30 Aralık 2023

Şimdi değilse ne zaman, biz değilsek kim?

Türkiye umudu tükenen, iyi bir hayat beklentisi giderek düşen bir ülke. Evet, işler yolunda gitmiyor, evet değiştirmemiz gereken bir sürü "şey" var, ve evet gücümüz yetmiyor. Yine de; bir kez daha ve çok inanarak o "şey"e şans versek olmaz mı? O şey ne mi? Tabii ki umut, her zaman umut! 

Sosyal medyada "2023 nasıl geçti" akımı başlamış. Hani şu kafanızın üzerinde bir tabela dönüyor, onlarca kelime arasından biri şak diye duruyor ve yanıtınızı alıyorsunuz: Çok sevildin, gerçek dostlar buldun, hayaline kavuştun vs… Neon ışıklarıyla dönen bi' dolu şahane cümle. Rastgele kime tıklasam "berbat bir seneydi, unut gitsin" sözünde dondu tabela! Komik olan, oyunu tasarlayanın sağ göstere göstere gelip, aniden sol vurması değil; biz toplu mağdurların "ya ne olacaktı" bakışları maalesef. Gerçekten; ya ne olacaktı? 

İnsanlar, umutla yaşar. Doğum günlerinin, yeni yılların en güzel, en romantik yanı içimize nedensiz doğurduğu bir başlangıç güneşi değil midir? E geçen seneye de bu moralle girdik, ondan öncekine de diyorsunuz ve halimiz ortada olduğundan inanılmaz haklısınız. Sadece son bir yılda başımıza gelenleri en azından on seneye yayabilseydik, bir parça daha tolerasyonlu olurduk sanki. Depremler, krizler, enflasyon, seçimler, kavgalar, öfkeler, küfürler, çatışmalar… Ülkeyi omuzlardan şöyle güzelce bir kavrayıp sarssak? Bir sabah uyansak ve kimseye bozulmadan, üzülmeden, öfkelenmeden en azından bir gün geçirebileceğimiz yeni bir ülkeye uyansak? 

Türkiye'de Kirli Zaman'ın esiri olduk. Aslında Kirli Zaman kendi hayatını boşa sayan insanlar için, kendisine ayırdığı zaman giderek yok olan, kendisini unutanlar için kullanılan bir kavram. Çoğunlukla da çalışma hayatının esirlerine atfediliyor. İşte biz ülkece Kirli Zaman tünelindeyiz. Çoğunluk umutsuz. Çoğunluk kaygılı. Sürekli de bir kavga, bir abukluk… Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan'ın bu seviyede kavga etmiş olmasına acayip bozuldum mesela. "YouTube kanalı açar, her şeyi anlatırım" diye tehdit etmek de nedir? Çünkü yeri YouTube değil, mecra seçimi hatalı. Asgari ücret neden 17 bin 2 TL? 17 bine değil de, 2 TL'ye acayip asabım bozuldu. TFF, Galatasaray ile Fenerbahçe maçı için Suudi Arabistan'a gidecek taraftarları uyarmış, "hurma, kadın anlamına geliyor, satın alırken bu kelimeyi kullanmayın" diye. Alın bu bilgiyi de ne yaparsanız yapın der gibi. Lise müfredatına Türk Aile Yapısı diye bir konu eklemişler birden fazla eş almak falan anlatılıyormuş, ama tarikatları anlatıyor diye Kızıl Goncalar'a kafayı takıyorlar… Cübbeli Ahmet'in dediği gibi; Manyak manyak şeyler! Ülkece kudurduk. Haklıyız. Bu kadar parodinin içinde nasıl aklı selim kalacağız?

