler arasında bakanlar var. Beyefendi’nin oğlu ve kızı da orada.

AKP, makale yarışması açmış. Genç adam, “Türkiye kendi medeniyet havzasının merkez aktörü olacağına, Batı medeniyet havzasının çevre ükesi olmaya razı oldu” fikrinde bir makale ile katılmış. Kazanmış. İş bulmuş. Başbakan Özel Kalem Müdür Yardımcılığı. Ege’de bir maden faciası, 301 adam ölmüş. Meğer ki maden bir kara tabut imiş. Aileleri perişan. Acı çekiyorlar. Öfkeliler. Çünkü herkes biliyor ki, hak aramak, savunmak... O da ne ki?

Beyefendi –o zamanlar henüz başbakan-, kalkmış bölgeye gelmiş. Hani, “Acaba durumu nasıl toplarız, ben oradan bir konuşayım” diye gelmiş. Özel Kalem takımı da ardında.

O esnada, babası madende can vermiş çok genç bir kadın, hatta henüz çocuk, eleştiri mahiyetinde bir cümle sarf etmiş. Bu cümle ile Beyefendi derin incinmiş, ortalık karışmış. O karışıklıkta bir madenci, adı Erdal, başbakanın arabasına tekme atmış. Özel harekat polisleri tutup  yere yatırmışlar Erdal’ı.

Özel Kalem Müdür Yardımcısı, imam hatip okumuş, frenk elinden doktorası var, nezih bir sosyal çevreye sahip, “düşene bir de sen vur” prensibince eğitilmiş olsa gerek ki, bakmış Erdal yerde yatıyor, basmış tekmeyi: Bir, iki, üç... Dört diyen de var.

Tekmeyi dünya görmüş. Biz, buradakiler kalbimiz ile gördük. Ben o sebepten 2014’e takılı kaldım. Biri akıl vermiş: “Doktora git, ‘saldırıya uğradım’ de, 7 günlük ‘iş göremez’ raporu al, başbakan yardımcısı veya akp sözcüsü raporu ekrandan sallayarak seni savunur. Birinin cep telefonundan bir görüntü çıkana kadar böyle idare ederiz.”

Öyle de yapmışlar. Yeni görüntüler ile yalan ortaya çıkmış. Raporu veren doktorun 6 yaşındaki çocuğu, “Baba sen sahteci misin,” demiş.

Erdal’ın eşi, 2015’te durumlarını özetlemiş:
“Eşim şu anda hamallık yapıyor. (Erdal’ın tekmelediği araba ile ilgili) Cezayı ödeyecek gücümüz yok; ama kesinleşirse ödemekten başka da çaremiz yok. Hem canımız yandı hem de suçlu ilan ediliyoruz. En büyük derdimiz iş; ama kocam Soma’da nereye başvursa kapılar yüzüne kapanıyor, kara listeye almışlar.”

Bu da sana kapak olsun 2015!

 

Hikmet Hükümenoğlu: Önce umudu hak etmek lazım

Öyle berbat bir yıldı ki, adam yerine koymak ve lafa “Sevgili 2015,” diye başlamak istemiyorum.

Yıl sonunda hesapları kapatır, sıralı ve sırasız ölenlerin arkasından hüzünleniriz. Kıymetli insanlar hayatımızdan hep eksilir. Yaşamın temel döngüsüdür bu, kaçış yok. Ancak bu yıl ölenlerden çok, öldürülenlere üzülmek zorunda kaldık. Adlarını sonradan öğrendiğimiz fakat aklımızda tutamadığımız insanların, birer birer, beşer beşer, onar onar gözümüzün önünde öldürülmesine tanık olduk ve hayatımıza devam ettik.

Bu, yaşamın temel döngüsü olmamalı; buna alışabilmek ise katiyen sağlıklı bir şey değil.

Kendi üzüntümüz yetmezmiş gibi, bir de yanıbaşımızdakilerin bu ölümlere sevindiğini gördük ve kahrolduk. Konuşmanın anlamını yitirdiğini gördük ve vazgeçtik. Unutursak kalbimiz kurusun gibi lafların peşine takılanlar oldu; şu anda kalpler yaş mı kuru mu, bilmiyorum. Kıyılarımıza cansız çocuk bedenleri vurdu, ailecek üzülerek izledik. Birkaç slogan ve siyaha boyanmış profil resmi vasıtasıyla vicdan yarıştırdık. Günde üç posta sanal bir duvara bağırıp durduk, kendi sesimizin yankısından mest olduk. Ve hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam ettik.

Biz diyorum ama biz kimiz bilmiyorum. El alışkanlığı işte.

Madem birinci çoğul şahıs ağzımda kum gibi dağılıyor, kendi adıma konuşayım: “Umudumuzu yitirmemek zorundayız,” lafını hiç sevmiyorum. Çünkü kıçımın üzerinde otururken umutlu olmamın kimseye bir faydası yok.

Önce umudu hak etmek lazım. O hak da, “niye dünyayı değiştiremiyorum,” diye küsmek yerine, ufak tefek şeyleri değiştirmeye çalışarak kazanılıyor. Örneğin bir kişiye yardım ederek. Üç kişiyle konuşarak. Beş kişinin kafasını kurcalayacak bir şeyler yazarak.

Kendime not: Kafa kurcalamak iyidir. Gözlere de iyi gelir. 

Bora Abdo: Kendi adıma alfabemi ancak öfkeyle koruyabilirdim

Geçecek ya da geçmiş yıllar; aynı kederi hatırlatır. Aynı sözcük düşer; bağışla. Bu yüzden yazmak, sır tutmaktır. Büyük bir sırrım var ve bağışla. Doğmuş ve sürüne sürüne yaşamış olmak. İki bin on beş, bir önceki, sonra bir, sonra sonraki yıllar, bu aynılığın dayanılmaz zamanı. Yarım ve çürük. Şu an bu metni ya da mektubu yazarken ki gibi de ağır bir yalan. Muhalif olmanın sanırım en olmazsa olmaz özelliğidir yalan. Dile getirmek bile gerçek kılmıyorsa bu ayrıksı yokluğu ve yoksulluğu pencereden mi

 bakmalıyız. Yürüsek. Değil. Yanı başımızda saçından parçalanmaya başlamış, orada bitip tükenmiş bir yüz de görsek, gözü de bilsek yine en anlamlı baktığı yerden çürümeye başlamış, tuttuğu buruşuk derili ve nasırlı bir elden ayırılmış, terli bir kasketin kokusundan uzaklaştırılmış, yani şehirlerde artık mutluluğa ve özgürlüğe ait çoğu sözcüğün yasaklanmış olduğunu bile bile nasıl bir ruh hali karamsarlıktan haince aydınlığa çıkma cesaretini gösterebiliyor göğüs kafesimizin içindeki kaypak kalbe. 
Hadi diyelim kendince attığını sanarak.  
Bir umarı, bir ilacı olsun diye her an birilerine diz çökmeye hazır ve şiddetin tam ortasında kıyılıp bel ağrısıyla su bile içemeyip hayati eylemlerini gerçekleştiremeyen ve bir yerlerde muhtemelen unutulmuş, asla hatırlanmayacak uzun ve güzel kirpikli yüzler; susa susa bir yaranın içinde savaşmaya devam edecekler. Geçen koca yıl, üç yüz altmış beş gün, her saniyesinde bu kirli ve vıcık vıcık samimiyetsizliğiyle en çok da onursuzluğa alıştırdı. 
Kendi adıma alfabemi ancak öfkeyle koruyabilirdim.  Yıllar böyle böyle geçer çünkü. Geçen bir yıla mektup yazmak insanın koca bir umarsızlığıyla baş başa kalması demektir kirli ve soysuz bir kalbin içinde.  Attığını sanarak.
 
İllüstrasyon: Yeşim Paktin