Victor Hugo, Sefiller'de şöyle diyor: Yaşantımız, hayallerimizin ete kemiğe bürünmüş halidir. Hayal etmek için de umut lazım. Türkiye'de hayal dünyamızı anlamak için umut araştırmalarına bakalım. İlkokul öğrencilerine umut nedir diye sormuşlar; mutluluktur, vazgeçmemek, çaba göstermektir, başarılı ve çalışkan olmaktır demişler. Gözlerinizden öperim. Sosyal bilimler, umudun kelime anlamını tam olarak böyle tanımlıyor. Öğretilmemiş gerçekliğin içinde mutlu mesut yaşıyor çocuklarımız. Ortaokulda işler değişmeye başlıyor, "hayal" en çok verilen yanıt. Bu birkaç yılda ne oldu diye soruyorsunuz değil mi? Hayat; çalışarak kazanmaktan, hayal evrenine göçtü çünkü. Meğer seçilen öğrenciler sekizinci sınıftalarmış. Önlerinde kapı gibi LGS var, okul birincisi olsan ne yazar, çalışkanlığın yetmiyor, o gün karnın ağrısa gitti bütün emekler. E ne yapsın çocuk; hayal kurmaya başlıyor ve işte işler burada sarpa sarıyor. Geldik liseye. Toparlıyoruz. Umuda çoğu yaşama sevinci demiş. Bazısı sevdiğim kişi ile mutlu bir evlilik diye tarif etmiş. Aşık bunlar, gitti YKS. Bir kısmı da ailemin benimle gurur duyacağı birisi olabilmek demiş. Ahh. Bu aileleri bulalım, Firdevs'in Bihter'e çıkıştığı tonda "aptaal!!" diye bağıralım suratlarına, çocuğunla şimdi ve hemen gurur duysana… 

Üniversiteli gençler mi? Umuda kazanma isteği demişler. Döndük ortaokula.

En güzeli ise, yaşlıların umut ile ilişkisinde. Yaş almanın getirdiği tüm eksilmelere rağmen, hayattan memnuniyetleri en yüksek ve umut dolu kesim onlar. Buna da memnuniyet paradoksu deniliyor. Çünkü çocukken ve yaşlıyken, hayatın sana kattıkları ve senin katabileceklerin bu kadar azken, bu kadar umutlu olman bir çelişkidir diyorlar.  

Bu çelişki üzerine biraz düşünelim. Türkiye'de iyi oluşla ilgili çok çalışma yok, yurt dışındaki çalışmaları okuyup anlamaya çalışabiliriz. İyi oluş için; insanın yaşamı sevmesidir, ne hayal ediyorsan onu yaşarsın, hayat herkese eşit mesafede ve herkese istediğini verir diyorlar. Bunlar dünyalı evet. Biz değiliz. Biz adaletsizlik, nezaketsizlik, düşüncesizlik, kavga, kıyamet, öfke, sinir ve sataşmanın hüküm sürdüğü başka bir gezegende yaşıyoruz o halde diyorsanız, siz de haklısınız. Umut gibi, umutsuzluk da bir seçimdir. Evet paramız yok, evet huzurumuz yok, evet ev sahibi her an uçuk bir zam isteyebilir, evet her an işten çıkarılabiliriz, evet yıllarca en iyi üniversitelerde okuduk, it gibi çalıştık ama zor geçiniyoruz, evet yıllardır iyi bir tatil yapmadık, evet boğaz boğaza yaşıyoruz bu ülkede, evet her an İstanbul'da deprem olabilir, evlerimiz başımıza yıkılabilir, evet düşüncelerini söyledin diye her an hapse atılabilirsin, evet trafikte yol vermedin diye bir ayı şak diye silah çıkarıp kafana dayayabilir, evet sen herkese ve her şeye rağmen tek başına dimdik ayakta durabilmenin mücadelesini verirken kocamın karısıyım diyen angutlar popüler oluyor, evet çocuğunun istediği ayakkabıyı da alamadın bu kış, evet, evet, evet, her şeye evet.

Hepimizin canı çok sıkkın, hiçbirimizin keyfi, heyecanı yok. Ben ne yaptım? Geçen hafta çok sıkkın olduğum bir gün "sen mi büyüksün ben mi büyüğüm" kafasına girdim. İyi oluşla ilgili çok okumuştum, olan her şeyde de bir hayır vardır diyen bir instoş gönderisi görmüştüm, iyice gaza geldim herhalde. Türkiye'ye bir günlük es verdim. Bir arkadaşım en iyisi haber okumamak aslında dedi, tam kızıp söylenecektim cahil cahil konuşma diye, hemen sustum. İçimden konuşmak sayılır mı, bilemem artık. Bir gün önce 140 TL ödediğim bir paket kahve, 230 TL'ye çıkmış, yok deve naramı atmadan bunu da pasladım. Numaralarını değiştirip değiştirip hiç durmadan arayan ve "ucuza internet" diye söze giren çağrı merkezi çalışanına ehhh yettin artık diye bağıracağıma, ilgilenmiyorum deyip sakince kapattım. Dur bakalım dedim içimden, bindik bir alamete. Akşam çok sevdiğim arkadaşımla buluştuk, süper hayaller kurduk. Sıfır stres, dünya yansa umurumda değil, kafayı temize çektim, evet olabiliyormuş dedim. 

Bir taksi bekliyordu köşede, nereye dedi, normalde binince söylerim ama Erenköy'e dedim, normalde sokaktan taksi de çevirmiyorum artık. Umutluyum ya. Baktığım yeri değiştireceğim ya. Bekleyen bir abim var, birlikte binin, dedi. Hayır, ben tek bineceğim dedim. Ne var kırışırsınız ücreti dedi. Saate baktım, 12'yi geçmiş. Süre doldu. Sırat köprüsünden geçiyorum ve kırışırsınız bunun farkında değil. İstemiyorum, neyse parası ben tek başıma vereceğim dememle, o zaman git başka taksi bul dedi. Attım kendimi aşağı sırat köprüsünden. Kıyamet koptu. Kırışırsın özür diledi, bana başka bir taksi bulundu, kırışırsın arkamdan hadi güle güle güzel ablammm diye seslenmez mi? Güzel senin babandır diye son bi üzerine yürümüşüm.

Bindiğim taksinin şoförü hayretle sordu: hayırdır ne oldu burada diye.  "İyi oluşmuş, al sana iyi oluş" dedim. Deli herhalde deyip susmadı, "Bazen olmuyor" demez mi! Günde 500 TL'ye 14 saat çalışıyormuş, "evlere temizliğe gitsem en az iki katını alacağım, sabır çekiyorum ben de" dedi. Sonra ne mi oldu? Köprüyü geçerken İstanbul'a baktık. Ben pek de sevmem ama neyse. "Bak ne güzel geceleri ışıl ışıl, benim kız da genetik mühendisliğini kazandı bu yıl, az kazanıyoruz, yokluk çekiyoruz evet ama dikkatli bakınca hayat çok güzel değil mi ama ya?" diye sordu.

Umutsuzluğa yanıt bulmak için bilimsel araştırmalara, kişisel gelişimcilere, filozoflara bakan aklıma tüküreyim. Kemal Sayar diyor ki; namusuna, insanlığına ve sadakatine inandığınız her insana gidin, ondan bir hikâye dinleyin. Belki o hikâye sizi, evin içine buyur eder. İnsan insana şifa ve sığınaktır.  

Ben geceyi hiç tanımadığım bir taksiciden şahane bir ders alarak bitirdim. Ve tüm kaygılarıma, küskünlüklerime, kırgınlıklarıma rağmen umutlu düşünme kesinlikle öğrenilebilir, umuttan vazgeçmeden yaşanabilir kararını yeniden verdim. Yeni bir yıl, yeni bir hayat, yeni bir biz! Neden mümkün olmasın? Shakespeare diyor ki; tüm kalp kırıklıklarının nedeni beklentidir. Mesele hiç beklentiye girmemek değil, asıl mesele kimden ne beklediğimizi bilmekte. Umutsuz olmamıza neden olan, sinsi sinsi adımlarla bizi karamsarlığa iten, hayallerimize el uzatan kim varsa "sen bi sus!" demenin zamanı geldi bence. Kimse kimsenin kalbini kırmasın artık.

Umut; cesaretten ileri gelir. Yanlış giden ne varsa değiştirmemiz gerektiren bir cesaret. İyileşmek böyle başlayacak ve inanın bana şu anda hepimizin iyileşmeye, birbirimize şifa olmaya hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. Bizi sinir küpü haline çevirmesine rağmen Türkiye'yi çok sevdiğimizi yeniden fark etmeye ihtiyacımız var. 

Bir hayal kuralım ve hayat güzelleşsin: Şimdi değilse ne zaman, biz değilsek kim?

Şahane bir sene diliyorum. 

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor